16 Aralık 2012
Taksim
civarlarında genellikle öğrencilerin gittiği sevimli bir kafe var. Ben de arada
bir kağıt okumak ya da bir şeyler yazıp çizmek için uğruyorum. Geçen gün yine uzun
uzun oturdum orada. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım bile. O sırada sokaktan
insanlar gelip geçti. Güneş yükselip alçaldı. Kafenin içindeki ışık solar gibi
oldu, renkler değişti.
Bir ara
kağıtlardan başımı kaldırdığımda, yanımdaki masada yeni bir çift oturuyordu. Simsiyah
giyinmiş asık suratlı bir oğlan ile, sarışın ufak tefek bir kız.
Az sonra o
taraftan sesler yükselince, konuşmalarına kulak kabarttım. “Hiç Nietzsche
okudun mu?” diye soruyordu oğlan. Fakat kız galiba pek ilgilenmiyordu. Bıkkın
bir şekilde sağa sola baktı. O cevap vermeyince oğlan devam etti: “Peki sence,
maddede boşluk var mı?” Konuşma iyice ilginç bir hal almıştı. Buraya nasıl geldiğini
anlayamasam da, bundan sonra nereye gideceğini çok merak ediyordum. Ama kız hiç
yardım etmiyordu. Göz ucuyla baktım: İlk kez görmüş gibi elini inceliyordu. Bunun
üzerine oğlana döndüm. Maddenin sürekliliğine dair bir tirat bekliyordum ondan.
Ya da en az bir iki paragraflık bir durum analizi.
Ancak oğlan
ikisini de yapmadı. Onun yerine, masanın üzerinden uzandı, kızın elini tuttu ve
şöyle dedi: “İşte sen benim içimdeki boşluğu dolduruyorsun, aşkım.”
Böyle zamanlarda
ümitsizliğe kapılıyorum. Her şeyin hızla değiştiği bu dünyada, neden bazı
şeyler inatla aynı kalıyor? Kendine çok derin biriymiş süsü vererek kadınları baştan
çıkarmaya çalışan bu adamların üretildiği bir yer mi var? Her gün yeni modeller
mi sürüyorlar piyasaya?
Bu adamları görünce
aklıma hep Tutunamayanlar’daki Metin
geliyor. Ucuz aşk romanları ve tangolarla kendinden geçen Metin. Bayat
klişelerin, eprimiş duyguların Metin’i. Turgut Özben, her sözünün arkasında
manalı sessizlikler bırakan bu adamı tek kelimeyle tahammül edilmez bulur. Onun
bu çiğ romantizminin, sahte hüznünün altındaki bencilliği görür:
“Sıcak olduğu halde koyu lacivert elbisesini
giymiş. Siyah elbisesi olsaydı onu giyerdi. Üzülme ölmezsin. Seksen yaşını bulursun
bu ıstırapla sen Metin Bey. Karını bile gömersin de, üzüntüden bir daha
evlenmiş bulursun kendini. Kendinden daha basit kadınlar bulursun evlenmek
için, foyan meydana çıkmasın diye. ... Limonata-pasta-komparsita düğünü yaparak
evlendin; bir önceki unutulmaz aşkının elemini bir sonraki kızın kollarında
unuttun ve Allah kahretsin, belki de bu kelimelerle anlattın durumunu kıza
evlenme teklif ederken.”
Yıldız Ecevit’in
pek güzel anlattığı gibi, Metin Kutbay bayağılıkların, zevksizliklerin, yozlukların
vücut bulmuş halidir. Sicim gibi kravatından tutun da altın şövalye yüzüğüne
kadar bir çirkinlik abidesidir. Yaptığı zevzeklikler ise ayrıca sayfalar doldurur.
Turgut’la geçirdiği uzun
gecenin sonunda, birden ayağa fırlar Metin: “Ben,” dedi, bir an ayakta durdu, sonra bir şey
hatırlamak istermiş gibi elini alnına götürdü. “Fakat aşk…” dedi. Ellerini
havaya kaldırdı, dengesini kaybeder gibi oldu. “Bir dakika geliyorum” diyerek
uzaklaştı.
Oğuz Atay’ın Metin’i sohbetin tam da bu noktasında helaya
göndermesi tesadüf değildir. Bunu yaparak böyle adamların en fazla oraya layık
olduklarını söyler gibidir.
Metinler ilk anda size de çekici gelebilir. Ama biraz dikkat
ederseniz ezberden konuştuklarını görürsünüz. Bu adamlar ki, eninde sonunda “Fakat
aşk…” diyecekler ve içlerindeki bunca kokmuş laf bağırsaklarını bozduğu için
koşarak mekanı terk edeceklerdir.
“Maddenin boşluğu”
belki de sadece böyle bir şeydir.
"Ama kız hiç yardım etmiyordu"...
ReplyDeleteEtmiyorlar... O yüzden oluşuyor boşluk. Boş kalıyorlar, boş bırakıyorlar. Boş...