Tuesday, July 23, 2013

Babanın Dili

BirGün Pazar
21 Temmuz 2013

Her yazarın otorite ile derdi vardır. Yazar dediğin, kendini merkezden uzaklaştıran, sesini başkalarınınkinden ayıran ve kimseye yaslanmadan konuşmaya cesaret eden biridir çünkü. En azından öyle olmalıdır. 


Ama edebi otoriteler ile başa çıkmayı başarmış yazarlar bile kimi zaman siyasi iktidarın karşısında seslerini kaybedebilirler. Onunla yüz yüze geldiklerinde sesleri ya hiç çıkmaz olur ya da renk değiştirir. Belki de orada ebeveynlik ve vesayet işleri daha çetrefil olduğu için böyledir bu.

Perihan Mağden de edebi babaları ile helâlleşmiş romancılardan biridir. Güzel laf etmek için yazanlardan değildir. Her zaman bir meselesi olmuş ve bunu da tamamen kendine has bir sesle söylemeyi başarmıştır. Evet, sesi bazen yüksek perdeden çıkar. Hem de Türk edebiyatında pek duymadığımız kadar. Ama onun bu ülkedeki edebi gelenekle hesaplaşma biçimi böyledir: Hikayeleri sıradışı, karakterleri marazi, dili çetrefillidir. Herkes bilir ki, Mağden keskin virajlardan hoşlanır. Onları hızlıca döner, okuyucuyu toz duman içinde bırakır. Bana kalırsa, Haberci Çocuk Cinayetleri’nden bu yana yazdığı her roman ilgi ve heyecan yaratmıştır.

Köşe yazarı olarak da okuyucusu üzerinde kuvvetli hisler uyandırdığını unutmamak gerekir. Seveni gibi sevmeyeni de yoğun duygularla bağlıdır ona. Kimse kayıtsız kalamadığına göre, ülkenin kültürel ikliminin oluşmasına katkıda bulunmuş ya da en azından bir kesimin ruh haline tercüman olmuş yazarlardan biridir diyebiliriz onun için.

Perihan Mağden geçtiğimiz hafta Taraf gazetesine verdiği söyleşide Gezi’ye dair konuşmuş. Gezi olaylarını şehirli bir hareket olarak gördüğünü ve desteklediğini söylese de, satır aralarında olan bitenden tümüyle memnun olmadığını anlıyoruz. Gezi’nin içindeki “çok çok temiz ve güzel damarı” övüyor da övüyor ama bir yandan da “Kemalizm’den, militarizmden, darbecilerden, ulusalcılardan o kadar nefret eden biri” olduğu için bu harekete canı gönülden destek veremeyeceğini de söylüyor. 

Perihan Mağden’in fikirlerini “yüksek sesle” ve dolandırmadan ifade etmesi yeni bir şey değil. Takdir edilmesi gereken bir özellik ayrıca. Herkes bu kadar açık yürekli olamaz. Fakat bu sefer ciddi bir kazaya uğramış bence. Hükümetin bu süreçteki en belirgin itibarsızlaştırma hamlesini, yani “İyi Gezi/Kötü Gezi” ayrımını benimseyip kullanması çok garip. Otoriteyle derdi olduğunu her fırsatta söylemekten hoşlanan bir yazar, resmi ağızlarda gevelene gevelene ufalanmış bu bayat görüşü neden tekrar eder? Belli ki Gezi’ye katılan insanların dönüşmeye, yakın durmaya ve birbirini anlamaya duyduğu ihtiyacı hissedememiş. Söyleşinin bir yerinde, Gezi’ye gelmeyi hiç düşünmediğini söylüyor. Keşke gelseymiş. Çünkü birçokları gibi o da ezberini bozamamış. Mesela “İyi Gezi” diye tarif ettiği şeyi, evlerinde bilgisayar oyunları oynayan şehirli çocuklardan ibaret sanıyor ki, sadece bu bile başlı başına bir felaket sayılabilir. 

