10 Haziran 2012
Gökgürültüsü ve
şimşekler eşliğinde okulun kapısından bir taksiye biniyorum. Yine deli deli
yağmur yağıyor. Taksi bulabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum.
“Beşiktaş İskelesi” diyorum şoföre ve derin bir nefes alarak arkama
yaslanıyorum.
Şoför konuşkan
birine benziyor. Sohbete bir önceki yolcu ile bıraktığı yerden devam ediyor
sanki. Aynadan şöyle bir göz atıyorum. Susacak gibi değil. Ben de pencereden
dışarı bakarak dalıp gidiyorum. Kurbanlarını yakalayıp arka koltuğa bağladıktan
sonra uzun tiradlar atan bir taksicinin hikayesini kuruyorum kafamda. Tam bunun
şahane bir fikir olduğunu düşünmeye başlamışken, birden ‘Taxi Driver’ı hatırlıyorum.
“Tüh be!” diyorum kendi kendime, “bu sefer çok yaklaşmıştım.”
Bu arada taksici,
hızını hiç kesmeden devam ediyor. Havadan sudan girip memleketin durumundan
çıkıyor. Ben Robert DeNiro ile falan uğraşırken, o beş dakika içinde “hocam”dan
“hanımefendi”ye, oradan da “abla”ya geçmiş bile.
Birden sessizlik
oluyor. Bana bir soru sorulduğunu fark ediyorum. Adam duymadığımı düşünüp
tekrar ediyor:
-
Evli
misin, abla?
-
Evliyim,
evet.
-
Çoluk çocuk
var mı?
-
Yok.
-
Sen
mi istemedin, yoksa olmadı mı?
-
(Sessizlik)
-
Yap
be, abla!
-
Ne
yapayım?
-
Çocuk
yap…
-
Neden?
Siz mi bakacaksınız?
-
Yok
be abla! Kadın dediğin her çocuktan sonra sistemi tümden yeniliyormuş. Onun
için diyorum. Benim hanım mesela iki tane doğurdu. Topaç gibi maaşallah.
-
Siz
yola dikkat ediyor musunuz?
-
Ablacım,
sıfır kilometre olacaksın diyorum, sen ona dikkat ediyor musun?
-
Çek
kardeşim, kenara çek!
Yağmurun altında
sokağın ortasında kalıyorum. Ama titriyor olmam ondan değil. Hiç tanımadığım
bir adamın mahrem saydığım bir alana girmesini sindiremiyorum bir türlü. Bunun
olabileceğini bilmek başka, fiilen yaşamak başka. Adam belki de hayatımdaki en
önemli kararlardan birine dair atıp tutuyor. Hem de fütursuzca. Bu konuda bir
tereddütüm, bir kaybım, bir tarihim olabileceği ihtimalini düşünmüyor bile. Varsa
yoksa bir kilometre hesabı.
Çünkü nedir?
Mesele bedendir. Güzel beden. Genç beden. Doğurgan beden. Bunun üzerinden tarif
ve tasnif edilirsiniz. Erkek iktidar için her zaman böyledir. Şimdi bu durum
biraz daha görünür hale gelmiş, biraz daha pervasızlaşmıştır. Hepsi bu.
Anlaşılan artık
kadınların vücudundan açıkça ve ortalık yerde söz edilebiliyor. Kadın bedenine
yönelik erkek saldırganlığı demek artık sınır tanımıyor. Üstelik bu daha hiçbir
şey değil. Hükümetin kürtaj açıklamalarıyla beslenen bu saldırganlığın
alabileceği boyutları düşününce insan ürpermeden edemiyor.
Bir şeyi
netleştirelim: bizi sabah akşam bedenimizden söz etmeye mecbur eden şey iktidarın
“beden politikaları” ve onun günlük hayatta yeniden üretilmesidir. Yoksa
bazılarının sandığı gibi bedenimizle kafayı bozmuş değiliz.
“Beden
politikası” terimi yeni sayılmaz. Bu ifade, devletin ve onun kurumlarının insan
bedenini sahiplenme ve denetleme mekanizmalarını açıklamak üzere ilk kez
1970lerde ikinci dalga feministler tarafından kullanıldı. Günümüzde toplumsal iktidar
odaklarının insan bedeni üzerinde denetleme ve yönetme stratejileri geliştirmesinin
her türüne bu isim veriliyor.
Kadını toplumun
malı ilan etmek ve doğurganlığı üzerinden kontrol etmeye çalışmak da bu
stratejilerin başında geliyor. Bunların ortak yanı, hepsinin kadınların kendi
hayatlarına dair karar alabilecek bireyler olduğunu göz ardı eden politikalar
olmaları. O nedenle, artan nüfusu kontrol edebilmek için kadınları istekleri
dışında kısırlaştıran Özbekistan’la, kürtaj yasağı yasası çıkarmaya çalışan
Türkiye arasında pek bir fark yok.
