Saturday, November 09, 2013

Bûka Baranê: Gökkuşağının Çocukları




BirGün Pazar
2 Kasım 2013


Geçen sene eski bir öğrencim bana ulaştı. “Hocam bizim filmimiz çıktı. Haber vereyim dedim,” dedi.

Bûka Baranê ile böyle tanıştım. Ve bir zamanlar öğrencim olmuş genç bir adam hakkında aslında ne kadar az şey bildiğimi de böylece anlamış oldum.

Kürtçe’de Yağmurun Gelini (yani gökkuşağı) anlamına gelen Bûka Baranê, 1989 yılında Hakkari’nin Yüksekova ilçesinin Befircan ya da Türkçe adıyla Karlı köyünde ilk okul öğrencilerinin okul bahçesinde çektirdikleri bir fotoğraf ile başlıyor. Ardından, güleç yüzleriyle gökkuşağının altında poz veren çocukların yanından ayrılıyor ve bu olaydan 23 sene sonraya gidiyoruz. Bu çocuklardan biri, yine o fotoğraftaki bir başkasının düğünü için köye dönüyor ve hikaye açılıyor.

Dilek Gökçin'in yönettiği ve gökkuşağının altındaki çocuklardan biri olan gazeteci İrfan Aktan'ın metin yazarlığını yaptığı Bûka Baranê’yi izlerken, bu ülkede bazı çocukların zamanından önce büyümek zorunda kaldığını bir daha anlıyoruz. 90’lı yılların başında Irak sınırındaki bu köyde yaşayan ve daha küçücük birer çocukken savaşla, kayıplarla ve ölümle tanışan bu genç insanların yanına götürüyor bu film bizi. Her gece çatışma seslerini dinleyerek uyumaya çalışan, bilmedikleri bir dilde ders görüp sınava giren bu çocukların hayatta (başka bir yerde akan uzak bir hayatta) tutunabilmek için verdikleri mücadeleye şahit oluyoruz.

Filmden çıkınca, çocukların gökkuşağının altındaki ışıl ışıl yüzlerine bir daha baktım. Herhangi bir okul fotoğrafından farkı yoktu. Bütün ilk okul fotoğrafları gibi bu da biraz hüzünlü ve biraz komikti. Yakalar kaymış, façalar bozulmuş, bir kız çocuğu muhtemelen annesi öyle tembihlediği için hırkasını çıkarmamıştı. Kimi öğrenciler futbol takımı gibi çömelmiş, kimileri arkada mahçup bir şekilde durmuştu. Öğrencimin yüzünü onların arasında buldum. Küçük muzip bir çocuk. Seneler sonra karşıma çıkan kendinden emin genç adamın ifadesini bu yüzde bulur gibi olup sevindim. Ama ben onu bilememiştim işte. Nerelerden geldiğini, neler yaşamış olabileceğini hiç kestirememiştim. Bunu düşünmek ağır geldi.

Filmden sonra bir kez daha konuştuk. “Çok karanlık bir dönemdi,” dedi bana. “Ve umutsuzluk doluydu. Siz bile bilmiyordunuz ki, hocam. Siz bile anlamazdınız ki!” Bunu duyunca üzüntüm daha da arttı. Ama ikimiz de biliyorduk ki, haklıydı. Filmi seyrettikten sonra bunu daha iyi anlamıştım. İnsanların her gün ölümle burun buruna yaşadığı bir coğrafyada büyümemiştim ben. Çocukluğum bambaşka bir iklimde geçmişti. Geri dönmeyi isteyebileceğim bir kaygısızlık ve haytalık içinde hem de. Bir çocuğun yaşaması gerektiği gibi.

Bu hafta gazetelere yansıyan bir haberle beraber içim burularak seyrettiğim bu filmi ve gökkuşağının çocuklarını bir kez daha hatırladım: Hakkari'nin Şemdinli ilçesinde, iki küçük çocuk arazide buldukları ve oyuncak zannettikleri bir el bombasıyla oynamaya başlamışlardı. Bombanın patlaması sonucu sekiz dokuz yaşındaki Tayfun Can yaralanmış, sekiz yaşındaki Behzat Özer ise hayatını kaybetmişti. Habere eşlik eden fotoğrafın bir köşesinde Behzat’ın cansız bedeninin sarıldığı bir battaniye duruyordu. Diğer tarafta ise acıdan büzülmüş ve ne yapacağını bilemeyen bir adam vardı.

Cumhuriyet Bayramı kutlamalarıyla ilgili haberlerin arasından çıkan bu fotoğrafa uzun uzun baktım. Arkadan korna sesleri gürültüler geliyordu. Beşiktaş’taki Cumhuriyet Konseri başlamış olmalıydı. Gün boyu sokakta hareket bitmemiş, hükümet yetkilileri ve halk ayrı ayrı bayram kutlamış, galiba şimdi de fener alayı hazırlıkları yapıyorlardı. Benim gözümün önünde ise artık başka bir geçit töreni vardı:  Lice'de hayvanlarını otlatırken meydana gelen patlamada hayatını kaybeden Ceylan Önkol ile Uludere’de öldürülen ve yaşları 12 ile 19 arasında değişen 20 çocuğun başını çektiği bir geçit töreniydi bu. Şimdi aralarına Behzat Özer de katılmıştı. Bütün bu ölü çocuklar. Bu ülkenin çocukları. Gökkuşağının çocukları.

Gidip filmin afişindeki o fotoğrafı buldum. Bir daha bakmak istedim ona. Bazı çocukların bu felaketin arasından sıyrılıp kendilerine bir gelecek kurabileceklerine dair inancımı tazelemek için olsa gerek. Sonra oturup filmin tanıtım sayfasında “Bu filmi niye çektik?” sorusunun altında yazanları bir kez daha okudum. Bir kısmını sizinle de paylaşmak istiyorum:

“Resmi olarak ‘bu ülkenin geleceği’ kabul edilen çocuklar ne yazık ki bu ülkenin her yerinde benzer hayatlar yaşamıyor. Biz Hakkari’nin (Colemêrg) Yüksekova (Gever) ilçesinin Karlı (Befircan) köyünde büyüyen çocukları belgeledik. Nasıl bir baskıya maruz kaldıklarını siz de izleyeceksiniz. Bu köyde yaşananlar istisna değil. Bölgedeki yüzlerce köyde binlerce çocuk benzer koşullarda büyüdü. [...] Kulak verenler neler yaşandığını duysun, ‘terörle mücadele’ adı altında sivil halkın nelere maruz kaldığını anlasın ve bunlar asla bir daha yaşanmasın diye bu filmi çektik.”

Bûka Baranê ekibi, bu filmin Türkiye’de yaşayan halkların birbirini anlamasını kolaylaştırmasını ve demokratik, eşitlikçi, adil bir toplumun oluşmasına katkıda bulunmasını dileyerek sözlerini tamamlıyor. 

Benim de Cumhuriyet’in bundan sonraki yılları için dileğim budur: Bu topraklarda doğan bütün çocukların, gökkuşağının altında kaygısız bir şekilde gülümseyebildiği bir ülkede yaşamak istiyorum.

No comments:

Post a Comment