Bununla kalsa idare edebilirdik belki. Ama “war craft” oynayan çocuklarla bitmiyor iş. Bir de “kedi yavrusu” Kürtler var. Mağden, Gezi olayları ertesinde bozulacağından endişe ettiği barış sürecini anlatırken şunları söylüyor: “Anneciğim! oldum, Eyvah barış süreci tehlikede! Kedi tehlike anında ilk iş yavrularını düşünür ve yavrularının üstüne oturur ya, benim de hissiyatım o oldu. Çünkü benim için bu ülkeye Türklerle Kürtlerin barışının gelmesinden daha önemli bir şey yok.

Söyleşinin bu noktasına kadar fikir ayrılıklarını olgunlukla karşılayabiliriz. Fakat bunu okuyunca ne düşüneceğimizi bilemiyoruz artık: Barışın herkes için gelmedikçe kimse için gelemeyeceğini anlamamış olmasına mı üzülelim? Yıllardır özgürlük mücadelesi veren bir halkın kaderini sadece AKP hükümetinin bekasına bağlı zannetmesini mi yadırgayalım? Kürtleri acizleştirdiği ölçüde kendisine iktidar atfeden Türk entelektüelinin kibrine mi şaşıralım? 

Türkiye’de okumuş yazmış kimselerin kendilerine büyük payeler biçmesi görülmemiş şey değildir elbette. Eğer doğrudan müdahil olmazlarsa, Kürt hareketinin dağılıp söneceğini, Ermenilerin buharlaşıp yok olacağını düşünenlerin sayısının hiç de az olduğunu sanmıyorum. Onları evcilleştirip “korunabilir değerler” hale getirdikleri müddetçe sevebilenlere de aynı derecede sık rastlanır. Yine de, itiraf edeyim, “kedi yavrusu” benzetmesini anlamakta zorlanıyorum. 

Aklın sınırları içinde anlamlandıramayacağımız laflar vardır. Bu da onlardan biri galiba. Bence bırakalım. Daha da konuşmayalım. 

Sonrasını anlatmaya zaten gerek yok. Söyleşiyi okuduysanız biliyorsunuz: Sonsuz müteşekkirlikler, eşekten düşen karpuzlar ve mütemadiyen kırılan kalpler. Muktedirin gücünü “iyi yönde” kullanabileceği ihtimaline inanmak isteyen birinin safdilliği mi desek? Ya da tamamen “babalaşmış” bir dünyada bir türlü kendine yer bulamayan bir kız çocuğunun sonu gelmeyen yakınmaları? 

Halbuki aynı Perihan Mağden, nevi şahsına münhasır üslubuyla kendini edebiyatın muktedirlerinden ayırmış, Türkiye’deki edebi geleneğe meydan okuyan romanlar yazmıştır. Onun da gidip iktidarın simgesel diline dolandığını görmek hiç hoş değil. Hele sevenleri için. 

Bir de Freud falan diyorlar ama, işte bunlar hep Lacan. Kişi ne kadar uğraşsa da, babanın dilini o kadar kolay terk edemiyor anlaşılan.

Tuesday, July 16, 2013

Günah Keçisi

BirGün Pazar
14 Temmuz 2013

J.M. Coetzee, 1999 Booker Ödülü'nü alan romanı “Utanç”ta basit ama çok sert bir hikâye anlatır. 

Cape Town’da bir edebiyat profesörü olan David Lurie, genç bir öğrencisi ile ilişkiye girdiği için üniversiteden uzaklaştırılır. Herhangi bir pişmanlık belirtisi göstermediği için dostları tarafından da terk edilmiş ve tamamen yalnız bırakılmıştır. Bunun üzerine, taşradaki çiftliğine sığındığı kızının basit hayatında huzur bulmayı dener. Fakat orada çok daha fazla şiddet ve kötülük ile karşılaşacaktır.

