Monday, June 25, 2012

Bir buçuk koltuk

BirGün
24 Haziran 2012

Daha önce de yazmıştım, hatırlayanlar olacaktır, hayatımın uzunca sayılabilecek bir bölümünü 559C adlı otobüste geçirdim.

Senelerdir aynı istikamete doğru gittiğim için oldu bu. Belki de hata buradaydı, bilmiyorum. Hep aynı yöne doğru gitmeye çalışmakta yani. Kısa sürmüş izcilik kariyerimde edindiğim en önemli bilgilerden biriydi halbuki. Başlı başına bir mesele olduğu için bunu başka bir yazıya bırakmakta fayda var.

Hisarüstü-Taksim otobüsüne geri dönersek, şunu görüyoruz: ben otobüsümü değiştirmemiş olsam da, otobüsler bu yirmi sene içinde çok değişti. Kalabalık ve itişip kakışma aynı olabilir. Çoğumuz her gün tanımadığımız insanlarla sarmaş dolaş ayakta gidip geliyoruz. Ama sağda iki kişilik, sol ön tarafta da tek kişilik bir dizi koltuktan oluşan oturma düzenine şimdi çok acayip bir detay eklendi: bir buçuk kişilik koltuk.

Uzunca zaman bu koltuklara pek bir anlam veremedim. Bir kişilik desen değil, onu dolduracak büyüklükte kişiler düşünmesi zor çünkü. İki kişilik desen hiç değil. Çocuklular için diyenler oldu, ama şimdiye kadar hiç çocuklu birinin orada oturduğuna şahit olmadım. Engelliler için olduğunu düşündüm. Fakat bunu da pek görmedim.

Daha çok rast geldiğim durum şu: genç bir kızımız ders kitapları ve okul çantası elinde olmak üzere koltuğa yerleşir. Koltuğun diğerlerinden daha geniş olduğunu fark etmiş, rahat edeceği umuduyla orayı seçmiştir. Fakat olaylar beklendiği gibi ilerlemez. İki dakika sonra yanında bir adam peyda olur ve onu itiştirerek koltuğa yamanır. Bizim memlekette koltuk kenarına ilişenlere hayır denemediği için, kızcağız kızarıp bozarsa da bir şey diyemez. Adamsa azıcık yer edindikten sonra mekanı benimser ve bacaklarını pergel gibi açıp yanındakini cama yapıştırır. Sonunda kızcağız nahoş bir durumda bulur kendini. Huzursuz huzursuz kıpırdanmaya başlar. Otursa oturamaz, kendine yedirip kalkamaz. Bir kararsızlık halinde kalakalır.

İnsan koltukların ne olduğunun belli olduğu zamanları özlüyor tabii. İki kişilik ile bir kişilik koltuk arasında ne büyük fark vardır! Onlara oturup oturamayacağınız ayrı mesele. Ne kadar seçme hakkınız olsa da, o hakkı kullanabileceğiniz ortamın oluşup oluşmayacağı tamamen farklı bir soru. Ama en azından kavramsal olarak hangi koltuğu seçtiğinizi, gönlünüzden neyin geçtiğini bildiğiniz bir zamanda yaşıyor olmanın rahatlığından söz ediyorum.

Mesela ben her zaman tek kişilik koltukları kollardım. Vapurda kenarda oturmak gibi bir şeydir bu. Otobüsün içinde olmakla dışında olmak arasında sınırda bir yerde seyahat etmek gibi gelir bana. İçeriden çok dışarısıyla ilgilendiğiniz bir durumdur. Yanınızda biri olsa belki konuşmak zorunda kalacaksınız. Ama tek kişilik koltukta daha çok pencereden dışarı bakarsınız, ya da rahatça elinizdeki kitaba dalabilirsiniz.

İki kişilik koltukları sevenler de, ellerinde pazar torbaları ile oturur oturmaz muhabbete giren teyzeler, kasketli ve buruşuk suratlı amcalar, çocuklarını bir dakika sizin kucağınıza teslim edip üstünü başını düzeltmek isteyen genç kadınlar olabilir. Ama onların da seçimi sonuçta aynı şekilde biçimlenir: Tek koltuk ya da çift koltuk.

Oysa şimdi bir buçuk koltuk vaadiyle tekerlek üstünde seyahat etmeye zorlanan bir Türkiye ile karşı karşıyayız. En azından bir kısmımız. Geri kalanlar zaten en güzel yerleri kapmışlar. Karşılıklı koltuklara kurulmuş püfür püfür seyahat ediyorlar.

