29 Temmuz 2012
Belli bir yaşa kadar beni anneannemle dedem büyüttüğü için, hayatımdaki en önemli insanlar onlardı. Anneanneme bayılırdım. Hafif pudralı kokusu bile onu sevmem için yeterliydi. Ama dedemle ilişkimiz bambaşkaydı.
Onunla o kadar
iyi vakit geçiriyordum ki, uzun zaman başka hiç kimseye ihtiyaç duymamıştım.
Arkadaş edineyim diye uğraşan annemin önerisiyle beni yollamaya kalktıkları
yuvada arıza çıkarınca, derhal okuldan alınmış ve Elçi Sokak’taki mutlu
hayatımıza iade edilmiştim. O günü hatırlıyorum. Kırmızı şapkamla küçük bir
asker gibi eve girdim. Evet, kapının ziline ancak yetişebiliyordum ama bir
zafer kazandığımın da farkındaydım. Koşup dedeme sarıldım ve hemen Kuğulu
Park’a gidip birlikte kayık yüzdürdük.
Dedemden ayrılmak
düşünülemezdi. Gece yarısı beni uyandırıp, “Çabuk kalk! Büyük yağmur yağıyor.
Camdan bakacağız,” diyen biri daha yoktu çünkü. Fakat onu bu kadar sevmemin
esas nedeni her soruma cevap veriyor olmasıydı. “Neden?” diye başlayan ve
herkesi bezdiren sorularımdan yılmayan tek kişi oydu. Sonraları, ben biraz daha
büyüyünce, soruların hem türü, hem de dozu değişti. Ama dedemin bana yönelik
sabrı ve dikkati hep aynı kaldı.
Okul yaşına
geldiğimde, artık İzmir’e taşınmıştık. Bir mahalle okuluna gidiyordum. Hep çift
dikiş gittikleri için bir türlü mezun olamayan iyice büyük kızlar vardı. Gizli
gizli sigara içiyor, nöbetçi öğretmen bakmadığı zaman dışarıda parmaklıklara
dayanmış bekleyen oğlanlara öpücük gönderiyorlardı. Büyük teneffüste onları
inceliyordum. Bir köşeye gidip, “Kadehinde zehir olsa, ben içerim bana getir,”
şarkısını söylüyor ve derin derin iç çekiyorlardı.
Bense uzaydan
gelmiş gibiydim. Büyümek zaten yeterince zordu. Bir de rujlu kızlar, köşelerde
bekleyen oğlanlar, zehir mehir derken iyice kafam karışmıştı.
O sene dedeme
önemli bir soru sordum: Aşk nedir?
Dedem kalktı,
kütüphaneden bir kitap çekti. Sonra o kitapta aradığı yeri buldu ve altı
tükenmez kalemle çizilmiş bir bölümü okumaya başladı:
İnsanlar bir
zamanlar çok güçlüymüş. Dört kolları, dört bacakları varmış. O kadar hızlı
gidiyorlarmış ki, yeryüzünde hiç bir canlı onlarla başa çıkamıyormuş. Hatta bu
kuvvetlerinden cesaret alıp göğe tırmanmaya, tanrılara karşı koymaya bile
yeltenmişler.
Tanrılar
aralarında görüşmüş, konuşmuşlar ama ne yapacaklarını pek bilememişler. Bir
yandan insanları yok etmek istemiyorlarmış, öte yandan da küstahlığın bu
derecesine göz yumamayacaklarına karar vermişler. Sonunda, tanrılar tanrısı
Zeus uzun uzun düşündükten sonra, "Galiba bir çare buldum," demiş,
"insanlar hem yerlerinde kalsın, hem de kuvvetten düşüp hadlerini
bilsinler. İkiye böleceğim onları, böylece hem zayıf düşecekler, hem de
sayıları artacağı için daha faydalı olacaklar."
“Bunun
üzerine, Zeus insanları tutup ikiye
bölmüş,” diye okudu dedem, “tıpkı bir meyveyi ikiye böler gibi.” Sonrasını
ezberden söyledi. Hikayenin burasını çok sevdiği belliydi: “İşte o zamandan
beri, hepimiz kendi parçamızı arıyoruz. O parçayı gördüğümüzde hissettiğimiz
şeye de aşk diyoruz.”
Dedem, sonradan Platon’un
“Şölen”i olduğunu anlayacağım kitabını kapatıp yanına koydu, masaya uzanıp
meyve tabağından bir elma aldı ve onu ortadan ikiye böldü. İki parçayı bana
gösterdi, bir daha üstüne basa basa, “Bir bütünün yarısıyız,” dedi.
Ama ben öyle
kolay kolay pes edecek gibi değildim. Ne de olsa, “kadehinde zehir olsa”
kızları ile karşılaşmış ve hayat tecrübesini ilerletmiş biriydim artık. Birden,
“Anneanneme aşık mısın?” deyiverdim. Bu yaşlı başlı adamın pili etekli kızlar
gibi köşelerde şarkı söyleyecek hali yoktu ya! Ya anneannem, o da ruj sürüp
öpücük göndermiş olabilir miydi? Yok, bu kadarı da fazlaydı artık.
“Hay Allah yahu!”
dedi dedem. Zorda kaldığı zaman hep böyle söylerdi. Bembeyaz dişlerini
göstererek uzun uzun güldü. Sonra da her zamanki iştahıyla, elinde kalan elmayı
kütür kütür yiyip bitirdi.
Ertesi gün,
elmanın diğer yarısını, mutfakta, bir
tabağın içinde gördüm. Kararıp buruşmuştu. Hiç kimsenin kayıp parçası olamazmış
gibi görünüyordu.
Halbuki seneler
sonra anneanneme baktığımda başka türlü düşünecektim. Dedem ölmüştü.
Anneannemin pudralı kokusu dağılmaya yüz tutmuştu.
Onu pencereden dışarı
bakarken hatırlıyorum. Oturduğu yerde solup küçülmüştü. Kaybolmuş ve üzgün
görünüyordu. Tıpkı yarısı yenmiş ve sonra bir köşede unutulmuş bir elma gibi.