Utanç,” bu inançsız ve uyumsuz adamın kendisi ile yüz yüze gelmesinin ve pek başarılı bir şekilde olmasa da işlediği kabahatin kefaretini ödemeye çalışmasının hikâyesidir. 

Ancak hepsi bu değildir. Kitabın merkezine kişisel bir hesaplaşmayı koymuş gibi görünse de, Coetzee alttan alta “apartheid” sonrası yeni ve sancılı bir döneme girmiş Güney Afrika’nın geçirdiği dönüşümü anlatır. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Bütün inanç sistemleri sarsılmış, belirsizliklerle dolu ürkütücü bir döneme girilmiştir. En azından beyaz adam için böyledir bu. Roman açıldıkça, Lurie ile birlikte biz de bunu yavaş yavaş anlarız. 

Kitabın bir yerinde Profesör Lurie, başına gelenlere anlam vermeye çalıştığı bir anda, “günah keçisi” benzetmesine başvurur ve bunun bir zamanlar nasıl işlediğini anlatır:

Günah keçisi olmak, arkasında dinin gücünü bulundurduğu müddetçe geçerliydi. Kentin bütün günahlarını bir keçinin sırtına yükler ve onu kent dışına sürerdiniz. Böylece kenti günahlardan temizlemiş olurdunuz. […] Sonra tanrılar öldü ve kenti onların yardımı olmadan temizlemek gerekti. Sembolizmin yerine gerçek eylemler geçti. […] Uyanık olmak bir düstur haline geldi: Herkesin herkese karşı uyanık olması. Temizlenmenin yerini de böylece tasfiye aldı.” 


Profesör Lurie, içinde bulunduğu toplumun ahlâk kurallarına uymakta zorlanan, onları ikiyüzlü ve sathi bulan biridir. Onun için yukarıdaki yorum, hikâye boyunca devam eden kişisel hesaplaşmasının bir parçasıdır. Fakat bununla romanın daha derinden seyreden siyasi temasını da açık etmiş olur: Ritüeller ancak onlara inananlar olduğu sürece gerçektir. Eğer kimse bir arınma getireceğine inanmıyorsa, günah keçisi ilan etmenin de anlamı yoktur. O zaman keçi sadece yoluna gidecek, kent de günahlarından temizlenmeyecektir. 

Gezi olaylarındaki son gelişmeler, bana Coetzee’nin romanındaki “günah keçisi” tanımını ve bu eski uygulamadaki inanç bileşenini hatırlattı. Bu haftanın en önemli olayları arasında, Taksim Dayanışması’ndan 50 kişinin gecenin bir saatinde derdest edilip gözaltına alınması vardı. Biz onların derhal bırakılacağını bekleyeduralım, bugün 50 kişiden 12'sinin tutuklama istemiyle mahkemeye sevk edildiği haberi geldi. Bu yazının yazıldığı saatlerde, aralarında Mücella Yapıcı ve Ali Çerkezoğlu'nun da bulunduğu 5 kişinin, "suç işlemek amacıyla örgüt kurmak", "polise mukavemet" ve "2911 sayılı Gösteri ve Yürüyüş Kanunu'na muhalefet etmek" suçlarıyla itham edildiği bilgisi gazetelere ulaştı. 

Görünen o ki, hükümet Taksim Dayanışması’nı gözden çıkarmaya karar verdi. Halbuki kısa bir süre önce Başbakan Erdoğan aynı oluşumun temsilcilerini kendine muhatap almış ve onlarla Gezi Parkı meselesine çözüm bulabilmek üzere görüşme yapmıştı. Demek ki, o zaman bu şahısların bir suç örgütü kurmak üzere harekete geçmiş oldukları şüphesini taşımıyordu. 

