Monday, July 30, 2012

Elma

BirGün
29 Temmuz 2012


Belli bir yaşa kadar beni anneannemle dedem büyüttüğü için, hayatımdaki en önemli insanlar onlardı. Anneanneme bayılırdım. Hafif pudralı kokusu bile onu sevmem için yeterliydi. Ama dedemle ilişkimiz bambaşkaydı.

Onunla o kadar iyi vakit geçiriyordum ki, uzun zaman başka hiç kimseye ihtiyaç duymamıştım. Arkadaş edineyim diye uğraşan annemin önerisiyle beni yollamaya kalktıkları yuvada arıza çıkarınca, derhal okuldan alınmış ve Elçi Sokak’taki mutlu hayatımıza iade edilmiştim. O günü hatırlıyorum. Kırmızı şapkamla küçük bir asker gibi eve girdim. Evet, kapının ziline ancak yetişebiliyordum ama bir zafer kazandığımın da farkındaydım. Koşup dedeme sarıldım ve hemen Kuğulu Park’a gidip birlikte kayık yüzdürdük.

Dedemden ayrılmak düşünülemezdi. Gece yarısı beni uyandırıp, “Çabuk kalk! Büyük yağmur yağıyor. Camdan bakacağız,” diyen biri daha yoktu çünkü. Fakat onu bu kadar sevmemin esas nedeni her soruma cevap veriyor olmasıydı. “Neden?” diye başlayan ve herkesi bezdiren sorularımdan yılmayan tek kişi oydu. Sonraları, ben biraz daha büyüyünce, soruların hem türü, hem de dozu değişti. Ama dedemin bana yönelik sabrı ve dikkati hep aynı kaldı.

Okul yaşına geldiğimde, artık İzmir’e taşınmıştık. Bir mahalle okuluna gidiyordum. Hep çift dikiş gittikleri için bir türlü mezun olamayan iyice büyük kızlar vardı. Gizli gizli sigara içiyor, nöbetçi öğretmen bakmadığı zaman dışarıda parmaklıklara dayanmış bekleyen oğlanlara öpücük gönderiyorlardı. Büyük teneffüste onları inceliyordum. Bir köşeye gidip, “Kadehinde zehir olsa, ben içerim bana getir,” şarkısını söylüyor ve derin derin iç çekiyorlardı.

Bense uzaydan gelmiş gibiydim. Büyümek zaten yeterince zordu. Bir de rujlu kızlar, köşelerde bekleyen oğlanlar, zehir mehir derken iyice kafam karışmıştı.

O sene dedeme önemli bir soru sordum: Aşk nedir?

Dedem kalktı, kütüphaneden bir kitap çekti. Sonra o kitapta aradığı yeri buldu ve altı tükenmez kalemle çizilmiş bir bölümü okumaya başladı:

İnsanlar bir zamanlar çok güçlüymüş. Dört kolları, dört bacakları varmış. O kadar hızlı gidiyorlarmış ki, yeryüzünde hiç bir canlı onlarla başa çıkamıyormuş. Hatta bu kuvvetlerinden cesaret alıp göğe tırmanmaya, tanrılara karşı koymaya bile yeltenmişler.

Tanrılar aralarında görüşmüş, konuşmuşlar ama ne yapacaklarını pek bilememişler. Bir yandan insanları yok etmek istemiyorlarmış, öte yandan da küstahlığın bu derecesine göz yumamayacaklarına karar vermişler. Sonunda, tanrılar tanrısı Zeus uzun uzun düşündükten sonra, "Galiba bir çare buldum," demiş, "insanlar hem yerlerinde kalsın, hem de kuvvetten düşüp hadlerini bilsinler. İkiye böleceğim onları, böylece hem zayıf düşecekler, hem de sayıları artacağı için daha faydalı olacaklar."

