21 Temmuz 2013
Her yazarın otorite ile derdi vardır. Yazar dediğin,
kendini merkezden uzaklaştıran, sesini başkalarınınkinden ayıran ve
kimseye yaslanmadan konuşmaya cesaret eden biridir çünkü. En azından
öyle olmalıdır.
Ama edebi otoriteler ile başa çıkmayı başarmış
yazarlar bile kimi zaman siyasi iktidarın karşısında seslerini
kaybedebilirler. Onunla yüz yüze geldiklerinde sesleri ya hiç çıkmaz
olur ya da renk değiştirir. Belki de orada ebeveynlik ve vesayet işleri
daha çetrefil olduğu için böyledir bu.
Perihan Mağden de edebi babaları ile helâlleşmiş
romancılardan biridir. Güzel laf etmek için yazanlardan değildir. Her
zaman bir meselesi olmuş ve bunu da tamamen kendine has bir sesle
söylemeyi başarmıştır. Evet, sesi bazen yüksek perdeden çıkar. Hem de
Türk edebiyatında pek duymadığımız kadar. Ama onun bu ülkedeki edebi
gelenekle hesaplaşma biçimi böyledir: Hikayeleri sıradışı, karakterleri
marazi, dili çetrefillidir. Herkes bilir ki, Mağden keskin virajlardan
hoşlanır. Onları hızlıca döner, okuyucuyu toz duman içinde bırakır. Bana
kalırsa, Haberci Çocuk Cinayetleri’nden bu yana yazdığı her roman ilgi
ve heyecan yaratmıştır.
Köşe yazarı olarak da okuyucusu üzerinde kuvvetli
hisler uyandırdığını unutmamak gerekir. Seveni gibi sevmeyeni de yoğun
duygularla bağlıdır ona. Kimse kayıtsız kalamadığına göre, ülkenin
kültürel ikliminin oluşmasına katkıda bulunmuş ya da en azından bir
kesimin ruh haline tercüman olmuş yazarlardan biridir diyebiliriz onun
için.
Perihan Mağden geçtiğimiz hafta Taraf gazetesine
verdiği söyleşide Gezi’ye dair konuşmuş. Gezi olaylarını şehirli bir
hareket olarak gördüğünü ve desteklediğini söylese de, satır aralarında
olan bitenden tümüyle memnun olmadığını anlıyoruz. Gezi’nin içindeki
“çok çok temiz ve güzel damarı” övüyor da övüyor ama bir yandan da “Kemalizm’den,
militarizmden, darbecilerden, ulusalcılardan o kadar nefret eden biri”
olduğu için bu harekete canı gönülden destek veremeyeceğini de söylüyor.
Perihan Mağden’in fikirlerini “yüksek sesle” ve
dolandırmadan ifade etmesi yeni bir şey değil. Takdir edilmesi gereken
bir özellik ayrıca. Herkes bu kadar açık yürekli olamaz. Fakat bu sefer
ciddi bir kazaya uğramış bence. Hükümetin bu süreçteki en belirgin
itibarsızlaştırma hamlesini, yani “İyi Gezi/Kötü Gezi” ayrımını
benimseyip kullanması çok garip. Otoriteyle derdi olduğunu her fırsatta
söylemekten hoşlanan bir yazar, resmi ağızlarda gevelene gevelene
ufalanmış bu bayat görüşü neden tekrar eder? Belli ki Gezi’ye katılan
insanların dönüşmeye, yakın durmaya ve birbirini anlamaya duyduğu
ihtiyacı hissedememiş. Söyleşinin bir yerinde, Gezi’ye gelmeyi hiç
düşünmediğini söylüyor. Keşke gelseymiş. Çünkü birçokları gibi o da
ezberini bozamamış. Mesela “İyi Gezi” diye tarif ettiği şeyi, evlerinde
bilgisayar oyunları oynayan şehirli çocuklardan ibaret sanıyor ki,
sadece bu bile başlı başına bir felaket sayılabilir.
Bununla kalsa idare edebilirdik belki. Ama “war
craft” oynayan çocuklarla bitmiyor iş. Bir de “kedi yavrusu” Kürtler
var. Mağden, Gezi olayları ertesinde bozulacağından endişe ettiği barış
sürecini anlatırken şunları söylüyor: “Anneciğim! oldum, Eyvah barış
süreci tehlikede! Kedi tehlike anında ilk iş yavrularını düşünür ve
yavrularının üstüne oturur ya, benim de hissiyatım o oldu. Çünkü benim için bu ülkeye Türklerle Kürtlerin barışının gelmesinden daha önemli bir şey yok.”
Söyleşinin bu noktasına kadar fikir ayrılıklarını
olgunlukla karşılayabiliriz. Fakat bunu okuyunca ne düşüneceğimizi
bilemiyoruz artık: Barışın herkes için gelmedikçe kimse için
gelemeyeceğini anlamamış olmasına mı üzülelim? Yıllardır özgürlük
mücadelesi veren bir halkın kaderini sadece AKP hükümetinin bekasına
bağlı zannetmesini mi yadırgayalım? Kürtleri acizleştirdiği ölçüde
kendisine iktidar atfeden Türk entelektüelinin kibrine mi şaşıralım?
Türkiye’de okumuş yazmış kimselerin kendilerine
büyük payeler biçmesi görülmemiş şey değildir elbette. Eğer doğrudan
müdahil olmazlarsa, Kürt hareketinin dağılıp söneceğini, Ermenilerin
buharlaşıp yok olacağını düşünenlerin sayısının hiç de az olduğunu
sanmıyorum. Onları evcilleştirip “korunabilir değerler” hale
getirdikleri müddetçe sevebilenlere de aynı derecede sık rastlanır. Yine
de, itiraf edeyim, “kedi yavrusu” benzetmesini anlamakta zorlanıyorum.
Aklın sınırları içinde anlamlandıramayacağımız
laflar vardır. Bu da onlardan biri galiba. Bence bırakalım. Daha da
konuşmayalım.
Sonrasını anlatmaya zaten gerek yok. Söyleşiyi
okuduysanız biliyorsunuz: Sonsuz müteşekkirlikler, eşekten düşen
karpuzlar ve mütemadiyen kırılan kalpler. Muktedirin gücünü “iyi yönde”
kullanabileceği ihtimaline inanmak isteyen birinin safdilliği mi desek?
Ya da tamamen “babalaşmış” bir dünyada bir türlü kendine yer bulamayan
bir kız çocuğunun sonu gelmeyen yakınmaları?
Halbuki aynı Perihan Mağden, nevi şahsına münhasır
üslubuyla kendini edebiyatın muktedirlerinden ayırmış, Türkiye’deki
edebi geleneğe meydan okuyan romanlar yazmıştır. Onun da gidip iktidarın
simgesel diline dolandığını görmek hiç hoş değil. Hele sevenleri için.
Bir de Freud falan diyorlar ama, işte bunlar hep
Lacan. Kişi ne kadar uğraşsa da, babanın dilini o kadar kolay terk
edemiyor anlaşılan.