Oysa Gezi ile başlayan olaylar büyüyüp de bir halk hareketine dönüşünce, anlaşılan bir günah keçisi ilan etmek kaçınılmaz oldu. Aralarında sivil toplum kuruluşları ve yasal partilerin de bulunduğu 124 bileşenden oluşan Taksim Dayanışması’nın temsilcilerinin illegal örgüt kurmak suçlaması ile yargı önüne çıkarılmasının garipliği bir yana, bir avuç insanın bu kadar kapsamlı bir toplumsal hareketten sorumlu tutulması da ayrıca inanılması güç bir iddiadır. 

Belli ki hükümet, bundan önce çok kereler yaptığı gibi, toplumsal olaylar karşısında iktidarı koruma refleksi ile davranacak ve ülkenin bütün sorunlarından birkaç kişiyi sorumlu tutmayı tercih edecektir. Günahları ile yüzleşmek yerine, onları bu kişilerin sırtına yükleyip kendini temize çıkarmaya kalkacaktır. 

Ne var ki, artık zaman değişmiş, dengeler bozulmuştur. Bu sefer günah keçisi ilan etmek işe yaramayacaktır. Çünkü Coetzee’nin de dediği gibi, günahların bir keçiye yüklenip kentin dışına sürülebilmesi için, herkesin bu ayine inanması, onun işaretlerini okuyabilmesi gerekir. Sembolik eylemler ancak sembolleri okumayı kabul edenler varsa geçerliliğini korur. Memleketin günahlarını sırtına yıkabileceğiniz keçiyi bulsanız bile bütün felaketlerden onun sorumlu olduğuna inandırabileceğiniz milleti bulmakta zorlanacağınız ortadadır. Gezi olayları yaşanmışken, artık kimse ülkenin sorunlarının bu şekilde çözüleceğine inanmayacak, meselenin bir iki kişiye tahvil edilmesine seyirci kalmayacaktır. 

Bu ortak inancın yok olduğu koşullarda, istediğiniz kadar günah keçisi ilan edin, yepyeni bir sayfa açıp siyaset hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam edemeyeceğiniz açıktır. 

Günahlar sonunda sizin sırtınızda kalacak, keçi ise yine kendi bildiği yere gidecektir. 

Görsel: Günah Keçisi, Huri Kiriş 2011. 

Doğu bir kariyerdir...

BirGün Pazar
7 Temmuz 2013


İngiliz siyasetçi ve yazar Benjamin Disraeli, 1847 tarihli romanı Tancred’de, aynı adlı kahramanını Doğu’ya gönderir. Genç Lord Montecute (yani Tancred), Londra’daki sıkıcı çevresini geride bırakacak, bir zamanlar atalarının gittiği yoldan geçerek kutsal topraklara ulaşacak ve Asya’nın sırrına vâkıf olacaktır. En azından yazarının ondan beklentisi budur.

Romanın bir yerinde, genç lordun Kudüs’e gideceğinden söz edilirken konuşmaya dalan biri, onun bir gün mutlaka geri döneceğini ima eder. Öyle ya, üst sınıftan gelen bir İngiliz ilelebet Doğu’da yaşayacak değildir herhalde. Bunun üzerine, Disraeli görmüş geçirmiş bir başka karaktere şunu söyletir: “O kadarını bilemem. Napolyon bile Akdeniz’i bir kere daha geçtiğine pişman oldu. Doğu bir kariyerdir.”

Birçokları gibi ben de, Disraeli’nin bu lafı ile ilk kez Edward Said’in Oryantalizm kitabının girişinde karşılaştım. Said, kitabının başında alıntıladığı bu sahneye metnin içinde bir yerlerde geri döner ve bunu Disraeli’nin kariyeriyle de ilişkilendirerek yeniden okur. Ona göre Disraeli elbette oryantalisttir. Her şey bir yana, bir siyasetçi ve yazar olarak Doğu’yla kurduğu ilişki üzerinden kendine bir meslek icat etmiştir. Fakat Said’in söylediği tek şey bu değildir. Ona göre, bu sürecin sonucunda Disraeli de dönüşmüştür aslında. Doğu’yu kendi memleketi saymaya başlamış, hatta onun üzerinde hak iddia eder hale gelmiştir.

