Monday, February 17, 2014

Hey Jude

BirGün Pazar
16 Şubat 2014



Öğrenciliğimden beri kahvelerde vakit geçirmeyi severim. Kahve derken şu yeni usul kafelerden bahsetmiyorum. Dev fincanlarda sunulan sulu kahveleri, üniformalı çalışanları ve fabrikadan çıkma pastaları ile hepsi birbirine benzeyen bu mekanlardan pek hoşlanmıyorum. Benim sözünü ettiğim, amaçsız bir şekilde dolaşan aşıkların mola vermek için uğradığı, öğrencilerin sözleşmiş gibi her gün aynı masada buluştuğu ve rate yazarlarla şairlerin bir fincan kahve eşliğinde saatler geçirdiği basit ama güzel yerler.

İstanbul’da onlardan çok azı hayatta kaldı. Çay bahçeleri gibi şehrin kahveleri de yavaş yavaş tarihe karışıyor.


Bir yerin müdavimi olmak duygusunu ilk kez Hisar Kahve’de tatmıştım. Öğrenciyken zamanımın çoğunu geçirdiğim Ali Baba’nın kahvesinde genellikle kalabalıklar halinde oturulur, uzun uzun konuşulur ve kalın su bardaklarıyla çay içilirdi. Okkalı sade kahveyi tercih etmediyseniz tabii. Her zaman oturup konuşmak zorunda değildiniz elbette. Ama herkes birbirini tanırdı. Onlarla uzun uzun sohbet etmiyor olsanız bile, tanıdığınız insanlarla çevrili bir mekanda oturmakta rahatlatıcı bir şeyler vardı. Eve misafir geldiğinde konuşmaları dinleyerek divanda uyuyakalan çocukların huzuru olurdu insanın üzerinde. Her gün gidip aynı masaya yerleşir, bazen isimlerini bile bilmediğiniz kişilerle göz ucuyla selamlaşırdınız. Sonra da denize bakarak düşüncelere dalabilirdiniz. Hem de saatlerce.

Boğaz’a bakmanın bedava olduğu yıllardı.

Ali Baba’da tekbaşına oturanlara kimse ilişmezdi. Ama dörtlü beşli masalar kahvenin değişmez manzarasıydı. Kimi zaman bu gruplar büyür, sesler yükselirdi. O zaman Ali Baba duvara dayadığı sandalyesinden kalkar, gönülsüzce ayar verirdi. Onu dikkate almamak mümkün değildi. Son dönemde akıllara durgunluk verecek boyutlara ulaşmış göbeği, her an düşebilirmiş gibi duran bol pantolonu ve hafifçe sararmış atleti ile ikinci sınıf bir suç filminin bıçkın karakterlerinden biri gibiydi. Konuşması bile öyleydi sanki. Masaların arasında dolaşıp “Hadi, çaya pasif kalmayalım,” diye seslenişi hala kulağımda.

Kahvenin yerinde artık yeller esiyor. Önce el değiştirdi, ardından da tamamen kapandı. Zaten Ali Baba memleketine döneli çok olmuş, kahve kahvelikten çıkmıştı. Sonraları iyice sevimsiz bir yer oldu. Şimdi kapısında lüks arabalar park ediyor. Yazları ferahlayasınız diye sizi arada bir spreyle ıslatıyorlar. Çok garip bir adet. Kendinizi ot gibi hissediyorsunuz. O mekana gidiyorsanız muhtemelen öylesiniz zaten.

Neyse, kahve yok artık. Çok canımı sıkıyor bu durum. Önünden geçerken bile başka tarafa bakıyorum.

Fakat kahvesiz yaşamak mümkün değil tabii. Ben de kendime yeni bir yer buldum. Birkaç senedir gittiğim bu kahveyi, Calamity Jane dobralığı ile Adile Naşit anaçlığı arasında gidip gelen orta yaşlı bir kadın işletiyor. Kahvenin çalışanları da müşterileri de genellikle öğrencilerden oluşuyor. Eski çay bahçeleri ile yarışamaz belki. Ama kendine göre bir sevimliliği ve canlılığı var. Arka plandaki çatal bıçak takırtısı, insan sesi ve müzikten oluşan karışım tam olması gerektiği gibi. Ne dikkati dağıtacak kadar yüksek, ne de insana kendini yalnız hissettirecek kadar cılız. Üstelik kahvesi lezzetli, çayı demli, hatta ev yemeği bile var. Şehrin en kalabalık noktalarından birinde gerçek bir vaha yani.

