Saturday, March 09, 2013

İktisat ve Moleküller


BirGün Pazar
3 Mart 2013

Geçen hafta, eski öğrencilerimden biri, rüyasında beni gördüğünü yazdı. Matematik dersi veriyormuşum. Hiç şaşırmadım doğrusu! Sonuçta senelerdir ben de aynı kâbusu görüyorum. Her dönem kan ter içinde uyanıyorum. Sonra okul başlayınca geçiyor. Fakat bu sefer sınavda cebir yerine iktisat soruları sormuşum. Buna şaşırdım işte. Kendimden bunu hiç beklemezdim.

Bir süre bu fikirle gönül eğlendirdikten sonra (başkasının kâbusu olunca insan daha neşeli olabiliyor), gerçekten iktisat sorusu sorabilir miyim, diye düşündüm. Sonra, neden olmasın, dedim kendi kendime, o kadar matematik dersinden sonra, bunu da yaparım alimallah!

Şaka bir yana, iktisat ve edebiyat çok eğlenceli bir ders konusu olabilir. Üstelik insanın “Kimi okutacağım acaba?” diye düşünmesine de gerek kalmaz. Para meselelerini kendine dert edinen yazarların sayısı hiç de az değildir çünkü.

Kiminin işi budur zaten. Dünyaya baktıkları zaman en genel haliyle bir “ev idaresi” görürler. Onlar için insan,“homo economicus,” yani, klasik iktisat teorisi'ndeki anlamıyla, kendisine her koşulda maksimum fayda sağlayan seçenegi tercih eden, hep rasyonel davranan ve öncelikle çıkarlarını kollayan kişidir. Mesela kendisi de iktisat eğitimi almış olan İngiliz yazar Fay Weldon, evlerini ve hayatlarını en ince detayına kadar tanzim etmeye çalışan ama bu konuda başarısız olan insanları anlatır. Bunu yaparken de, karakterlerinin harcadığı her kuruşun hesabını tutar, satın aldıkları her şeyin fiyatını okuyucuya söylemekte ısrarlı davranır. Öyle ki, bir süre sonra elinizde bir roman değil de uzunca bir alışveriş listesi ile Londra sokaklarında dolaşıyormuş gibi hissedersiniz kendinizi.

Fakat bu konuda bambaşka nedenlerle hassas olan yazarlar da vardır. Dostoyevski gibi mesela. Kendisi de çok fakirlik çektiği için olsa gerek, yoksul karakterlerin hayatını anlatırken illa ki çok ayrıntılı bilgiler verir bize: Kaç paralarının olduğunu, bunun ne kadarını harcadıklarını, ne kadarını biriktirdiklerini, ne kadarını mektupla kardeşlerine falan yolladıklarını... “Suç ve Ceza”da daha romanın başından Raskolnikov’un cebinde kaç kuruş kaldığını öğreniriz. Onun daha önce tefeciye bıraktığı saat için kaç para aldığını da biliriz. Marmeladov’un karısından çalıp da içkiye yatırdığı paranın miktarını söyler bize, Dostoyevski. Sonya’nın fahişelikten kazanıp üvey annesine verdiği paranın kaç kopek olduğunu da.

Thomas Mann’ın para meselelerine eğilmesi ise yoksulluktan değildir. Orta sınıf hayatlara dair hikayelerin virtüözü olan yazar, dahil olduğunu sınıfın zaaflarını sergilemekten hoşlanır, hatta onlarla hep inceden inceye dalga geçer. Mesela “Harika Çocuk” adlı hikâyesinde, konser salonunun şatafatını ve izleyicilerin rüküşlüğünü ballandıra ballandıra anlattıktan sonra, okuyucuyu bilet ücretlerine dair bilgilendirmeyi de unutmaz: Ön sıralar 12 marka satılmaktadır, çünkü emprezaryo iyi olan her şeyin bedelinin yüksek olması gerektiğine inanmaktadır.

Zaten Mann’ın karakterleri, sürekli bir gelir gider hesabı yapıp dururlar. Yine aynı öyküde, bir iş adamının konseri dinlerken düşündüklerini aktarır bize anlatıcı:

“Sanat,” diye düşündü papağan burunlu işadamı, “Evet, hayata neşeli bir şeyler eklediği doğru: Azıcık beyaz ipek, birazcık da tımbır-tımbır. Gerçekten hiç de fena çalmıyor. Sadece önde elli koltuk var, her biri 12 mark olsa, toplam 600 mark eder. Kirayı çıkar, elektriği ve matbaaya ödenen parayı çıkar, toplam 1000 mark kâr bırakır bu. İyi iş valla!”
 
Yine de benim bütün bu para meseleleri içinde en çok hoşuma giden, James Joyce’un “Ulysses”inde  Stephen  Dedalus’un bir borç hikayesini anlattığı bölümdür.

Romanın ortalarına doğru bir yerde –kesin konuşmak gerekirse “Scylla ve Charybdis” adı verilen 9. Bölüm’de– Stephen, Milli Kütüphane’de,  aralarında şair George Russell’ın da olduğu bir grup insana, Shakespeare’in oyunu “Hamlet” üzerine teorilerini anlatmaktadır. Russell, onu Hamlet konusunda sıkıştırmaya başlayınca, Stephen birden şaire bir pound borcu olduğunu hatırlar. Bu parayı beş ay önce almış ve çoğunu Georgina Johnson aldı bir fahişenin döşeğinde harcamıştır. (Roman karakterleri ekseriyetle böyle sefih yaratıklardır.) Şimdi parayı ödeme zamanı gelmiş, hatta biraz geçmiştir bile. Fakat Stephen’in borcunu ödeyecek parası yoktur. Bunun üzerine, ayaküstü bir hesaplaşmaya girer: Bir yandan vicdanının “Borçlusun!” diyen sesine kulak verirken, öteki taraftan da bu işten sıyrılmaya çalışır. Bunları düşünürken dâhiyane bir çözüm bulur. “Dur hele,” der kendi kendine, “Beş ay oldu. Moleküller değişiyor. Ben şimdi başka ben oldum. Bir lirayı alansa başka bir bendim.”

Stephen her ne kadar sonunda,  anbean değişen bu biçimlerin altında yatan bir “varlık” olduğuna karar vermiş, ve insan hafızasının bütün bu “ben”leri bağlayıp tek bir kişi haline getirdiğini kabul etmişse de, bu tartışmanın en güzel tarafının “değişen moleküller meselesi” olduğunu düşünürüm hep.


Ancak böyle bir iktisada ikna olabildiğim için mi? Belki. Bilim adamlarının söylediğine göre, her yıl vücudumuzdaki atomların neredeyse tümü yenileniyor. Bu hesaba göre ben geçen seneki ben değilim artık. Acılar, üzüntüler ve pişmanlıklar gibi, geçen sene öğrendiğim her şeyi de çöpe atıp yeniden başlayabilirim.

Kararlara, seçimlere, ya da onların yol açabileceği irili ufaklı felaketlere dair endişe etmeme de gerek yok. Başka birinin başına gelecek olduktan sonra, neden dert edeyim ki!

Hem böylece, Stephen gibi ben de, bütün bu “ben”ler arasında bir süreklilik görebilirim belki. Mesela bu sayede, her dönem dersler başlamadan art arda kâbuslar gören kişinin,  sınıfa girdiği andan itibaren cengaver kesilen şu çokbilmiş şahısla aynı insan olduğunu kabul etmeyi başarabilirim.

Yoksa bütün çabalar boşuna.






No comments:

Post a Comment