“Bunun üzerine,  Zeus insanları tutup ikiye bölmüş,” diye okudu dedem, “tıpkı bir meyveyi ikiye böler gibi.” Sonrasını ezberden söyledi. Hikayenin burasını çok sevdiği belliydi: “İşte o zamandan beri, hepimiz kendi parçamızı arıyoruz. O parçayı gördüğümüzde hissettiğimiz şeye de aşk diyoruz.”

Dedem, sonradan Platon’un “Şölen”i olduğunu anlayacağım kitabını kapatıp yanına koydu, masaya uzanıp meyve tabağından bir elma aldı ve onu ortadan ikiye böldü. İki parçayı bana gösterdi, bir daha üstüne basa basa, “Bir bütünün yarısıyız,” dedi.

Ama ben öyle kolay kolay pes edecek gibi değildim. Ne de olsa, “kadehinde zehir olsa” kızları ile karşılaşmış ve hayat tecrübesini ilerletmiş biriydim artık. Birden, “Anneanneme aşık mısın?” deyiverdim. Bu yaşlı başlı adamın pili etekli kızlar gibi köşelerde şarkı söyleyecek hali yoktu ya! Ya anneannem, o da ruj sürüp öpücük göndermiş olabilir miydi? Yok, bu kadarı da fazlaydı artık.

“Hay Allah yahu!” dedi dedem. Zorda kaldığı zaman hep böyle söylerdi. Bembeyaz dişlerini göstererek uzun uzun güldü. Sonra da her zamanki iştahıyla, elinde kalan elmayı kütür kütür yiyip bitirdi.

Ertesi gün, elmanın diğer yarısını,  mutfakta, bir tabağın içinde gördüm. Kararıp buruşmuştu. Hiç kimsenin kayıp parçası olamazmış gibi görünüyordu.

Halbuki seneler sonra anneanneme baktığımda başka türlü düşünecektim. Dedem ölmüştü. Anneannemin pudralı kokusu dağılmaya yüz tutmuştu.

Onu pencereden dışarı bakarken hatırlıyorum. Oturduğu yerde solup küçülmüştü. Kaybolmuş ve üzgün görünüyordu. Tıpkı yarısı yenmiş ve sonra bir köşede unutulmuş bir elma gibi.

Monday, July 23, 2012

İki Paralar

BirGün
21 Temmuz 2012



Bir öğrencimle Beşiktaş’ta çay bahçesinde oturuyoruz. Yan masada tatlı bir kız var. Telaşla geldi oturdu. Önünde defterler kitaplar. Bir çay söyledi ve ders notlarına benzeyen kitabını açıp okumaya başladı.

Biraz sonra kız sandalyesinde kaykıldığında, biz de şortunun cebinden aşağıya doğru kayan iki lirayı gördük. Birbirinin üzerine güzelce yaslanmış yavaş yavaş ilerleyen iki metal para. Kızcağız hafifçe kıpırdandı. Belki de üzerine diktiğimiz bakışları hissettiği için. O öyle yapınca, paralar da cebin ucuna kadar geldi. Düştü düşecek, öyle garip bir dengede durdular. İkimiz de elimizde olmadan nefesimizi tuttuk.

Öğrencim bu gerilime dayanamamış olacak ki, kızı dürtüp “Pardon bağyan, paralarınız düşecek,” demeyi teklif etti. Bense bu iki lirayı kendi haline bırakmaktan yanaydım. İşin heyecanı buradaydı. “Zaten dönüşü olmayan noktaya geldiler baksana,” dedim bilmiş bilmiş “yere inmeleri an meselesi.”

Ben bunları söylerken, hoş gülüşlü genç bir adam masaya yaklaştı. Kız da adamı gördüğüne memnun olmuş olmalı ki, onunla selamlaşmak için fırlayıp ayağa kalktı. O kalkınca, paralar da “hop” diye cebe geri girdiler.

Hayretle birbirimize baktık. Olacak şey değildi. O iki liranın yere düşmesi gerekiyordu. Ama düşmemişlerdi işte. Bunun üzerine sinirli sinirli gülmeye başladık. Fizik yasalarının ihlal edilmesi her zaman insanın sinirini bozar. Oysa kız hiçbir şeyin farkında değildi. Olanlardan tümüyle habersiz gülüp söylüyordu. Biz hala şaşkın şaşkın bakıyorken, onlar sarılıp vedalaştılar. Ardından adam çıktı gitti.