Peki ya biz? O bir buçuk koltuğa oturacak mıyız? Dozunu gitgide artırdığı beden politikalarıyla otobüste bacaklarını açarak alanımızı daraltan o adam gibi bizi kıstırmaya çalışan hükümete teslim olacak mıyız? Ya da tümüyle onaylamadığımız muhalefet partisine? Bir türlü sağduyulu bir şeyler söylemeyi başaramayan, elle tutulur bir netice alamayan ve somut politikalar üretemeyen bu muhalefete destek verebilir miyiz? Onun dümen suyuna girmek de bir tür “yetmez ama evet” hali değil mi?

Diyeceksiniz ki, otobüs yolu boş bulmuş çılgın gibi gidiyor, sen de bir yere otursan iyi olur.

Endişenizi anlıyorum, ama ben şu bir buçuk koltuğa ısınamadım gitti. Buraya kadar ayakta gelmişim, bundan sonra da öyle giderim.

Not (1): Dün 559C'ye bindiğimde farkettim ki, bir buçuk kişilik koltuklar onda değil Hisarüstü'ne giden bir başka otobüs olan 43R'de imiş. Benim için artık dünyanın bütün otobüsleri 559C haline geldiği için, bu detayı önemsemiyorum. Siz de öyle yapın.

Not (2): Bir de bu garip koltuğu illa ki kullanmamız gerekiyorsa, aşağıdaki yöntemi deneyelim diyorum. Herkese iyi haftalar!

Friday, June 15, 2012

Bir Kapıdan Gireceksin

Kitabımız çıktı. Umut Tümay Arslan'ın editörlüğünü yaptığı Bir Kapıdan Gireceksin adlı sinema yazıları derlemesinde benim de küçük bir denemem var. Zeki Demirkubuz'un Kader ve Masumiyet filmlerine dair "Oyalanmanın Estetiği" adlı karşılaştırmalı bir yazı.

http://www.metiskitap.com/Metis/Catalog/Book/5447



Tuesday, June 12, 2012

Ruhumuz da bizimdir...

BirGün
10 Haziran 2012


Gökgürültüsü ve şimşekler eşliğinde okulun kapısından bir taksiye biniyorum. Yine deli deli yağmur yağıyor. Taksi bulabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. “Beşiktaş İskelesi” diyorum şoföre ve derin bir nefes alarak arkama yaslanıyorum.

Şoför konuşkan birine benziyor. Sohbete bir önceki yolcu ile bıraktığı yerden devam ediyor sanki. Aynadan şöyle bir göz atıyorum. Susacak gibi değil. Ben de pencereden dışarı bakarak dalıp gidiyorum. Kurbanlarını yakalayıp arka koltuğa bağladıktan sonra uzun tiradlar atan bir taksicinin hikayesini kuruyorum kafamda. Tam bunun şahane bir fikir olduğunu düşünmeye başlamışken, birden ‘Taxi Driver’ı hatırlıyorum. “Tüh be!” diyorum kendi kendime, “bu sefer çok yaklaşmıştım.”

Bu arada taksici, hızını hiç kesmeden devam ediyor. Havadan sudan girip memleketin durumundan çıkıyor. Ben Robert DeNiro ile falan uğraşırken, o beş dakika içinde “hocam”dan “hanımefendi”ye, oradan da “abla”ya geçmiş bile.

Birden sessizlik oluyor. Bana bir soru sorulduğunu fark ediyorum. Adam duymadığımı düşünüp tekrar ediyor:

-       Evli misin, abla?
-       Evliyim, evet.
-       Çoluk çocuk var mı?
-       Yok.
-       Sen mi istemedin, yoksa olmadı mı?
-       (Sessizlik)
-       Yap be, abla!
-       Ne yapayım?
-       Çocuk yap…
-       Neden? Siz mi bakacaksınız?
-       Yok be abla! Kadın dediğin her çocuktan sonra sistemi tümden yeniliyormuş. Onun için diyorum. Benim hanım mesela iki tane doğurdu. Topaç gibi maaşallah.
-       Siz yola dikkat ediyor musunuz?
-       Ablacım, sıfır kilometre olacaksın diyorum, sen ona dikkat ediyor musun?
-       Çek kardeşim, kenara çek!

