13 Ekim 2013
Ne zaman duysam
kulağıma garip gelen bir laf vardır: Anı yakalamak. Genellikle fotoğraf için
kullanılır. Bazen de kendine yaşam koçu süsü veren kişiler yanlarındaki genç
insanlara söyler bunu. Öğüt niyetine herhalde.
Her iki durumda
da bunun akıl almaz bir safdilliğe işaret ettiğini düşünürüm. Hiç durmadan akan
hayatımız içinde durmak mümkün olmayacağı için “an” diye tarif edilen şeyi
kavramakta zorlanırım. Bulmacalarda “en küçük zaman birimi” yazar ama hep “Ne
kadar küçük?” diye sormak gelir içimden. Tanımlayamadığımız bir “şimdi”yi nasıl
olup da yakalayabileceğimizi bir türlü anlayamam.
Fotoğraflarda “anı
yakalamak” nasıl olur? Eğer bir “şimdi”den söz etmek mümkünse, o anda birçok
şey birden olmakta, aynı kişi sonsuz sayıdaki açıdan farklı gözlere farklı
şekillerde görünmektedir. Fotoğrafçının yakaladığı “an” falan değil, bu
açılardan yalnızca biridir. Üstelik zamanın içinde değil, dondurulmuş bir
görüntüdür bu. Yani bunu iddia eden kişi, yaşayan bir anı değil, ancak onun
cansız yansımasını saklayabilmiştir. Herkes bilir ki, yarattığı duygu
zenginliği açısından, fotoğraf bundan çok daha fazlasıdır.
Yine de sanatın
derdi her zaman bu olmuştur. Diğer sanat biçimleri gibi edebiyat da, insan
tecrübesini aktarırken, bu tecrübenin karşısındaki en büyük engele, yani
zamana, meydan okumak ister. Zamanı durdurabilirse, kişilerini ölümsüz kılacak
ve onları mükemmel bir anın içinde sonsuza kadar saklayabilecektir.
Hermann Hesse’in
“Şair” adlı küçük öyküsünün baş kişisi olan Çinli şair Han Fook da başında bunu
yapmak ister: Bir anı yakalayıp hapsetmek ve onun vasıtasıyla evrensel olanın mükemmelliğine
ulaşmaktır arzusu. Ama sonra fark eder ki, şiir yazmak dondurulmuş anların
koleksiyonunu yapmaktan ibaret değildir.
Bir sözü söylediğiniz zaman öldürmemeniz gerekir. Onun yerine söz çoğalarak
büyümeli, her kişide başka bir duyguya dönüşmelidir.
“Zamanla az ve öz
sözle, dinleyenlerin ruhlarını, rüzgar suyun aynalarını nasıl okşarsa, öyle
okşayan dizeler söylemeyi öğrendi. Güneşin doğarken dağların çizdiği kaviste
duraksamasını, balıkların sessizce hızla kayar gibi hareket etmelerini ve suyun
altında gölgeler gibi oraya buraya kaçışmalarını dile getirdi. Genç bir söğüt
ağacının ilkbahar rüzgarında eğilip bükülmesini de. Bu dizeleri dinleyen,
yalnızca güneşin ve balıkların oyununu ya da söğüt ağacının fısıltısını
duymakla kalmıyor, bir an için bu kusursuz ezgilerde gökyüzünün ve dünyanın
bütünleştiğini duyup coşku ya da acıyla sevdiği ya da nefret ettiği neyse onu
düşünüyor, çocuklar oyunu, gençler sevgililerini, yaşlılar ise ölümü
anımsıyordu.”
Hesse’nin şairi
“anı yakalamak” arzusundan vazgeçmiştir. Çünkü artık zamanın ruhunu anlamış ve bütün
anların aslında tek bir an olduğunu fark etmiştir.
Geçenlerde Ercan
Kesal’ın hikaye tadındaki gazete yazılarını derlediği kitabı “Peri Gazozu”nu
okurken, gözümün önüne gelen resimlerin şiddetiyle sarsıldım. Aralarında
seneler bile olsa bütün sahnelerin birbirine nasıl doğallıkla bağlandığını fark
ederek şaşırdım. Hiçbiri donmuş ve cansız görüntüler değildi. Öykünün kendisi
gibi herhangi bir engele takılmadan hızla akıp gidiyorlardı.