Az sonra bu anın büyüsü dağıldı. Dünya normale döndü. Sanki paralar hiç yere doğru meyletmemişler, biz heyecanlanmamışız, kızcağız birden ayağa fırlamamış, bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi oldu. Olan bitenin tek şahidi olan biz bile başka konulara daldık gittik.

“İki paralar” adını verip bir süre eğlendiğimiz bu hikayeyi eve dönerken yeniden hatırladım. Hayatta ne çok şeyin biz fark etmeden kendiliğinden olup bittiğini düşündüm. Kimi felaketler gerçekleşmeden dağılıp yok olduğu gibi, bazı güzellikler de biz onları göremeden önümüzden geçip gidiyordu.

Senelerce yan sokakta oturup hiç tanışmadan yaşadığımız insanlar. Bunların arasında tanısak belki çok seveceğimiz bazıları. Okulda aynı sıraları paylaşıp hiç yüz vermediklerimiz. Bir nedenle dikkatimizden kaçanlar. Belki de başka bir yöne baktığımız için görmediklerimiz.

Biz onları yakalayıp tutamadan yok olup giden olasılıklar. Hepsi küçücük detaylara gömülü. Çoğu kaçırılmış olan. Binilmemiş bir otobüste, girilememiş bir derste, gidilmemiş bir arkadaş toplantısında bizi uzun uzun beklemiş, sonra solup gitmiş fırsatlar.

Ya da dibimize kadar gelip bize dokunmadan geçmiş felaketler. Uzun sürmüş ama sonunda atlatılmış bir hastalık. Biz geçtikten hemen sonra düşen bir tuğla, çatıdan sarkan bir buz parçası ya da çürüyüp içi boşalmış bir ağaç dalı. Anlık kararlarda gizlenen kurtuluşlar. “O sabah işe gitmedim”ler, “bunların olacağını nereden bilebilirdim”ler, “aslında uçağı kaçırdığıma üzülmüştüm”ler...

Tesadüfler, tesadüfler, tesadüfler...

Bunlar bana bir Woody Allen filmini hatırlattı. Sevdiğim nadir filmlerinden biri. Match Point (Maç Sayısı) adlı bu filmin açılış sahnesinde, bir tenis oyunu görürüz. Oyunun finalinde top nete çarpar ve havalanır. Sahanın hangi tarafına düşeceğini kestirmek mümkün değildir. Sonradan ana karakterin sesi olduğunu anlayacağımız bir dış ses bize şunları söyler:

“İyi olacağıma şanslı olayım, diyen adam hayatın sırrını çözmüştür. İnsanlar hayatın ne kadar büyük bir kısmının şans tarafından belirlendiğini teslim etmekten çekinirler. Bu kadar çok şeyin kontrolümüzün dışında olduğunu kabul etmek korkutucudur çünkü. Bir oyunda öyle anlar vardır ki, top nete çarpar ve saniyenin onda biri kadar bir zamanda havada asılı kalır. Bu anda ileri de geriye de düşebilir. Biraz şansınız varsa ileriye düşer ve kazanırsınız. Ya da belki de düşmez ve kaybedersiniz.”

Anladım ki, “iki paralar” olayı da bu prensibe göre işlemiştir. Hayat berbat, kayıplar kaçınılmaz, insanlar çoğu kez acımasızdır. Ama bazen top sizden yana düşer ve kazanırsınız.

Hatta bazen öyle olur ki, siz dönüşü olmayan bir noktaya geldiğinizi düşünseniz bile, hoş gülüşlü biri çıkıp gelebilir ve dünya ışıkla dolabilir.


Monday, July 16, 2012

Feriköy Mezarlığı’nda Randevu


BirGün
15 Temmuz, 2012

Barış Uygur’un İletişim Yayınları’ndan çıkan Feriköy Mezarlığı’nda Randevu adlı polisiyesi bir kayıp hikayesi ile başlıyor.