Geçen gün yine orada çalışıyordum. Arkada hafif hafif bir şeyler çalıyordu. Galiba eski şarkıları çalan bir radyo kanalını açmışlardı. Bir ara dikkatim dağıldı, başımı kaldırıp etrafımdakilere şöyle bir baktım. Neredeyse bütün masalarda tekbaşına oturan insanlar vardı. Ben de dahil olmak üzere herkes önündeki bilgisayara bakıyordu. Arkadaki köşeye genç bir çift yerleşmişti. Onlar da birbiriyle konuşmuyordu. Geriye doğru kaykılmış, ellerindeki telefonlara kitlenmişlerdi.

Hisar Kahve’deki kalabalık masalar, kahkahalarla bölünen konuşmalar, birbirine sarılarak girip çıkan insanlar geldi gözümün önüne. Oradan buraya nasıl ve ne zaman gelmiştik acaba? Bu kadar büyük bir değişikliğin kendisine mi şaşayım, yoksa bunun bir parçası olmama mı hayret edeyim bilemedim. Bu yalnızlık bile değildi artık. Daha çok öksüzlük gibi bir şeydi. Hepimiz birer makineye sarılmış oturuyorduk. Ne acayip şeydi aslında! Benim dizüstü bilgisayarı kordonundan çekiştirdim bir süre. Bir tepki vermesini bekler gibi. Sonra bu görüntünün garipliğini unutup yeniden işe daldım.

Bir daha kafamı kaldırdığımda, tabak çanak seslerinin üzerine radyoda çalan Hey Jude eklenmişti. Bir Beatles şarkısı eksikti şimdi, diye düşündüm. Bari duruma uygun bir şey çalsalardı. Bu kadar yalnız insana, Eleanor Rigby iyi giderdi mesela. Ama işte Paul McCartney’in çok şekerli iyimserliği ile baş başaydık. Hey Jude’un ha bire gaz veren sözlerine kulak verdim. McCartney yıllardır yaptığı gibi yine aynı şeyleri söylüyordu. Moralini bozma diyordu, düzeltebilirsin diyordu, sana yakın olmasına izin ver diyordu.

“Nah düzeltirsin!” dedim kendi kendime. Şuraya bak! Sevgililer bile birbirinin yüzüne bakmıyor. Sokakta kimse kimseye gülümsemiyor. Komşularımı tanımıyorum, benimle aynı katta çalışan insanların isimlerini bilmiyorum ve işte ben de diğerleri gibi burada yapayalnız oturuyorum. Durup dururken hüzünlendim. Omuzlarım hafifçe çöktü.

Ben bunları düşünürken, şarkının finalindeki nakarat kısmına geldik. Aaa, bir de ne göreyim! Herkes elindeki telefonu, ipad’i falan bırakmış, bir ağızdan “Nah nah nah nah nah nah, nah nah nah, hey Jude” diye bağırıyor. Önümde ders çalışan çocuk eliyle masada tempo tutuyor. Bir iki kişi bulunduğu yerde sallanıyor. Ben bile hafif hafif mırıldanıyorum. Şarkı bitince, köşedeki çiftin oğlanı kollarını kaldırıp “Hey Jude!” dedi. Karşısındaki kız da onun komikliğine güldü biraz.

Ben de kendimi gülümserken buldum. Belki de düzeltebilirdik gerçekten. Hüzünlü bir şarkıyı alıp her şeyi daha iyi hale getirebilirdik. Kısa bir süre için buna inandım. Bütün dünya Hey Jude oldu.

Ama biraz sonra içerideki ışık değişti. Garson çocuk dolaşıp çay dağıttı. Dışarıdan korna sesleri geldi. Bir adam diğerine ağız dolusu küfretti. Kahvede başlar birer birer eğildi. İnsanlar bilgisayarlarına geri döndüler.

No comments:

Post a Comment