9 Aralık 2012
Çocukluğumda
bizim mahalleye ara sıra gelip giden bir deli vardı. Yaz akşamları kapı kapı
dolaşır, popüler şarkılardan tutun da reklam müziklerine kadar aklına ne
gelirse bağıra çağıra söylerdi.
Sesi berbattı
aslında. Ama sevimli bir adamdı. Çocuklarla şakalaşır oynardı. Oğlanlara yoldan
topladığı bilyeleri verirdi bazen. Tamamen zararsız göründüğü için kimse
ilişmezdi ona. Hatta balkondan uzanıp bozuk para atarlardı. Arada bir kötü
niyetli kişilerin para yerine düğme ya da gazoz kapağı attığı da olurdu gerçi.
Bizimki hepsini aynı güler yüzle toplar, itinayla cebine yerleştirirdi.
Bir gün onu
bakkalda alışveriş yaparken gördüm. Ekmek arası helva yaptırmış, parasını ödemeye
çalışıyordu. Tezgaha bir avuç düğme bıraktı ve kendinden emin bir şekilde
yürüyüp çıktı. Bakkal önce ne diyeceğini bilemedi. Peşinden koşsun mu karar
veremedi. Dükkanın önünde oturan gençler, “Allahın delisi işte!” dediler.
Bakkal da, “Hep bizi bulur!” diye söylendi biraz. Sonra da boş verdi gitti.
Geçen gün kantinde
kahve alırken cüzdanımdan bozuk para yerine dalgınlıkla bir düğme çıkarıp
kasaya uzatınca, kasadaki çocuk gülümsedi. Paltomun düğmesini utanç içinde
cebime koydum. Böyle şeyleri arada bir yapıyorum.
Kahvemi alıp
sınıfa doğru yürürken, birden mahallenin delisini hatırladım. Güneşten rengi
iyice açılmış kumral saçları, yüzünü sildikten sonra cebine tıkıştırdığı
mendili ve hatta ayağını yere vurup tempo tutarak söylediği reklam şarkısına
kadar her şey bir bir canlandı: “Ekiz zeytin yağları/Ekiz zeytin yağları/Hem nefistir
hem leziz/Ekiz zeytin yağları.”
Beni o adamdan
farklı mıyım, dedim kendi kendime. Neticede ikimiz de düğme karşılığında bir
şeyler almaya çalışmıştık. O zaman benim maceramı kabul edilebilir kılan neydi?
Sonradan özür dileyip düğmeyi cebime koymuş olmam mı? Kantinci çocukla
karşılıklı gülüşmemiz miydi yoksa? Peki, ya düğmeyi kabul edip bana kahve
verseydi ne olacaktı? Her şey bir yana, düğmeyle kahve almanın aynı şeyi bir
kağıt parçası uzatarak yapmaktan ne farkı vardı? Geçerliliği konusunda fikir
birliğine vardığımız kimi toplumsal kabuller mi? Ya da bunların kurumsallaşmış
olması mı?
Altın Defter’de Doris Lessing, bizi delilikten alıkoyanın
sadece toplumsal hayata değil, varlığımıza dair de bir ön kabul olduğunu
söyler. Ona göre akıl sağlığımız sadece, “ayağımızın altında halının kaba
dokusunu hissetmenin, tenimizde güneşin sıcaklığını duymanın ve kemiklerin
kaslarımızın altında kolayca hareket ettiğini bilmenin iyi bir şey olduğuna
dair kanaatimize” bağlıdır.
Bunu söyleyerek,
güzel olduğu kabul edilen bütün bu hislerin aksinin de mümkün olduğunu ve
farklı bir algıda bunların hepsinin cehennem azabına dönüşebileceğini ima eder,
Lessing. Varlığımıza dair en dolaysız tecrübemizi soruya açmış olur böylece.
Aklımızı
kaybetsek de, insan olmanın akıldan ziyade duyularla ilgili olduğunu
düşündüğümüz bu yanına hep sahip olacağımıza inanmak isteriz. Benliğimizin
hazza dayalı olan kısmının deliliğin tehdidine açık olduğu hiç gelmez
hatırımıza.
Güneşin herkesi
aynı şekilde ısıttığını, çimenlerin hepimizin ayağını aynı şekilde
gıdıkladığını, rüzgarın saçlarımızı hep aynı şekilde dağıttığını düşünürüz.
Oysa bütün
bunların hiçbir garantisi yoktur. Güneşin bizi kavurmayacağından, çimenlerin
birer yılan olup ayağımıza dolaşmayacağından emin olamayız. Bir gün rüzgarın
kulağımıza delice sözler fısıldayıp fısıldamayacağından da.
Şimdilik
güvendeyiz elbette. Ama ötesini kim bilebilir? Belki de sonrası kolayca
aşılacak bir eşiktir. Ardından da varsa yoksa Ekiz Zeytin Yağları.
çok güzel, bütünlüklü bir yazı...
ReplyDelete