“Divanın üzerinde uzanmış pencerenin önünden geçen ayakları seyrediyordum. Yapmam gereken bir iş vardı. Genç bir kadın kaybolmuştu ve ben bulacağımı taahhüt etmiştim. Ama nasıl?”

Bunları düşünen Süreyya Sami bir polis eskisi. Oy vermese de seçim sonuçlarını, takım tutmasa da maçları, kendisi pek katılmasa da hayatı dikkatle izleyen biri. Tanju Okan şarkılarıyla Sadri Alışık filmlerinden çıkmış duygusallığını genellikle yumruklarıyla gizliyor. Teşkilattan ayrılalı çok olmuş ama arada bir dolabındaki iki kravattan birini takıp iş takip ediyor. Bu öyküde de kayıp bir kadının peşine düşmesi için tutuyorlar onu.

"Annem yıllar önce bana 'Bir kadın aranmak istemiyorsa, onu asla arama. Bazı kadınlar, sen onları ara diye aranmak istemiyormuş gibi yapabilir. Onları da arama. Aranmak isteyen bir kadını da arama, bırak o seni bulsun,' demişti. Annemin bütün öğütlerine uysaydım zaten şimdi bambaşka yerlerde olmam gerekirdi.”

Böyle diyor Süreyya Sami. Oysa bütün bunları dert edecek kadar çok kadın yok hayatında. Bayağı yalnız biri o. Ama yalnızlığını süslemiyor hiç. Verili bir şey olarak kabul ediyor onu. Süreyya Sami, son zamanlarda polisiyeleri dolduran, kendi erkekliğiyle büyülenmiş o karakterlerden biri değil. Daha insan biri. Gömleği kirli, paçası sökük, kravatında yağ izleri var. Başka türlüsünü bilmiyor bile. Kavruk ve uyumsuz, bir kenarda duruyor. Kadınlara karşı da son derece savunmasız. Onu ilginç kılan da bu aslında. İncinebilir biri olması yani.

Barış Uygur bu noktayı çok iyi yakalamış. Üstelik hainlik bu ya, duygusal ilişkiler söz konusu olduğunda ergenlikte takılıp kalmış bu karakterin karşısına güçlü ve ne istediğini gayet iyi bilen bir kadın çıkarmaya karar vermiş. Bütün romanın ruh halini belirleyen de bu karşılaşma oluyor zaten.

Süreyya Sami’nin kayıp kız Deniz’i ararken tanıştığı Emel’in karşısındaki çaresizliği, cinsler arasındaki dengesizlikle birlikte sınıfsal bir eşitsizliğe de dayanıyor. Yazar özellikle bu duyguyu uyandırmakta çok başarılı. Pahalı mobilyalarla döşenmiş ofislerin, şık ve markalı giysilerin, lüks lokantaların etrafa yaydığı terörü hikaye boyunca hissettiriyor. Çorbacılardan, çay bahçelerinden, pidecilerden başka bir şey bilmeyen Süreyya Sami’nin bu dünyada pek bir şansı olmadığını daha başından anlıyoruz.

Bütün bunlar, Feriköy Mezarlığı’nda Randevu’nun sıkıcı toplumsal tahlillerle dolu ağırbaşlı bir kitap olduğunu düşündürmesin. Tam tersine, yazarın mizah duygusu hemen her satırda hissediliyor. Mesela Emel ile ilk randevusuna hazırlanan Süreyya Sami’nin anlatıldığı kısım unutulacak gibi değil. Bu sahneyi okuduktan sonra, muhtemelen siz de kimi buluşmaları hatırlayacaksınız. Saçlarını dana yalamış gibi alnına yapıştıranlar, yeni gömleğinin yakası boğazına dayandığı için huzursuz huzursuz kıpırdananlar, sürdükleri ağır kokuya kendileri bile dayanamadıkları için öksürüp duranlar. Hepsi bir bir gözünüzün önünden geçebilir.