Duygularımızı ve
irademizi görmezden gelenlere şunu hatırlatmak gerekiyor: bedenimizle aklınızı
bozmuş olan sizsiniz. Kılığımızla kıyafetimizle, kendimizi nasıl taşıdığımızla,
neremizi açıp neremizi örttüğümüzle ilgilenen sizsiniz. Bunun politikalarını
siz üretiyorsunuz. Yeniden ve yeniden.
Oysa biz
“bedenimiz bizimdir” derken her şeyden önce irademize yapılan müdahale ile
ilgiliyiz. Bu cinsiyetçi politikalar
uygulamaya konursa, kadınlar olarak bilincimizin alacağı yaralarla, ruhumuzun
alacağı hasarla ilgiliyiz.
Bunu söylemeye
gerek kalacağını hiç düşünmemiştim ama madem istiyorsunuz o zaman söyleyelim:
Bedenimiz bizimdir.
Elbette ruhumuz da.
Geçtiğimiz hafta sonu zorunlu bir Ankara yolculuğumda, edebiyattan konuştuğumuz arkadaşımla, konu bir yerden değmiş ve sizden de bahsettmiştik. Kulandığınız dil, teknik, derinliğin haricinde yazılarınızdan ip uçlarına ulaşabildiğimiz kişiliğinizle de bağlantı kurmuş, bu sayede yazılarınız daha dokunulabilen, canlı bir biçime evrilmişti. Fakat sohbet, bir zaman sonra edebiyatı aşmış (yine de edebiyat tadında) bir yaşamsal/ içsel/ romantik/ hüzün içeren havaya bürünmüştü. Öyle ki İsim ve soyisim kalıbını kullandığım sohbette zaman zaman "...Meltem, şöyledir... Örneğin Meltem, şöyle yürüyor çünkü... Meltem'in bir yazısı vardı..." gibi konuşurken buluyordum kendimi.
ReplyDeleteBuradan bir yere geleceğim. Son yazınızın ana konusu elbette çok önemli, elimden geldiğince muhalefet etmeye de çalıştım. Fakat asıl demek istediğim bu değil. Demek istediğim yazınızın ilk yarısı... Öyle görülüyor ki bunu gerçekten yaşamışsınız. Yaşamamış olsanız daha da güzel belki de. Yine de söylemek istediğim sevgili Meltem Gürle, edebiyat çok güzel, siz de...
Bu taksi hikayesi gerçek. Ama olmasa ne fark eder ki? Bunun gibi bir sürü sahnenin yaşandığından eminim. Ruhu zedeleyen olaylar hepsi de.
ReplyDeleteYazılara dair söyledikleriniz içinse ancak teşekkür edebilirim. Bir tekniğim falan var mı bilmiyorum, ama Allah biliyor ya, içimden gelerek yazıyorum.
Baki selam.
Önce "evlenmeden olmaz" derler çünkü bekar bir kadının kendi hayatı olabileceği akıllarına gelmez; hep yarım insandır o. "Evlen" diye tuttururlar, kutsallıktan dem vururarak. Sonra o yasak konu nedense evliliğin ilk saatinin ardından kamuya açılır. Bir bakmışsınız rahat rahat konuşuluveriyor yatak odası maceraları. Sıra gelir çocuğa. Evlenmeden eksiktin, şimdi çocuksuz da eksik olursun. Hiç utanmazlar, taktik bile verirler fütursuzca. Çocuk sahibi olman da yetmez bu aç gözlülere. "Eh, kardeş zamanı gelmiş" diyerek yeniden başlarlar bitmek bilmez hayat tarifelerine. İşin en acısı da en acımasız söylemlerin kendi hemcinslerinden gelmesi olur. Şaşakalırsın kadının kadına çizdiği o derin uçuruma bakarak..Ön yargılar birbiriyle yarışır. Ne çocuklu bir arkadaşına "çocuk sahibi olmaya hazır değilim" diyebilirsin; ne de çocuksuz bir arkadaşına "sanırım artık çocuk doğurabilirim" diyebilirsin. Öyle yapayalnız kalırsın hayatına dışarıdan söylenen cümlelerle..
ReplyDeleteBir vakit (kadın olmanın yorduğu bir vakit) ben de şöyle bir şeyler karalayıvermiştim; paylaşmak istedim..http://posta-kutusu.blogspot.com/2011/06/kadn-olmak.html
ReplyDeleteBütün gençlik yıllarını hiçbir "mesaj" vermeyecek bir kılık arayarak geçirmiş biri için manalı oldu bu yazıyı okumak.
ReplyDeleteTeşekkür ederim.