BirGün Pazar
Levent Cantek’in
senaryosunu yazdığı ve Berat Pekmezci’nin çizdiği Emanet Şehir, kırklı yılların sonunda Ankara’da geçen bir hikaye.
Bir gün yazar
olmak hayaliyle yaşayan Şekip, bütün parasını kadınlara ve içkiye harcayan
“sefih bir adam”dır. Hikayenin başında, “daireye pek uğramadığı” için başka bir
kente sürülmek tehlikesi ile karşı karşıya buluruz onu. Halbuki Şekip, derbeder
arkadaşı Şair Orhan’la gittiği meyhanelerden, bu küçük çevrede dönüp duran edebiyat
sohbetlerinden, Ankara’nın gece hayatından, pavyonlarından, barlarından
memnundur. Gündüzleri caddeleri dolduran şapkalı zarif kadınları da, geceleri
kuytularda bekleyen fahişeleri de aynı tutkuyla sever. Bu şehri terk etmek,
onun için umutlarını hayallerini geride bırakmak anlamına gelecektir.
Şekip bunu göze
alamaz. Bu şehir onun değildir. Ama en azından bir köşesinde yer bulup
yaşayabilmiştir. Gittiği şehirde muhtemelen bunu da bulamayacaktır. Sonunda,
kendisi gibilere emanet edildiğini düşündüğü Ankara’da kalabilmek için bir
yalan uydurur. Roman bu yalan üzerinden açılır ve olaylar gelişir.
Emanet Şehir, hepsi Şekip’in çevresinde toplanan diğer
karakterler sayesinde, Ankara’nın bir dönemini gözler önüne seriyor. Hiçbiri
birbirine benzemeyen bu bir avuç insan, yalnızca hikayeyi zengin ve akıcı
kılmakla kalmıyor, Ankara’da aynı anda hüküm süren farklı hayatlara da göz
atmamızı sağlıyor. Pavyon kadını Emel, amirin kızı Fahriye, Şair Orhan,
Hacıağa’nın oğlu Faik, komünist Zeki Abi, yeraltı insanlarından biri olan Fakir
Şükrü ve adamı Paçacı...
Bütün bu karakterlerin,
hikayenin atmosferini sağlamlaştırmak için kullanıldığını görüyoruz. Yazar, hiç
olmayacak kişileri yan yana getiriyor. Farklı Ankaraların birbirini görmesini,
birbiriyle konuşmasını sağlıyor. Öyle ki, romanı okurken bunun aslında teker
teker insanların değil, onların bir süreliğine “emanet aldığı” şehrin hikayesi
olduğunu hissediyoruz.
Kitabın
arkasında, bu senaryonun yazılış macerasının nakledildiği bölümde, bu hissimizde
yanılmadığımızı anlıyoruz. Burada yazar, bu hikayeye ilham verenin kentin
kendisi olduğunu anlatıyor. Kırklı yılların sonunda, büyük bir değişimin
eşiğindeki Ankara’yı anlatmak istemiş. Demokrat Parti’nin sahneye çıkışından
hemen önceki bu dönemin özellikle ilgisini çektiğini söyledikten sonra, şehrin
el değiştiriyor olduğunun işaretlerini romanda da bulabileceğimizi de ekliyor:
“İyi
polisiyelerde ‘parayı izleyeceksin’ derler ya… Mülkiyet değişimi olmuş,
birileri satın almıştı bu evleri, o malları, o iş yerlerini… Eski Yahudi mahallesinde
gezinirken, şimdi para etmeyen o lüks apartmanlara bakarken bunu düşünürdüm.”
Levent Cantek, bu
noktada hikayeye yan karakter olarak eklediği kişilerden birine daha yakından
bakmamızı istemiş: Adanalı bir zenginin oğlu olan Faik. Hayatta “karı-kız
işlerinden” ve gezip tozmaktan başka hiçbir kaygısı olmayan genç adam bu. En
azından başında öyle görünüyor. Zevzek ve tatsız bir tip. Ama hikaye genişleyip
açıldıkça, onun, Şekip’in tabiriyle, “boşboğaz bir lagar”dan çok daha fazlası
olduğunu görüyoruz. Faik, Yahudilerin Ankara’dan giderken yok pahasına
sattıkları evleri tespit edip birer birer satın alacak ve zenginliğine
zenginlik katacak. Böylece şüpheye meydan bırakmayacak şekilde anlıyoruz ki,
şehrin bundan sonraki sahipleri onun gibilerdir. Ankara bundan sonra şair
Orhan’dan, melankolik doktordan, komünist Zeki’den değil, fırsatçı Faik’ten
sorulacaktır.
Emanet Şehir, kırklı yılları anlatıyor olmasına rağmen, günümüzdeki
toplumsal gelişmeleri de hatırlattığı için iyice merak uyandıracak bir roman.
Siyasi dönüşümün kendini iyice hissettirdiği, paranın yeniden el değiştirdiği
ve tedirginliğin had safhada olduğu bir dönemde, bu romanın siyasi
göndermelerini bulmaya çalışmak bile yeterince heyecanlı olacaktır.