Belli ki bu sıra dışı karakterle son görüşmemiz değil. Barış Uygur kitabının bir köşesine “Bir Süreyya Sami polisiyesi” ibaresini düştüğüne göre, anlaşılan onunla yeniden karşılaşacağız.

Onun için bu kitabı okumakta, özellikle de yukarıda sözünü ettiğim bölümü akılda tutmakta fayda var. İlk buluşmadan önce erkeklerin neler yapabileceğine dair paha biçilmez bir kaynak olduğu için değil. Yani sadece bunun için değil. Daha çok her konuda hazırlıklı olmak isteyen Süreya Sami’nin kişiliğine dair ileride çok işe yarayacak bilgiler verdiği için.

Yeniden görüşeceksek bu bilgilere ihtiyacımız olacak. Serinin devamını heyecanla bekliyoruz.




Monday, July 09, 2012

İnsanlar, hayvanlar ve yırtıcı hayvanlar

BirGün
08 Temmuz 2012

Kaçmak tamamen imkansız olduğu için katılmak zorunda kaldığım bir toplantıda aristokrat bir aileden gelen yaşlıca ama pek alımlı bir hanımın yanına düşmüştüm. Siyah gece elbisesinin üzerine doladığı ipek şalına sarılmış etrafı seyrediyor, arada bir hoşuna gitmeyen bir şeyler gördüğünde küçük bir kız gibi omuz silkiyordu.

Bir ara bakışlarının tabağıma takıldığını hissettim. “Bunu mu yiyorsun?” dedi bana.

Kadından etrafa yoğun bir otorite yayılıyordu. Ben de gayri ihtiyari tabağıma baktım. Oldum olası sebzeciyimdir. Tabağımda yarısı yenmiş bir enginar ve biraz da garnitür vardı. Bezelyelerle göz göze gelince, bakışlarımı kaçırdım. Onları hayal kırıklığına uğratmış gibi hissediyordum. Kadına bir cevap vermeliydim.

“Sebze severim ben” dedim suçlu suçlu gülümseyerek. Bir okul çocuğu bile bundan daha iyisini düşünebilirdi. Ama o anda aklıma gelen tek şey buydu. Ayrıca kadın sivri topuklarını masanın altında sabırsızlıkla tıkırdatmaya başlamış ve sessizlik biraz sinir bozucu bir hal almıştı.

Leopar desenli şalın üzerindeki siyah saçlı kafa hafifçe kıpırdandı, sürmeli gözler şüpheyle kısıldı ve kırmızı rujlu ağız benimle konuştu: “Zayıflamak içinse boşuna uğraşma! Sebze yiyerek olmaz.” “Yooo, seviyorum gerçekten” gibilerden bir şeyler diyecek oldum ama pek işe yaramadı. Bu zayıf itirazı elinin küçük bir hareketiyle savuşturdu.

Ardından uzun bir açıklamaya girişti. Büyük bir iştahla anlattığına göre, doğadaki bütün güzel ve atletik hayvanlar et tüketmekteydiler. Kaplanlar, panterler, leoparlar… Bunların hepsi etobur hayvanlardı. Ya otla beslenenler? Develer, inekler, koyunlar (bu noktada bana göz ucuyla şöyle bir baktı) hiçbiri şekli şemali yerinde hayvanlar sayılmazdı.

Bir yandan dinliyor, bir yandan da düşünmeye devam ediyordum. Hayat garipti. Bir kaç dakika önce keyifli keyifli enginarımı yiyordum. Ama şimdi dünya birden National Geographic olmuştu. Tekinsiz bir cangılın ortasında kalakalmış gibiydim. Hanımefendi konuşmasını “Ete Övgü” diye özetleyebileceğimiz bir epilogla sona erdirdi.

