BirGün Pazar
20 Ekim 2013
Platon “Devlet”
adlı eserinde, edebiyatı sağlıklı bir toplumun yaratılmasının önündeki en büyük
engellerden biri olarak görür. Ona göre, ister trajedi olsun ister epik, bütün
edebi metinlerin yasaklanması gerekmektedir. Çünkü edebiyat hakikatle değil görüntü
ile ilgili bir şeydir. Onun için bizi iyi ve doğru olana götürmesi açısından
güvenilir bir araç olarak kabul edilemez. Üstelik denge ve ağırbaşlılık yerine,
aşırılıkları konu ettiği için gençleri yoldan çıkarması ve onları erdemden
uzaklaştırması kuvvetle muhtemeldir.
Platon’un edebiyata
karşı bu tutumu tarihteki tek örnek değildir. Hatta düşünce tarihinin
ilerleyişini düşünürseniz, edebiyatın sahalardan kovulması neredeyse sıradan
bir olay bile sayılabilir. Edebiyat tarihi de bundan pek farklı değildir. Her
yeni tür şüpheyle karşılanmış, her yüzyılda yasaklanan kitaplar olmuştur.
Romanın ortaya
çıkışı bunun ilginç örneklerinden biridir. Roman, artık olgunlaşmaya başladığı
dönemde bile yerini bir türlü sağlamlaştıramamış ve uzunca bir zaman okuyucuların
aklına saçma sapan fikirler sokan tehlikeli bir yenilik olarak görülmüştür. Mesela
Henry Fielding’in delişmen bir genç adamın maceralarını anlattığı romanı “Tom
Jones,” 1749’da yayınlanır yayınlanmaz, yalnızca devlet adamları
tarafından değil eleştirmenler cenahından da, büyük bir tepki ile karşılanır.
Dönemin önemli eleştirmenlerinden Samuel Johnson’a göre Fielding, kitaba adını
veren karakteri “Tom Jones”u karşı konulmaz derecede sempatik kılarak okuyucuyu
yanlış bilgilendirmiştir. Johnson’a göre karakterlerin kusurlarını saklamak ve düpedüz
ahlaksız birini sevimli göstermek doğru değildir.
Benzer bir hikaye de, neredeyse iki yüzyıl sonra D. H.
Lawrence’ın başına gelir. Yazarın 1915’te yayınlanan “Gökkuşağı” adlı romanı daha ortaya çıkar çıkmaz
sansüre uğrar. Sebep yine tanıdık bir meseledir. Lawrence’in karakterleri
okuyucuya kötü örnek olmakta ve onları yoldan çıkarmaktadır. Kitabın müstehcen
olduğuna karar veren İngiliz mahkemesi, bütün nüshalarının toplanmasına ve imha
edilmesine karar verir. Çeşitli dernekler, basının neredeyse tümü ve kitabı
hazırlayan yayınevinin yöneticisi bile Lawrence’ı kınayan metinler yayınlar.
Hatta romanın halk sağlığı açısından bulaşıcı hastalıklardan bile daha
tehlikeli olduğu yazılıp çizilir.
Edebiyatın
kişilerin ahlakını bozduğu ve toplumu yozlaştırdığı iddiası bizim ülkemizde de
sık sık dile getirilen meselelerden biri. AKP hükümetinin iktidara geldiği 2002
yılından beri yüzlerce kitap yasaklandı ve toplatıldı, yazarlar mahkemeye
çıkarıldı, yayınevleri para cezası ödemeye mahkum edildi. Ayrıntı
Yayınları'ndan çıkan Marquis de Sade'nin “Yatak Odasında Felsefe” ve Chuck
Palahniuk'un “Tıkanma” adlı romanları toplatılır ve Meltem Arıkan’ın Everest
Yayınları'ndan çıkan “Yeter Tenimi Acıtmayın” kitabı “muzır” bölümleri
çıkarılarak yeniden yayımlanırken, dünya klasiklerinden “Fareler ve İnsanlar”ın
ve dünyanın en çok okunan çocuk kitaplarından biri olan “Şeker Portakalı”nın
okullarda okutulması engellendi.
Sebep hep
aynıydı. Bütün bu kitaplar “uygunsuz”dular. Okuyucuyu yoldan çıkarıyor ve “iyi insan”
olmanın önünde engel teşkil ediyorlardı. Zaten edebiyatın insanı gereksiz
hayallerle saçma düşüncelere sevk etmesi kuvvetle muhtemeldi. Aslolan edebiyat
değil, ilim irfan olmalıydı.