Gezi Direnişi başladığından beri etrafımdaki Batılıların Türkiye’de olanları analiz etmek konusundaki hevesini de biraz buna bağlıyorum. Başından beri bu konuda yazılanları okuyor, konuşulanlara kulak veriyorum. Gariptir, Türkiye’de bir dönem yaşamış ya da meslekleri dolayısıyla ülkeye dair bilgisi olan bu kişilerin hemen hepsi, Gezi’de ve ertesinde olanları ıskalayan yorumlar yapıyorlar.

Uzun süredir Türkiye’de yaşayan bir akademisyen arkadaşım Gezi’nin bir öğrenci protestosu olarak kalacağından ve “sessiz kitleleri” harekete geçiremeyeceğinden emindi mesela. Bir başkası darbe olacağından endişe ediyor ve her an tankların köşeyi dönmesini bekliyordu. Bir diğeri ise olanlar için “İlginç,” dedi. “Sensin ilginç,” dedim ona. Artık canım burnumdaydı çünkü.

Sokaktaki herhangi bir göstericinin hemen hissettiği ama Türkiye üzerine kitaplar yazmış bu insanların gözden kaçırdığı şey neydi peki?

Aralarında Gezi’de olan biteni kendi gözleriyle görenler vardı. Onlar bile oradaki dinamikleri anlamaktan çok uzaktılar. Bunun laiklerle İslamcılar arasında bir çekişme olduğundan, modernlik ile gelenek arasındaki sürtüşmeden kaynaklandığından o kadar eminlerdi ki, Gezi’de yepyeni bir direniş biçiminin doğduğunu göremiyorlardı. Bunun yukarıdaki ikiliklere düşmeden birçok insanı aynı anda harekete geçirme gücü olduğunu da.

Gazeteler ise, üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yazıyorlardı: Mısır karşılaştırmasını esas alan “Türk Baharı” okumaları ya da Batı’daki başka “occupy” hareketleriyle bağlantı kuran ve meseleye küresel direniş perspektifinden bakma gayreti içinde olan yorumlar.

Bunların tümüyle haksız olduğunu söylemek istemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Bu hareketler arasında elbette akrabalık vardır, ona diyeceğim yok. Ancak bu okumaların daraltıcı ve yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Ben siyasetçi değilim. Ama sıradan bir insan olarak bile fark ediyorum ki, Türkiye’de olanlar, geçmişteki siyasi karşıtlıkların ötesine geçen, hatta bu coğrafyada başka yerlerde yaşanan çelişkilere benzemeyen bir karakter gösteriyor. Ve bu karakter nedeniyle de yeni bir bakış açısını, farklı bir anlayışı, yaratıcı okumaları talep ediyor.

Daha olaylar soğumadan yapılan bu hızlı analizlerin altında ise, böyle bir anlayıştan ziyade, dünya vatandaşı olduğunu düşünen ve gittikleri her yerde kendilerine bir tür ideolojik öznelik atfeden kişilerin parlak kariyerleri yatıyor. Bu telaşlı yorumlarda, birer meslek haline getirdikleri Doğu’yu anlamaya çalışmak yerine, onu kendilerine aşina gelen bir yerden okuma kolaycılığına sapan roman karakterlerinden izler buluyorum.

Ne var ki, bu karakterler yanılmaya mahkûmdur. “Asya’nın gizemi”ni çözmek amacıyla yola çıkan ve sonunda kendi zihninin yansımasıyla baş başa kalan Lord Montecute sadece onlardan biridir.

Edward Said, Disraeli’nin romanından yaptığı alıntıyla, bence tam da bunu söylemek ister: Doğu’yu kariyerlerinin ve hatta kimliklerinin bir parçası haline getiren kişiler onunla ancak beğendikleri, anladıkları ve şekil verebildikleri yerden ilişki kurmayı tercih ederler.

