Thursday, February 06, 2014

Dilenci Kız: Alice Munro'nun Kadınları

BirGün Pazar
2 Şubat 2014




Bazı kişilere erken maruz kalır insan. Kıymetini bilemez onların. Bazen de hayatınıza öyle biri girer ki, oturup hayıflanırsınız bunca senedir neredeydi diye. Aynı kural yazarlar için de geçerlidir. Kimi yazarları erken yaşta okuduğunuz için üzülürsünüz, çünkü pek bir şey anlamamışsınızdır. Kimileriyle de bu vakte kadar neden karşılaşmadığınıza şaşarsınız. Hayatınıza daha önce girseler her şey daha farklı olacakmış gibi gelir size.

2013 Nobel edebiyat ödülünü alan Kanadalı öykücü Alice Munro benim için bu ikinci gruba giriyor.

Munro edebiyat sahnesinin alçakgönüllü yıldızlarından biri. Küçük bir çiftlikte büyümüş, daha çocukken hasta annesinin sorumluluğunu almak zorunda kalmış. Sonra da genç yaşta evlenip bir eş ve anne olmuş. Kendisiyle yapılan bir söyleşide, önceleri öykülerini çocuklar uyurken ya da iki alışveriş arasında yazdığını anlatıyor. Bunu söylerken o kadar rahat görünüyor ki, insan öykülerin kendi kendine yazıldığı hissine kapılıyor. Ama bu hissin sizi yanıltmasına izin vermemelisiniz. Alice Munro, incelikli tahlilleri, derin karakterleri ve en dramatik olayları hiç “drama” yaratmadan  anlatabilme becerisiyle çok özel bir yazar.

Munro’nun, hayatın içinde bocalayan ama bir şekilde ayakta kalmayı başaran kadın karakterleriyle karşılaşınca, keşke bu öyküleri daha önce okusaydım diye hayıflanmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Yirmili yaşlarda kafası karışık bir genç kadınken, otuzlara geldiğinizde duygusal yükünü almış ve kendinizi biraz tanımaya başlamışken, bu yazar hayatınıza girmiş olsaydı ne iyi olurdu diye düşünüyorsunuz. Gerçi artık kırklarınıza vardıysanız da geç kalmış sayılmazsınız. Munro, çocukların yuvadan uçtuğu, anne babanın elden ayaktan düştüğü ve pişmanlıkların umutlardan daha fazla olduğu bu yaşlarda da size pek güzel eşlik edecektir.

Sevdiğim yazarlara dadanmak adetinde olduğum için, Munro’nun kitaplarını da arka arkaya okudum. Aralarında en çok beğendiğim Dilenci Kız: Flo ve Rose’un Hikayeleri (The Beggar Maid: Stories of Flo and Rose) adlı öykü derlemesi oldu. Birbirine bağlı öykülerden oluşan bu kitapta olaylar, Rose ve Flo adlı iki karakterin etrafında dönüyor. Bu iki kadının hayatlarından kimi bölümleri önümüze sererken, Munro bir yandan da hepimize çok tanıdık gelecek büyüme, yetişme ve kimlik hikayeleri anlatıyor.

Kitaba adını veren öyküde bunların hepsini bir arada görüyoruz. Öykünün ana karakteri Rose, diğer kasabalı kızlar gibi biraz oyalanıp evlenmek yerine şehre gelmiş ve üniversiteye başlamıştır. Okula başlar başlamaz hayatının çok da kolay olmayacağını anlar. Burslu bir öğrencidir o. Boş zamanlarında kütüphanede çalışması, pek de hoşlanmadığı yaşlı Dr. Henshawe’un yanında pansiyoner olarak kalması ve bütün bunlar için minnet duyması gerekecektir. Öykü boyunca kendini hep biraz aç hisseder Rose. Yatağının altında kurabiyeler, kekler, bisküviler saklar. Ne zaman yalnız kalsa onları kemirip durur.