Yağmurun altında sokağın ortasında kalıyorum. Ama titriyor olmam ondan değil. Hiç tanımadığım bir adamın mahrem saydığım bir alana girmesini sindiremiyorum bir türlü. Bunun olabileceğini bilmek başka, fiilen yaşamak başka. Adam belki de hayatımdaki en önemli kararlardan birine dair atıp tutuyor. Hem de fütursuzca. Bu konuda bir tereddütüm, bir kaybım, bir tarihim olabileceği ihtimalini düşünmüyor bile. Varsa yoksa bir kilometre hesabı.

Çünkü nedir? Mesele bedendir. Güzel beden. Genç beden. Doğurgan beden. Bunun üzerinden tarif ve tasnif edilirsiniz. Erkek iktidar için her zaman böyledir. Şimdi bu durum biraz daha görünür hale gelmiş, biraz daha pervasızlaşmıştır. Hepsi bu.

Anlaşılan artık kadınların vücudundan açıkça ve ortalık yerde söz edilebiliyor. Kadın bedenine yönelik erkek saldırganlığı demek artık sınır tanımıyor. Üstelik bu daha hiçbir şey değil. Hükümetin kürtaj açıklamalarıyla beslenen bu saldırganlığın alabileceği boyutları düşününce insan ürpermeden edemiyor.

Bir şeyi netleştirelim: bizi sabah akşam bedenimizden söz etmeye mecbur eden şey iktidarın “beden politikaları” ve onun günlük hayatta yeniden üretilmesidir. Yoksa bazılarının sandığı gibi bedenimizle kafayı bozmuş değiliz.

“Beden politikası” terimi yeni sayılmaz. Bu ifade, devletin ve onun kurumlarının insan bedenini sahiplenme ve denetleme mekanizmalarını açıklamak üzere ilk kez 1970lerde ikinci dalga feministler tarafından kullanıldı. Günümüzde toplumsal iktidar odaklarının insan bedeni üzerinde denetleme ve yönetme stratejileri geliştirmesinin her türüne bu isim veriliyor.

Kadını toplumun malı ilan etmek ve doğurganlığı üzerinden kontrol etmeye çalışmak da bu stratejilerin başında geliyor. Bunların ortak yanı, hepsinin kadınların kendi hayatlarına dair karar alabilecek bireyler olduğunu göz ardı eden politikalar olmaları. O nedenle, artan nüfusu kontrol edebilmek için kadınları istekleri dışında kısırlaştıran Özbekistan’la, kürtaj yasağı yasası çıkarmaya çalışan Türkiye arasında pek bir fark yok.

Duygularımızı ve irademizi görmezden gelenlere şunu hatırlatmak gerekiyor: bedenimizle aklınızı bozmuş olan sizsiniz. Kılığımızla kıyafetimizle, kendimizi nasıl taşıdığımızla, neremizi açıp neremizi örttüğümüzle ilgilenen sizsiniz. Bunun politikalarını siz üretiyorsunuz. Yeniden ve yeniden.

Oysa biz “bedenimiz bizimdir” derken her şeyden önce irademize yapılan müdahale ile ilgiliyiz.  Bu cinsiyetçi politikalar uygulamaya konursa, kadınlar olarak bilincimizin alacağı yaralarla, ruhumuzun alacağı hasarla ilgiliyiz.

Bunu söylemeye gerek kalacağını hiç düşünmemiştim ama madem istiyorsunuz o zaman söyleyelim:

Bedenimiz bizimdir. Elbette ruhumuz da.

Monday, June 04, 2012

"Kokuşmuş bir şeyler..."

BirGün
3 Haziran 2012

Bu coğrafyada yaşayan kadınların maruz kaldığı cinsel ve toplumsal şiddet başka yerlerdekine benzemez. Daha ağır, daha acıtıcı, daha çıplaktır. Bekaret kontrolü, kadın sünneti ve töre cinayetleri gibi uygulamalara baktığımızda bunu hemen fark ederiz.

Burada rejimler en çok kadın düşmanlığından beslenir. Onun içindir ki, Ortadoğu’da ortaya çıkan her siyaset eninde sonunda kadınların bedeni üzerinden temize çekilir.