Belki de başka türlüsü mümkün değildir. Çünkü baktıkları şey Doğu değil, kendi kariyerleridir.

İç Güçler

BirGün Pazar
17 Haziran 2013


Gezi Parkı direnişi ile başlayan hareket, hükümet yanlısı basın organlarının sabah akşam ilan ettiği gibi, milletimiz ile dış güçler arasında gerçekleşen bir mücadele değildir. Aslına bakarsanız, yabancı basının genellikle yazdığı gibi, gelenekçiler ile modernler, tutucular ile ilericiler ya da Doğu ile Batı arasındaki bir çatışmaya da işaret etmez. Hatta, bana sorarsanız, bu çatışma hükümet ile muhalefet arasında bile değildir.

Gezi Parkı direnişi, sınırlı bir çevre hareketi olarak başlamış olmasına rağmen, çoğulcu ve kucaklayıcı tutumuyla kendi sınırlarını aşmış ve bütün iktidar ilişkilerini soruya açmıştır. Sermayenin tahakkümünden tutun yaşam alanı ile ilgili taleplere, inanç özgürlüğünden Kürt meselesine, kadın haklarından LGBT’ye kadar her türlü özgürlük talebi bu hareketin içinde kendisine yer bulabilmesini de ancak böyle açıklamak mümkündür.

Bana kalırsa, Gezi Parkı direnişi ile ortaya çıkan çatışma, ezberini bozabilenlerle bozamayanlar arasındadır.

Bu durum, hükümet için olduğu kadar muhalefet için de geçerlidir.

Onun için artık herkesin kendine biraz çeki düzen vermesinin zamanıdır. İşkembe-i kübradan sallayanlar, büyüklerinden duyarak ezber ettikleri lafları art arda sıralayanlar, bahanelerin arkasına saklananlar şimdi ne kadar endişelenseler yeridir. Çünkü onların zamanı geçmiştir artık. Moda tabirle, “bugünden yarına” her şey değişmeyecektir elbette. Ama Gezi Parkı’nda yaşananlar, yeni neslin bu safsatalarla devam etmeyeceğinin işaretidir.

Gezi tecrübesi bize şunu söylemektedir: Başörtüsü üzerinden din sömürüsü yapmaya kalkanlar kadar, başını örtüyor diye bir milletvekilini meclisten kovanların da zamanı dolmuştur artık. Herkesin kendine çeki düzen vermesinin, ezberini gözden geçirmesinin zamanı gelmiştir.

Dış güçler teorisi de bu ezberin önemli bir parçasıdır ve er geç aynı akıbete uğrayacaktır. İnsanları korku içinde bir arada tutmaya yönelik bu araç, otoriter rejimlerin bir numaralı silahıdır. Ortak bir düşman yaratmanın, halkı korku içinde birleştireceği ve demokratik talepleri ertelemeye sevk edeceği düşünülür. Halbuki, bu halk oturup bir kurtarıcıyı beklemeyeceği gibi, dış mihraklı güçlerin lafının geçtiği komplo teorileri ile oyalanarak zaman kaybetmeyecektir artık.

Çünkü Gezi olaylarına muhalefet edenler bile bir ölçüde hissetmiştir ki, şu anda devrede olan şey dış güçler değil iç güçlerdir.

Gidenler görmüştür, Gezi Parkı’nda her şey tamamen iç güçler tarafından yönetilmektedir. Gönüllü doktorlar, açık mutfak, gelen yardımların dağıtılması, bunların hepsi iç güçler tarafından gerçekleştirilmektedir. Her biri başka bir sınıftan, sokaktan ve anlayıştan gelen ve birbirine benzemeyen bu insanların birlikte durabilme becerisi ve barışçıl bir şekilde direnebiliyor olmaları da tamamen bundandır.

İç güçler bazen içimize sığmayıp gözyaşı olarak dışarı taşmaktadır.

