BirGün
3 Haziran 2012
Bu coğrafyada yaşayan kadınların maruz kaldığı cinsel ve toplumsal
şiddet başka yerlerdekine benzemez. Daha ağır, daha acıtıcı, daha
çıplaktır. Bekaret kontrolü, kadın sünneti ve töre cinayetleri gibi
uygulamalara baktığımızda bunu hemen fark ederiz.
Burada rejimler en çok kadın düşmanlığından beslenir. Onun içindir ki,
Ortadoğu’da ortaya çıkan her siyaset eninde sonunda kadınların bedeni
üzerinden temize çekilir.
Mona Eltahawy'nin Foreign Policy dergisinin Mayıs-Haziran 2012 sayısında
yayımlanan “Bizden
neden nefret ediyorlar?” başlıklı yazısı, bu durumu değişik örnekler
üzerinden anlatıyor. Bunlardan biri unutulur gibi değil. 2002 yılında
Mekke’deki bir okul yangınında ölen 15 kızın hikâyesi bu. "Ahlak
polisleri" kaçmalarını engelliyor ve itfaiye ekipleri de kamusal alanda
zorunlu olan örtü ve mantoyu giymedikleri için kurtarmıyor onları.
Yanarak ölüyorlar. Üstelik bunun üzerine hiçbir şey yapılmıyor. Hiç
kimseye dava açılmıyor. Aileler de susturuluyor.
Üzerini ne kadar şekerle falan kaplayıp bize yutturmaya çalışsalar da,
acı gerçek budur. Bütün o kutsal anne, iyi eş teraneleri falan hikâye.
Ortadoğu, kadınlardan nefret ediyor. İtaatkar birer hizmetçi, doğurgan
bir damızlık, ucuz bir işçi olduğunuz sürece sırtınız sıvazlanıyor
olabilir. Bu sizi yanıltmasın. Önünüze atılanlarla yetinmediğiniz anda
(hatta kimi zaman yetinseniz bile) erkeklerin öfkesine ve kinine maruz
kalırsınız.
Çocukken buna anlam veremezsiniz. Daha küçücükken öğretilir size daha
alçak sesli, daha az renkli, daha az görünür olmak. Sonunda büyüyüp de
bir orman hayvanı gibi tetikte yaşamaya zorlandığınızda, sizi avlamak
için fırsat kollayan bu düzene hep aynı soruyu sormak istersiniz: Benden
neden nefret ediyorsun?
Bir zaman sonra bu sorunun cevabı ağır bir lokma gibi boğazınıza oturur.
Anlarsınız ki, kadınlar sadece var oldukları için aşağılanırlar.
Yalnızca burada olduğumuz ve “güneşin altındaki yerimizi” talep
ettiğimiz için horlanırız. Görünür olmak istediğimiz için, kendimize
annelikten ve eşlikten başka bir hayat biçmeye cesaret ettiğimiz için
nefret ederler bizden.
Batı’da durum farklı mı diyeceksiniz? Değil elbette. Ama en azından
bunun üstünü örtme zahmetine katlanıyorlar. Bu coğrafyada ise kadın
örtündüğü ölçüde, kadın düşmanlığı örtüsünden sıyrılır ve pervasızlaşır.
Dünyanın bu tarafında, hep bir ağızdan ve yüksek sesle ifade edilen bir
kadın düşmanlığına maruz kalırsınız. Bununla yaşamanız beklenir. Bir
süre sonra illa ki zıvanadan çıkarsınız. O zaman da sizi mahallenin
delisi ilan ederler. Ne zaman canları sıkılsa, gelip kapınızı taşlarlar.
Peşinizde bir kalabalıkla bir sokaktan öbürüne koşup durursunuz.
Bu coğrafyada kadın olmak bu anlama gelir. Hayatta kalmayı başarabilirseniz elbette.
Hükümetin “kürtaj açılımı” da aynı düşmanlığın bir yansımasıydı. Kor
gibi için için yanmaya devam eden Uludere hikâyesinin ellerini yakmaya
başladığı doğruydu. Ama bu ateşin kimden tarafa savrulacağı apayrı bir
meseleydi. Derhal elden çıkarılması, mümkünse uzak bir yere doğru
fırlatılması gereken Uludere ateşi, sonunda dönüp dolaşıp kadınların
kucağında buldu kendini.
En kolay hedef kadınlar oldu. Her zamanki gibi. Yangında ilk gözden çıkarılacak olanlar.
Erdoğan tek bir hamleyle gündemi kadınlara çevirdi. Bir suçlu
aranıyorsa, biz kadınlardan daha iyisi mi olurdu? Bunun faturası da bize
patlasındı. Ne olacaktı sanki? Dünyayı sırtında taşıyan kadınlar, bunu
da taşıyıverirdi.
Bir kaç feministten başka kimsenin sesi çıkmaz diye düşünmüş olmalılar.
Onlar da az bağırır giderdi. Zaten mahallenin delisi, değil miydik? İki
taş atardınız, olur biterdi.
Yalnız bu sefer hesaplar tutmadı sanki. Her köşeden itirazlar yükseldi.
Neden, biliyor musunuz?
İktidar uğruna kadınları cinayetine ortak etmeye kalkan hükümet,
memleketin kafası çalışan kısmını bir gecede Hamletleştirdi. Siyasi
görüşünden bağımsız olarak bir çok kişi artık aynı şüpheyi dile getirir
oldu:
“Danimarka’da kokuşmuş bir şeyler var.”
Erdogan' in gizli peygamber kompleksinin toplum gundemine son bombasi...
ReplyDelete