Ama benim romanı
sevmemin nedeni, çok çeşitli ve tanıdık detaylarla dolu olması. Emanet Şehir tam bir dönem romanı. Ankara’nın
sokakları, güvercinleri, Teneke Mahallesi, sokaklarda top oynayan yalınayak
başı kabak çocuklar. Hepsi incelikle düşünülüp hikayeye yerleştirilmiş. Savaş sonrası
Ankara’nın ruh haline damgasını vuran irili ufaklı bütün ayrıntılar bir bir önümüze
serilmiş. Dikkatli bir okuyucu, Gar’daki TCDD, hastanedeki Veremle Savaş
afişlerini; Birinci
sigarasını; Misket şarabını; o zamanlar “şinanay” denen idare lambasını ve –
Emel’in korkunç “füze sütyeni” ve lastikli patiskadan donu da dahil olmak üzere
– döneme özgü kılık kıyafetteki inceliği kaçırmayacaktır.
Hele bir iki
sahne var ki, onları özellikle sevdim. Biri romanın ilk karesi: Şekip’in Gökçe Pastanesi’nde
oturup “kıraat ettiği,” yani gazetesini okuyup kahvesini içtiği sahne. Duvar
boyunca dizilmiş masaları, eğri büğrü soba borusu, sağda solda resimleri
ilanları, bir tarafta pastaların sergilendiği tezgahı (içinde mozaik ve rulo
pastadan başka bir şey bulunduğunu sanmıyorum) ve tam orta yere asılmış dev
duvar saati ile hepinize tanıdık gelecek bir mekan bu. Hatta o kadar tanıdık
gelecek ki, içine girip oturmak isteyeceksiniz. Zaten Şekip de öyle yapıyor.
Belli ki o mekanın müdavimlerinden biri. Onu roman boyunca birkaç kez o
pastanede otururken görüyoruz.
Bir diğeri ise, Pekmezci’nin
maharetle çizdiği karakol/gizli servis sahnesi. Romanın bir yerinde
“komünistlere katılmak” suçu ile itham edilen Şekip birtakım resmi kılıklı adamlar
tarafından götürülür ve ifadesi alınır. Odaya girer girmez bir tabak, tabakta
da bir dilim kavun görürüz. Soruşturmayı yürüten komiser, konuşma boyunca bu kavunu
yavaş yavaş yiyecektir. Soruşturmanın nasıl neticelendiği önemsizdir. Komünist
Tevkifatı’nın öncüllerinden biridir bu. Nasıl neticeleneceği bellidir zaten. Önemli
olan yazarın bu sahne için böyle bir detay seçmiş olmasıdır. Kavun, öyle insan
içinde dilimlenip yenecek meyve değildir. Akar kokar, insanın eline ağzına
yapışır. Ama belli ki komiser buna aldırmaz. Karşısındaki adama bir nebze bile
kıymet vermediği her halinden bellidir. Devletin adamıdır o. Kavununu da
yiyecektir. Tehdidini de edecektir. Konuşmanın bütün gerilimini bir dilim
kavuna yükleyen Cantek’i ve bu gerilimi çizgilerine yansıtmayı başaran
Pekmezci’yi bu başarılı sahne için tebrik etmek gerek.
Bu sahneden de
anlayacağınız gibi, Emanet Şehir dört
dörtlük bir “kara roman” aslında. Memurlar, amirler, polisler, muhbirler... Kumarhaneler,
batakhaneler, pavyonlar, hamamlar, horoz dövüşleri... “Kara Edebiyat” konusunda
bilgisinden şüphe edemeyeceğimiz Levent Cantek, Emanet Şehir’de bu türün başarılı örneklerinden birini veriyor. Yeraltı
dünyasının karanlık adamları, güven telkin etmeyen kadın karakterler ve özellikle
de romanın yenilgiye mahkum baş kişisi Şekip vasıtasıyla, bu türün kimi
özelliklerini devralıp kendine has bir üslupla kullanıyor. Pekmezci de kara
filmlerin olmazsa olmazı gölgeli odalara, karanlık sokaklara ve yakın plan
detaylara odaklanan çizgisi ile bu atmosferin güçlenmesine yardımcı oluyor.
Son olarak, bütün
edebiyat-severlere kahramanımızın bir “rate” yazar olduğunu hatırlatmak
isterim. Dönemin edebiyat dünyasını, Ankara’da yaşayan bir avuç aydının
hayatını, girip çıktıkları çevreleri, buluştukları mekanları görmek isteyenler
için de ilginç bir roman olacaktır Emanet
Şehir.
Nurullah Ataç’ın sayfaların
arasından aksi aksi bize baktığı, Orhan Veli’nin karakterlerden birine ilham
verdiği, Nazım Hikmet’in şiirlerinin teksir kağıdına basılıp üniversitede
gizlice dağıtıldığı, (F)eride Celal Hanımefendi’nin tefrika edilmek üzere “lütfedip
bir his romanı takdim ettiği” bu romanı, sadece edebiyat referansları için bile
okumak isteyebilirsiniz.
Sanıyorum yazarımız burada, Muazzez Tahsin, Kerime Nadir gibi bir devrin romancılarından olan
ReplyDelete(P)eride Celal'e (de) değiniyor ediyor. :)