Gezi Parkı’nda ilk kez sevilip korundukları için gönül borcu hisseden ve barikatlarda en önde durup üzerlerine düşen gaz bombalarını tutup geri atmaya çalışan sokak çocuklarına dair haberi okuduğumuzda olan budur mesela. Vali Mutlu  “Çocuklarınızı alanlardan çekin, yoksa olacaklardan sorumlu değiliz,” dediğinde parka gelip el ele tutuşarak çocuklarının etrafında güvenlik çemberi oluşturan anneleri izlerken yanaklarımızı ıslatan da iç güçlerdir.

İç güçler hafife alınacak şey değildir. Öyle kolay kolay ölçülüp biçilemez. Dış güçler gibi listelenip tasnif edilemez. Çünkü kalpten gelir, gönülden gelir, insanın göğsü ile karnı arasından bir yerden gelir. Utanç içinde yaşamaktansa onurlu bir hayatı tercih eden insanların cesaretinden gelir. Açken ve yorgunken bile, kendinden önce yanındakinin güvenliğini gözeten birini izlerken karnınıza yayılan sıcaklıktan gelir. Dahası, iyi bir iş yapıyor olmanın gönül rahatlığından gelir.

Devletimiz, hükümetimiz ve muhalefet partileri müsterih olsun. Artık iç güçler devreye girmiştir.

Ve bundan sonra hiçbir şey aynı olmayacaktır.

Düğün

BirGün Pazar
9 Haziran 2013


Türkiye’de çok garip şeyler oluyor. Her sabah kötü bir habere uyanmaya alışık bünyelerimiz yakında bu kadar iyiliğe dayanamayacak, hep birlikte kurdeşen falan dökeceğiz diye korkuyorum. Havada bir neşe, bir heyecan var. Kalabalıkların olduğu yerlerde birdenbire ortaya çıkıyor. Sokaklarda insanlar birden bir alkış tutturuyor. Denizde tekneler birbirini selamlıyor, bağırışlar sloganlar gırla gidiyor. Vapur düdükleri insan seslerine karışıyor.

Yollarda kendi kendine gülümseyen gençler görüyorum. Yaşlı başlı kadınlar kaldırımlara çökmüş sohbet ediyor. İşe gidenler belli, derli toplu giyinmişler. Ama ayaklarına birer lastik ayakkabı geçirmişler. Doğru, belki koşmak gerekebilir. Fakat kimse bunu dert ediyor gibi görünmüyor. Esnaf bile. Herkes dükkanını açmış, işine devam ediyor. Evet, bakkalda her şeyi bulamıyorsunuz. Ama birtakım şeylere ihtiyacı yoktur belki insanın. “Kahrolsun bağzı şeyler”dir hatta. Bunu anlıyorsunuz.

Herkes birbirine dikkatli davranmaya özen gösteriyor. Beni en çok şaşırtan şey bu. Küçük yerlerde belki her zaman öyledir, bilmiyorum. Ama çoğunluğun birbirini itip kakarak hayatta kaldığı bir kent olan İstanbul için, bu gerçekten çok acayip bir durum. Sokakta insanlar size yol veriyor, kapıları tutuyor, yanlışlıkla çarparsa özür diliyor. Herkes bayramda eve gelen misafirin yanında en iyi davranışını göstermeye çalışan çocuklar gibi davranıyor. Utanıp sıkılmasalar kolonya tutup şeker ikram edecekler birbirlerine.