Ercan Kesal
görüntülerle konuşan bir yazar. Kendisi de bunun farkında olsa gerek ki, bir
söyleşide şöyle diyor: “Okur; hikayelerimi okumak
yerine, ‘seyretsin’ istedim. Bu, sinemasal anlatıma da çok benzeyen bir teknik
demekti. Okuyucuma bir şeyleri ‘anlatmak’ değil de ‘göstermek’ istedim hep.”
Onun için,
Kesal’in öykülerinde görüntüler birbirine kolayca ekleniyor. Şeker çuvalından
dikilmiş iç donu yüzünden beden eğitimi dersine katılmaktan utanan çocuğun resmi,
tecrübesizliğini saklamak için odasına kaçıp kitap karıştıran genç taşra
doktorunun görüntüsü ile hiçbir dikiş izi görünmeden birleşiyor. Küçük detaylar
ve ustalıkla seçilmiş motiflerle bağlanan bu öyküler, bizi kesintisiz bir
şekilde devam eden bir zamanın içine bırakıyor. (Yeri gelmişken söyleyelim, kimi
öykülerin sonunda, yazarın “dış sesle” yaptığı yorumlar bu akışı bozuyor. Keşke
onlar olmasaymış.)
Beni en çok
etkileyen bölümlerden biri olan “Korkma, bırak ellerini,” Ercan Kesal’ın üç
döneminden üç ayrı resmi birbirine bağlıyor. Bu küçücük ‘anı/öykü’de, yazarın
çocuk, genç ve yetişkin hallerinden birer sahne görüyoruz. Bu sahnelerin her
birinde hayatının yeni bir dönemine geçen karakterin, geride bıraktığı dünya
ile vedalaşmasını, yani “ellerini bırakışını,” izliyoruz. Önce bir büyüme
hikayesi gibi geliyor bize. Ancak öykünün sonunda anlıyoruz ki, bu bir ölme
hikayesidir. “Korkma, bırak ellerini,” yazarın birlikte çıktıkları son gezide
birdenbire fenalaşan babasını yavaşça yere yatırmasıyla kapanıyor.
“Yere yatırırken
iki eliyle birlikte ellerime sarılıyor ve bırakmıyor. Biraz bekliyorum. Başını
yumuşak bir yere koymam ve ayaklarını da kaldırmam lazım. Bir türlü bırakmıyor
ellerimi.
‘Baba, ellerimi
bırak,’ diyorum.
Hiçbir şey
söylemeden korkuyla gözlerime bakıyor.
Eğiliyor
fısıldıyorum.
‘Baba korkma...
Bırak ellerini.”
Ellerini yavaşça
bırakıyor babam. Toprağa uzatıyorum.”
Bir insan
babasını toprağa uzattığında kendini de gömer. Genç bir adam olan kendini.
Ölümsüz zannettiği kendini. Bir dönem kapanır, bir başkası başlar. Ercan Kesal
bunu biliyor. Ve bu bilgiden konuşuyor. Mümkün olan en yalın şekilde.
Ama bir mesele
daha var ki, onun bu becerisini çok daha etkili kılıyor. Ercan Kesal sonsuz bir
“şimdi”den konuşuyor bizimle. Hayatının hangi döneminden bahsederse bahsetsin, değişmeyen
bir şimdiki zamanda anlatıyor hikayelerini. “Anı yakalamak”la ilgili bir derdi
yok. Hayatın döngüsünün farkında o. Ama sanki her şey aynı anda oluyormuş gibi
davranıyor. Bu da hikayelere garip bir zamansızlık hissi veriyor. İsimler
isimlere, kişiler başka kişilere karışıyor. Yüzler birbirinin içine geçip
değişiyor. Çocuklar babalara, babalar yeniden çocuklara dönüşüyor ve hikaye hep
aynı kalıyor.
Bana öyle
görünüyor ki, Ercan Kesal da Hesse’nin şairi gibi şunu anlamıştır: Her şey aynı
zamanda olup bitmektedir aslında. Yazının sonsuz “şimdi”sinde.
Anı değil ama
belki bu gerçeği yakalayabilir insan. Çok uğraşırsa eğer.
"Anı yakalamak" bana "zamanın ruhu" mistisizminden daha sıcak geliyor. Anı yakalamanın daha gerçekçi bir yanı var sanki; o anın farkına varmak, onu duyumsamak, hissetmek...
ReplyDeleteAma şu aynı ana farklı açılardan bakmak fikri güzel. Aslında imkansız; özellikle söz konusu olan bir "an" ise ama fikir güzel.