Bunu iddia
edenlere şaşıracakları bir haberim var. Geçtiğimiz günlerde, yüzyıllardır süren
bu tartışmaya son verecek bir araştırma yayınlandı. Öyle görünüyor ki, edebiyat
nihayet bilimin gözünde de aklandı.
New York Times’in
verdiği habere göre, “New School for Social Research” adlı kurum tarafından
gerçekleştirilen “Edebi Eserleri Okumak Zihin Teorisini Güçlendirir” başlıklı
araştırmada, değişik arka planlardan gelen katılımcılara okumaları için çeşitli
metinlerden bölümler verilmiş. Bunun hemen ardından da, bilgisayarda bir empati
testi yapmalarını istenmiş. Bazıları Woolf, Lawrence, Faulkner gibi yazarların
romanlarından alınmış metinler okumuş. Bazıları ise çok satan kitaplardan
bölümler okumuş. Başka bir gruba bir dergiden yazılar verilmiş. Kimilerine de hiçbir
şey verilmemiş.
Araştırmanın
sonucuna göre, edebi metin okuyanlar empati testinde diğerlerinden çok daha
yüksek skorlar tutturmuşlar. Araştırmayı yürütenler, şu ana kadar ele
geçirdikleri verilere dayanarak “edebi metinleri okumanın Zihin Teorisi’ne
büyük katkısı olduğunu” söyleyebileceklerini ifade etmişler. Onlara göre, edebi
metinler okumak bizi roman karakterlerinin zihinsel süreçlerine ortak ettiği
için, karmaşık psikolojik durumları anlamamıza yarayacak (çıkarımda bulunmak ve
yorum yapmak gibi) becerileri güçlendirecek bir rol oynuyor olabilirmiş. Çok
satan romanlar gibi popüler metinler ise, genellikle tekdüze ve öngörülebilir
karakterler sundukları için bu tarz zihinsel faaliyetleri uyaran bir özellik
taşımıyormuş.
“Yüksek edebiyat”
ve “düşük edebiyat” ayrımı nedeniyle biraz burnu havada bir edebiyat tanımı
yapıyor olsa da, bu araştırmanın bize önemli bir şey söylediğini göz ardı
edemeyiz. Bu çalışmaya göre, edebiyat kişinin kendi varlığının sınırlarının
dışına çıkmasının yollarından biridir. Okuduğumuz edebi metinler sayesinde kendi
yaşantılarımızın ötesine geçebilir ve başkalarının dünyasına açılan bir kapının
hiç olmazsa eşiğinde durabiliriz. Ötekilerin zihinlerini görür, yanlarında
durur, yaşadıklarının seyircisi oluruz.
Üstelik edebiyat,
politikacıların vehmettiği gibi, yozlaşma, kötü yola sapma, ya da zaman kaybı
anlamına gelmez. Aksine, bizi daha anlayışlı, daha duyarlı ve zeki kişiler haline
getirir. Karmaşık ama yine de inanılır karakterler sunduğu ölçüde, düşünmeye ve
empati duymaya teşvik ederek, “biz” olmayan birini anlamamızı mümkün kılar. Bir
romanı okurken, bir başkasının zaaflarına, hatalarına ve bazen de düşüşüne
şahit oluruz. Ama yine de onu bağrımıza basabiliriz. Bize hiç benzemeyen birini
anlayabilir ve hatta sevebiliriz.
Ben bundan daha
güzel bir “iyi insan” tarifi bilmiyorum. Ya siz?
Kötü adamı hep daha çok sevmişimdir; özellikle sosyal bir durumun içerisinden çıkmaya çabalarken kirlenen kötü adamları.
ReplyDeleteSanırım olay iyi ve kötü tarifinin değişkenliğinden kaynaklanıyor. Bence sorun; dini, ahlaki vb. gözlüklerimizi takıp edebiyatı yargılamamızdan kaynaklanıyor. Halbuki edebiyatı yargılamamı gereken ölçütler çok çok farklı.
Platon'un "edebiyat sağlıklı bir toplumun önünde engeldir." şeklinde düşünmesi ilginç geldi. Sanırım o kitabından mükemmel devleti tanımlamaya çalıştığı için tıpkı matematikte olduğu gibi bazı değişkenleri göz ardı etmek istedi. Herhalde bu değişkenler denkleme girdiğinde istediği sonuçtan uzaklaşıyordu. O yüzden bu şekilde düşünmesini yadırgamıyorum.