Buna şaşacak bir şey yok belki de. Çünkü hakikaten meydanlara önemli bir misafir geldi.  Gezi Parkı’nda halkın ta kendisini misafir ediyoruz. Ya da daha doğrusunu söylemek gerekirse, orada herkes birbirini misafir ediyor. Gezi’nin bize verdiği en büyük ders bu: Karşımızdakinin de bizim gibi biri olduğunu öğreniyoruz. Onun da bizim gibi canı yanabilir, karnı acıkabilir, dertleri olabilir. Meydana girer girmez birileri yanınıza yanaşıp “Aç mısınız?” diye soruyor size. Susamışsanız su veriyorlar. Çoğu kişi teklif edilenleri almak istemiyor. Çünkü buna kendilerinden daha çok ihtiyacı olan birilerinin olabileceğini düşünüyorlar. Sonuçta, binlerce insanın doldurduğu meydanda insanlar huzurlu bir şekilde oturuyor, yemek dağıtılıyor, çöpler toplanıyor.

Böyle misafire can kurban.


Geçtiğimiz Pazar sabahı barikatlarla örülü mahallemize ellerinde çöp torbalarıyla bir sürü insan geldi. Sokağı derleyip toplamaya başladılar. Biz de eldivenlerimizi giyip torbalarımızı elimize alıp dışarı çıktık. Sokakta eski bir öğrencimle karşılaştım. Annesiyle beraber Üsküdar’dan gelmişti. Bizim mahallede çöpleri topluyorlardı. Öğrencim annesiyle beni tanıştırdı. Ben yaşlarda bir kadın. Elimizde çöp torbalarıyla birbirimize baktık. Galiba yanımızda çocuklar olmasa ikimiz de ağlayabilirdik. Ama ağlamadık. Onun yerine kalkıp çöpleri topladık.

Sokak biraz hale yola girdiğinde evimize dönüyorduk ki, gözümüze bizim apartmanın kapısında bir kalabalık ilişti. Aralarında kapıcımız da vardı. Tertemiz, pırıl pırıl bir çocuk. Ama bu sefer damat gibi giyinmiş: Tiril tiril beyaz gömlek, takım elbise, pırıl pırıl yeni pabuçlar. “Hayrola?” dedim, “Bizim oğlanın sünnet düğününü yapıyoruz, abla” dedi, “Köyden akrabalar da geldi.”

Baktım gözünün içi gülüyor. Belli ki çok mutlu, çok gururlu. Apartmanın altındaki lokantayla anlaşmış, misafirleri oraya yerleştirmişler. Bir yandan sokaktan geçenlere çikolata şeker dağıtıyorlar, bir yandan da düğüne gelenleri içeri kabul ediyorlar.

Biz de elimizde çöp torbaları, üzerimiz kir pas içinde lokantaya girdik. İçeride yine takım elbiseli ağırbaşlı erkekler, süslü kıyafetler giydirilmiş kız çocukları ve rengarenk başörtüleriyle güzel gözlü kadınlar arasında yerimizi aldık. Ben üstümden başımdan utandım biraz. Yırtık pabuçlarımı kapının arkasına sakladım. Kocam bir ara kulağıma eğilip “Çocuğa bir şey takmamız lazım,” dedi. Bir süredir para çekememiştik. Cebimizde kalanları birleştirip oğlana taktık. “Ne gerek vardı, abla!” dedi bizim çocuk. Dedim ya, çok düzgün bir insandır.

Biz oradan ayrılırken karşımızdaki lüks lokanta kapılarını açmış, göstericilere pilav dağıtıyordu. Halbuki biz orayı burnu büyük bir yer sanıyorduk. Yanılmışız. Pilav faslından sonra hep birlikte halay çekildi. Lokantanın başgarsonu halay başı olmuştu. Beyaz gömlekli ve siyah papyonlu kıyafetinin içinde omuzlarını titretip duruyor, beline sıkıştırdığı beyaz peçeteyi çıkarıp mendil yapmış ha bire sallıyordu.

Eve döndüğümüzde pencereleri açtık. İçeride hala hafif bir gaz kokusu vardı. Sonra oturup birer kahve içtik karşılıklı. Neredeyse hiç konuşmadan.

“Ne acayip bir ülkede yaşıyoruz!” dedi kocam gülerek. “Evet,” dedim ben de, “Müthiş bir yer gerçekten.”