Söyleyecek pek bir şey bulamıyordum. Belki “Meeee” diyebilirdim. Ama bu da pek akıllıca görünmedi bana. Bu kadın kesinlikle yırtıcı hayvanlar kategorisindeydi. Biraz aç kalsa, beni afiyetle yerdi. Hiç şüphem yoktu bundan. Zaten kuzu kapama tarifi de vermişti. Kendimi büyük bir fırında sarmısaklar, kekikler ve biberiyeler arasında ağzımda bir ayva parçası ile yavaş yavaş pişmeye bırakılmış olarak düşündüm. Sinirlerim bozuldu. Tabağımda bekleyen bezelyeleri ağzıma atıp hırsla çiğnemeye başladım.

Çiğnerken birden fark ettim ki, yanında oturmak şerefine nail olduğum bu hanım İngiliz mizah yazarı Saki’nin öykülerinden fırlamış gibiydi. Hatta Saki’nin teyzelerinden biriyle akşam yemeği yiyor olabilirdim. Bunu hayal edince gülmeye başladım. Hatta bu eğlenceli fikirden cesaret bulup biraz sonra ana yemek servis edildiğinde “afiyet olsun” bile diyebildim ona. Şimdi bu densizliği düşündükçe tüylerim ürperiyor, orası ayrı.

Asıl adı Hector Hugh Munro olan Saki, on dokuzuncu yüzyılın sonunda Burma’da muhtemelen heyecanlı ve ilginç bir hayata doğmuş, fakat bir takım talihsizlikler nedeniyle ailesini kaybedince İngiltere’deki yaşlı büyükannesi ve evlenmemiş teyzelerinin yanında büyümek zorunda kalmıştır.

Fatih Özgüven’in İnsanlar, Hayvanlar ve Yırtıcı Hayvanlar adlı derleme için çevirdiği öykülerde, Saki’nin huysuz teyzeleri arasında geçen sıkıcı çocukluğunun izleri bariz bir şekilde görülür. Vasiliğini yapan bu yaşlı ve son derece tehlikeli kadınlardan bir türlü kurtulamadığı için, onlardan daha yırtıcı hayvanlar hayal edip intikam hayalleri kurmuş bir çocuğun hikayeleridir bunlar. Ve hepsi birbirinden iyidir.

Üst sınıfın kasıntılı halleri ile inceden inceye dalga geçmeyi bir spor haline getiren Saki, asıl derdi mizah olduğu için olsa gerek, orantıları bozuk grotesk karakterler yaratır. Öyle garip kişilerdir ki bunlar, onlarla gerçek hayatta karşılaşabileceğimiz aklımızın köşesinden bile geçmez.

Oysa, ne kadar fantezi ile beslense de, edebiyat kuvvetini hayatla kurduğu bağdan alır.

Saki için de böyledir bu. Onun için adabı muaşeret bilen dahi kedilerle, hain ve şakacı su samurlarıyla ya da bir akşam yemeğinde yanınıza düşebilecek iştahlı leopar-kadınlarla her an karşılaşabilirsiniz. Hazırlıklı olun.

Sunday, July 01, 2012

Sönmüş Hayaller


01 Temmuz, 2012
BirGün

Berkeley’de en çok sevdiğim şey tuvalet yazılarını okumaktı. Hiç sektirmeden duvar gazetesi okur gibi takip ederdim. Bazıları günlük olaylara işaret ederken, bazıları da daha geniş bir zamana yayılır, hayat dersi verirdi. Bir tanesini hiç unutmuyorum. Birisi tuvaletin kapısına kocaman kırmızı harflerle “Büyük Umutlar” yazmıştı Dickens’in romanına istinaden, başka biri de kurşun kalemle altına silik soluk bir “Sönmüş Hayaller” iliştirmişti.

Bu bana oluşum romanlarının mükemmel bir özeti gibi görünmüştü. Evet, böyle olmaz mıydı her zaman? Roman karakterleri mutlaka büyük hayaller kurarlar ve sonra bu hayallerin peşinde koşarken büyük hatalara düşerlerdi. Ondokuzuncu yüzyılda yazılmış Fransız romanları özellikle bu hayallerin gümbür gümbür yıkıldığı noktayı işaret etmez miydi? Tuvalet yazısını üşenmeyip çiziktirmiş o kızın yazdığı gibi, “Sönmüş Hayaller” bu tarz hikayelerin en önemlisi sayılırdı aslında.

