11 Ağustos 2013
Bayramlarda yurtdışında
olmanın hiç tadı yok. İnsana gereksiz bir hüzün çöküyor. Elinizi kolunuzu
nereye koyacağınızı bilemiyorsunuz. Eve telefon etseniz arkadan telaşlı sesler
geliyor, içiniz bir garip oluyor. Sıradan bir günmüş gibi yaşamak istiyorsunuz,
onu da başaramıyorsunuz. Ne yapsanız o burukluk geçmek bilmiyor.
Bir süredir
akademik işler nedeniyle yine Amerika’dayız. Chicago çok güzel bir şehir.
Kalabalık, karışık, eğlenceli. Ama ne zaman buralara gelsem peşimi bırakmayan
yabancılık duygusu arada bir yine yokluyor. Yüzlerce kişinin yaşadığı dev bir
apartmanda kalıyoruz ve geceleri arka sokaktan gelen silah seslerini
duyabiliyoruz. Yarı deli kadınlar sokaklarda kendi kendilerine söylenerek
dolaşıyor. Kaldırımlarda sersefil uyuyanları herkes görmezden geliyor. Dün
otobüste bir adam yere düştü ve kimsenin kılı bile kıpırdamadı. Adam patates
çuvalı gibi olduğu yerde kaldı. İnsan elinde olmadan ürperiyor.
Bayram
yaklaştıkça bu yabancılık duygusu artmaya başlamıştı ki, beklenmedik bir
karşılaşma neşemi yerine getirdi.
Bir arkadaşımızı
görmek için trenle yakın bir bölgeye gitmiştik. Mahallemiz o saatlerde pek
tekin olmadığı için taksiyle dönmeye karar verdik. Araba bulamayınca bir süre
yürümek zorunda kaldık. Sonunda kara yağız bir adam önümüzde durdu. Biz de
hemen koşup onun arabasına atladık.
Taksi şoförü orta
yaşlı oturaklı bir adamdı. Gideceğimiz yeri söyledikten sonra kendi aramızda
konuşmaya başladık. Bir ara şoförün aynadan bizi izlediğini gördüm. Kendisine
baktığımı fark edince “Nerelisiniz siz?” diye sordu. Biraz daha konuşunca Türk
olduğumuzu anladı. Sonra kendi memleketini tahmin etmemizi istedi. Bilemedik.
Meğer Iraklıymış. Arabanın içindeki belli belirsiz tütün kokusunun nedeni
böylece anlaşılmış oldu. Adamın kolunu hafifçe pencereden dışarı çıkarışı,
kafasını bir yana eğerek konuşması, sesindeki kılçıklı tonlar... Bütün bu
detaylar birden yerine oturdu.
Tanıdık bir
mecraya girmenin rahatlığı ile sohbet etmeye başladık.
Dışarıda bir yaz
akşamının tatlı serinliği vardı. Saat bayağı geç olmuştu. Bomboş caddede
sallana sallana gidiyorduk. Sonradan isminin Haydar olduğunu öğrendiğimiz
taksici, pencereyi sonuna kadar açmış derin nefesler çekiyor, bir yandan da
konuşup duruyordu. Amerika’daki hayatından, oturduğu mahalledeki Müslümanların
bağnazlığından, Irak’ın güneyindeki evinden bahsetti. Ardından Amerika’nın
işgalinden sonra Irak’ın durumunu söyledi. İnsanların maruz kaldığı
aşağılanmayı anlattı. Müzelerin talan edildiğini hatırlattı. Biliyorduk. Ama
bir kez daha dinledik. Bir kez daha üzüldük. “Aynısı Türkiye’ye de olabilirdi,”
dedik. “Olabilirdi,” dedi.
Eve geldiğimizde
sohbet için teşekkür ettik ve taksi ücretini uzattık. “Koyun o parayı
cebinize,” dedi adam bize. İkimiz de neye uğradığımızı şaşırdık. Israr ettik,
kabul etmedi. “Bu sizin işiniz. Böyle para kazanıyorsunuz. Almak zorundasınız,”
dedim ben. Öğretmen gibi çıkmasına uğraştığım bir sesle hem de. Bunun üzerine
adam bize dönüp gülümsedi. Sigaradan lekelenmiş dişlerine rağmen ışıl ışıl bir
gülümsemesi vardı. “Ben paramı nasıl olsa kazanırım. Gece uzun,” dedi.
Sersemlemiş bir
halde arabadan indik. Kaldırımda durup taksinin arkasından baktık. Adam bizi
bıraktıktan sonra arabayı yolun kenarına çekip bir sigara yaktı. Çakmağın alevi
kısa bir an için yüzünü aydınlattı. Araba hareket ettikten sonra pencereden
dışarı yayılan dumanı gördük. “Bir film sahnesi gibi,” dedi kocam. Sonra ne
yapacağını bilemediği için hâlâ elinde tuttuğu banknotu cebine koydu. Kapıyı
açıp eve girdik.
Bayram sabahı
yine aynı buruklukla uyanınca bu küçük hikâyeyi düşündüm. Belki de evden o
kadar uzakta sayılmam dedim kendi kendime. Bayram dayanışma ve ruh zenginliği
demek ise, ben de bundan payımı almıştım. Her sene çorap ve mendil olacak
değildi ya. Bu sene de Haydar Abi çıkmıştı karşımıza. Çocukken bayram harçlığı
için biraz fazlaca sevindiğimde, bunu ayıp sayan babamın usulca eğilip “Koy
paranı cebine,” deyişini hatırladım. Utanarak paramı cebime koyar ve ayaklarımı
sandalyenin altına saklayarak otururdum.
Bu sene babam
yanımda değildi belki, ama bunu aynı cömertlik ve nezaketle söyleyecek biri
çıkmıştı işte. İçimden Haydar Abi’ye büyük bir “Helal olsun!” çektim. Sonra
ayaklarımı yine eskisi gibi sandalyenin altına kıvırarak sabah kahvemi
içtim. Bayram güzel bir şeydi. Herkese
kutlu olsundu.
No comments:
Post a Comment