Mona Eltahawy'nin Foreign Policy dergisinin Mayıs-Haziran 2012 sayısında yayımlanan “Bizden neden nefret ediyorlar?” başlıklı yazısı, bu durumu değişik örnekler üzerinden anlatıyor. Bunlardan biri unutulur gibi değil. 2002 yılında Mekke’deki bir okul yangınında ölen 15 kızın hikâyesi bu. "Ahlak polisleri" kaçmalarını engelliyor ve itfaiye ekipleri de kamusal alanda zorunlu olan örtü ve mantoyu giymedikleri için kurtarmıyor onları. Yanarak ölüyorlar. Üstelik bunun üzerine hiçbir şey yapılmıyor. Hiç kimseye dava açılmıyor. Aileler de susturuluyor.

Üzerini ne kadar şekerle falan kaplayıp bize yutturmaya çalışsalar da, acı gerçek budur. Bütün o kutsal anne, iyi eş teraneleri falan hikâye. Ortadoğu, kadınlardan nefret ediyor. İtaatkar birer hizmetçi, doğurgan bir damızlık, ucuz bir işçi olduğunuz sürece sırtınız sıvazlanıyor olabilir. Bu sizi yanıltmasın. Önünüze atılanlarla yetinmediğiniz anda (hatta kimi zaman yetinseniz bile) erkeklerin öfkesine ve kinine maruz kalırsınız.

Çocukken buna anlam veremezsiniz. Daha küçücükken öğretilir size daha alçak sesli, daha az renkli, daha az görünür olmak. Sonunda büyüyüp de bir orman hayvanı gibi tetikte yaşamaya zorlandığınızda, sizi avlamak için fırsat kollayan bu düzene hep aynı soruyu sormak istersiniz: Benden neden nefret ediyorsun?

Bir zaman sonra bu sorunun cevabı ağır bir lokma gibi boğazınıza oturur. Anlarsınız ki, kadınlar sadece var oldukları için aşağılanırlar. Yalnızca burada olduğumuz ve “güneşin altındaki yerimizi” talep ettiğimiz için horlanırız. Görünür olmak istediğimiz için, kendimize annelikten ve eşlikten başka bir hayat biçmeye cesaret ettiğimiz için nefret ederler bizden.

Batı’da durum farklı mı diyeceksiniz? Değil elbette. Ama en azından bunun üstünü örtme zahmetine katlanıyorlar. Bu coğrafyada ise kadın örtündüğü ölçüde, kadın düşmanlığı örtüsünden sıyrılır ve pervasızlaşır.

Dünyanın bu tarafında, hep bir ağızdan ve yüksek sesle ifade edilen bir kadın düşmanlığına maruz kalırsınız. Bununla yaşamanız beklenir. Bir süre sonra illa ki zıvanadan çıkarsınız. O zaman da sizi mahallenin delisi ilan ederler. Ne zaman canları sıkılsa, gelip kapınızı taşlarlar. Peşinizde bir kalabalıkla bir sokaktan öbürüne koşup durursunuz.

Bu coğrafyada kadın olmak bu anlama gelir. Hayatta kalmayı başarabilirseniz elbette.

Hükümetin “kürtaj açılımı” da aynı düşmanlığın bir yansımasıydı. Kor gibi için için yanmaya devam eden Uludere hikâyesinin ellerini yakmaya başladığı doğruydu. Ama bu ateşin kimden tarafa savrulacağı apayrı bir meseleydi. Derhal elden çıkarılması, mümkünse uzak bir yere doğru fırlatılması gereken Uludere ateşi, sonunda dönüp dolaşıp kadınların kucağında buldu kendini.

En kolay hedef kadınlar oldu. Her zamanki gibi. Yangında ilk gözden çıkarılacak olanlar.

Erdoğan tek bir hamleyle gündemi kadınlara çevirdi. Bir suçlu aranıyorsa, biz kadınlardan daha iyisi mi olurdu? Bunun faturası da bize patlasındı. Ne olacaktı sanki? Dünyayı sırtında taşıyan kadınlar, bunu da taşıyıverirdi.

Bir kaç feministten başka kimsenin sesi çıkmaz diye düşünmüş olmalılar. Onlar da az bağırır giderdi. Zaten mahallenin delisi, değil miydik? İki taş atardınız, olur biterdi.

Yalnız bu sefer hesaplar tutmadı sanki. Her köşeden itirazlar yükseldi.

Neden, biliyor musunuz?

İktidar uğruna kadınları cinayetine ortak etmeye kalkan hükümet, memleketin kafası çalışan kısmını bir gecede Hamletleştirdi. Siyasi görüşünden bağımsız olarak bir çok kişi artık aynı şüpheyi dile getirir oldu:

“Danimarka’da kokuşmuş bir şeyler var.”