Balzac’ın bu meşhur üçlemesinin Taşralı Bir Büyük Adam Paris’te adlı ikinci kitabında, genç ve yetenekli bir şair olan Lucien bir gazeteci olarak Paris sosyetesinde kendine bir yer edinmeye çalışır. Önce annesinden kalan ve soylu çağrışımları olan de Rubempré soyadını alır. Sonra kendi konumunda bulunan herkesin yaptığı gibi, şehrin kalbi sayılan varyetelerden aktris bir sevgili edinir. Paris’te görünür olmak için belli ki bu gereklidir. Muhalif basından iş çıkmayacağını anlayınca, saf değiştirip kraliyet yanlısı bir gazetede yazmaya başlar ve hükümeti destekleyen bir dil tutturur. Ardından bir takım sahtekarlıklara karışır ve gitgide yozlaşır.

Böylece, özlemlerle dolu bu karakterin bütünlüğünü yitirip parçalanışını izlerken buluruz kendimizi. Lucien, romanın başında hayal ettiği yüksek değerleri birer birer kaybeder. Aşkını, edebiyatını, hayatını tümüyle pazarlamış, en kıymetli şeylerini satışa çıkarmıştır. Üstelik bunun tamamen farkındadır. Kardeşine gönderdiği 15 bin franka eklediği mektuba şunları yazar: “Kendimi öldürmek yerine hayatımı sattım.”

Ancak yoksulken olduğundan çok daha mutsuzdur şimdi. Sonunda aldığı şekle dayanamaz hale gelir ve intihar eder.

“Hayatımın en büyük trajedilerinden biri Lucien de Rubempré’nin ölümüdür,” demiştir Oscar Wilde.

Romanı okuduğunuz zaman, Wilde’ın bir roman kahramanının ölümünden neden bu kadar derinden etkilendiğini anlarsınız. Lucien’in ölümü sanatçının ölümü anlamına gelir çünkü. Onun romanda yaptığı anlaşma Faustvari bir ruhunu satma hamlesidir. Wilde’a acı gelen de herhalde budur.

Şimdilerde Lucien’i sık sık düşünürken buluyorum kendimi. Türkiye hiçbir dönemde sanat ve sanatçıyı el üstünde tutan bir ülke olmadı. Sanat ya da edebiyat için elverişli koşulların yaratıldığı, genç insanların bu yönde teşvik edildiği bir coğrafyada yaşamıyoruz. Ama işlerin bu kadar berbat olduğu bir dönem daha yaşadığımızı da hatırlamıyorum.

Tiyatroların, konser salonlarının birbiri ardından kapatıldığı, adam gibi kitaplar basan yayınevlerinin zorla ayakta kaldığı, muhalif gazetelerin yöneticilerinin ve yazarlarının hapse atıldığı bir zamanda yaşıyoruz.

Bu durumda, yazıp çizmek isteyen, edebiyat ya da sanatla uğraşmayı hayal eden insanların şansı ne olabilir?

Her biri büyük hayallerle taşradan büyük şehirlere gelmiş yetenekli ve akıllı bunca genç insan. Hepsi başka başka alanlarda kendini göstermek umudunu taşıyor. Genç şairler, yazarlar, ressamlar, aktörler.

Bütün bu yetenekli insanlar bir kaç sene sonra acaba nerede olacaklar? Hükümeti destekleyen gazetelerin birinde köşe mi tutacaklar? Reklam panoları mı tasarlayacaklar? Televizyon için muhafazakar komediler mi yazacaklar? Yoksa o dizilerde hepsi birbirini tekrar eden roller oynayarak körelip gidecekler mi?

Böyle düşününce, ortalık Lucienlerle dolacak gibi geliyor bana. Üzülüyorum.