Ondan hoşlanan bir genç adam vardır. Patrick. Varlıklı bir aileden gelen, tutuk, renksiz ve biraz da eski moda bir adamdır bu. Rose’a idealize ettiği şövalyece hislerle bağlıdır. Ama taşralı alışkanlıklarından dolayı onu sürekli eleştirmekten de geri durmaz. Kendini hem sınıfsal olarak hem de entelektüel açıdan Rose’dan üstün görür. Onun arkadaşlarını, davranışlarını, kullandığı sözcükleri ve giyinişini beğenmez. Mümkün oldukça bütün bunları “düzeltmeye” çalışır. Rose bunda bir terslik olduğunu hisseder ama tam olarak anlayamaz. Patrick kendi kafasında yarattığı bir ideal kadını sevmektedir. Sevgilisini Kral ve Dilenci Kız adlı tablodaki mağrur ve sessiz genç kıza benzetir. Kendini de onun kurtarıcısı olarak hayal etmekten hoşlanır. Rose’un yüksek sesli neşesi ve hayata duyduğu iştah ona itici ve anlaşılmaz gelir.

Öykünün bir yerinde, Rose sevgilisini ailesiyle tanıştırmak üzere Hanratty’deki çiftliğe götürür. Babası ve üvey annesi Flo ellerinden geleni yapmış ve bu özel konuk için hazırlayabildikleri en iyi sofrayı kurmuşlardır. Sofrada patates ve sosisten oluşan basit bir yemek vardır. Masanın üzerinde her zamanki muşamba örtüye ek olarak kuğu şeklinde tasarlanmış plastik bir peçetelik bile koymuşlardır. Herkes diline dikkat etmeye çalışır, küfretmeden konuşmayı başarırlar, ama aksanlarını saklayamazlar. Patrick önündeki yemeğe dokunmaz bile. Ailesinin bu başarısız teşebbüsü ve Patrick’in çaba bile göstermiyor olması, Rose’u utandırır.

“Rose bir konuşma başlatmaya çalıştı, neşeli ve hafif bir sohbet. Ama sesi yerel bir çiftle söyleşi yapmaya gelmiş bir gazetecininki gibi çıkıyordu. Sayabileceğinden çok daha fazla seviyede utanç duyuyordu. Yemekten, kuğudan ve muşamba masa örtüsünden dolayı utanç içindeydi. Patrick adına ayrıca utanıyordu. Suratsız züppenin biriydi! Flo ona kürdan kutusunu uzattığında suratındaki çarpılmış sırıtışı görmüştü. Flo için de ayrıca utanıyordu. Yabaniliği, riyakarlığı ve sahte kibarlığı ile dayanılır gibi değildi. Ama en çok kendisi için utanç duyuyordu. Doğal bir şekilde konuşmayı, iki laf etmeyi bile becerememişti. Flo’nun, Billy Pope’un, Hanratty’nin aksanı şimdi onun da kulaklarını tırmalıyordu... Onları Patrick’in gözlerinden görmek, onun kulaklarıyla duymak, Rose’u da hayretler içinde bırakmıştı.”

Bu olay, Rose’a artık aynı insan olmadığını hissettirir. İki ayrı Rose var gibidir sanki: Biri Patrick ile pastanelerde ve şık lokantalarda dolaşan Rose, diğeri ise küçük çiftlik evinde büyümüş olan Rose. Bu ziyaretten sonra Rose anlar ki, artık o küçük çiftlik evine geri dönmek mümkün değildir. Ama Patrick’le devam etmek de mümkün değildir. Onunla kaldığı müddetçe, Hanratty’deki o aile yemeğini, Patrick’in yüzündeki çarpık gülücüğü ve şehre dönerken aldırışsız bir şekilde söylediği şu cümleyi hatırlayacaktır: “Haklıymışsın, burası tam bir çöplük. Kurtulduğun için mutlu olmalısın.”

Rose bunları anlayacak kadar akıllı, kendine itiraf edecek kadar dürüst ve yoluna devam edecek kadar güçlüdür. O bir Munro kadınıdır çünkü.

Kısa hikayeleriyle tanınan Alice Munro'ya ''Kanada'nın Çehov'u'' diyorlarmış. Bence hata ediyorlar. Kendine has karanlığı, mesafeli anlatımı ve neredeyse rahatsız edici açık sözlülüğü ile Munro dikkat çekici bir yazar. Bu haliyle kendinden başka kimseye benzemiyor.

Bir iki kitabını okuduktan sonra siz de onun elinden çıkan bir öyküyü daha ilk satırdan tanır olacaksınız. Bütün büyük yazarlarda olduğu gibi.

No comments:

Post a Comment