BirGün Pazar
15 Mart 2015
Her zaman
gittiğim kahvede yine kağıt okumaya çalışıyorum. Sabahın erken saatleri olduğu
için kahve bomboş. Üzerime baharın ilk güneşi vuruyor. Sessizliğin tadını
çıkarıyorum.
Biraz sonra
yanımdaki masaya genç bir kadın oturuyor. Üzerinde rahat bir kıyafet var. Belki
de spordan geliyordur diyorum kendi kendime. Kahvenin sahibini tanıyor olmalı.
Herkesle selamlaşıyor. Tatlı tatlı hal hatır soruyor. Sonra siparişini verip
masasına geri dönüyor. Sipariş verirken hep rica ediyor, teşekkür ediyor,
zahmet verdiği için özür diliyor. Pek kibar biri olduğunu düşünüyorum.
Masaya oturduktan
sonra telefonunu çıkarıyor ve numaraları çevirmeye başlıyor. İlk numara bir
arkadaşının olmalı. “Canım benim,” diyor ona, “Nasılsın, canım benim?” Arkadaşı
başka bir şehirde. Uzun süredir görüşmemişler. Hatta bir zamandır
telefonlaşmamışlar belli ki. Hal hatır kısmı geçtikten sonra ortak bir
tanıdıklarına dair uzun uzun konuşuyorlar.
Benim dikkatim
çoktan dağıldı. Kahvede başka kimse olmadığı için ortalık tamamen sessiz. O
saatte daha müziği bile açmamışlar. Bu kadın da gelip hemen yanıma oturdu.
Bütün konuşmayı duyuyorum. Duymak da ne kelime! Sesler kafamda patlıyor.
Çaresiz bir şekilde sağıma soluma bakıyorum. Yapacak bir şey yok. Eninde
sonunda bir telefon diye kendimi teselli ediyorum. Bir ara bitecek nasıl olsa!
Hakikaten kadın
biraz sonra telefonu kapatıyor. Ama o da ne? Hemen yeni bir numara çeviriyor.
Bir başka arkadaşını aradı. “Canım benim,” diyor ona. “Biraz önce bilmemkim ile
konuştum. Anlattıklarını duysan inanamazsın!” Bu sefer bir önceki telefon
konuşması üzerine bir konuşma başlıyor. Kız daha önce benim de duyduğum
hikayeyi bir bir yeniden anlatıyor. Bu arada çayı geliyor. Garsona teşekkür
üzerine teşekkür ediyor. Ona da “Canım benim!” diyor. Karşılıklı gülüşüyorlar.
Ben hafiften
tırnaklarımı kemirmeye başlıyorum. Önümdeki kağıtta yazanlara bir daha
bakıyorum. Ama okuduğumu anlamıyorum. Sözcükler görüyorum sadece: “süreç,”
“distopya,” “gelecek,” “kurgu”...
Karar verdim.
Beklemeye devam edeceğim. Bir insan sabahın bu saatinde kaç konuşma yapabilir?
Biraz sonra bu
sorunun cevabını öğreneceğim. Bu genç kadın, kimi uzun kimi kısa tam yedi
(sayıyla 7) telefon konuşması yapıyor. Aradığı herkese (arkadaşları, temizlikçi
kadın, komşusu ve sevgilisi) tatlı tatlı hal hatır soruyor. Hepsine bir
diğerinden duyduğu şeyleri anlatıyor, haberler veriyor. Hatta galiba
temizlikçiye yeni bir iş bile buluyor. En son telefonda sevgilisiyle konuşurken
sesi biraz daha yüksek perdeden çıkıyor. “Canım benim,” diyor ona da, “Sabah
telefonlarımı etmek için evden çıkıyorum biliyorsun. Evde konuşursam, kedi
rahat vermiyor. Ne zaman telefonu elime alsam, hop diye üzerime atlıyor.”
Kediyi anlıyorum.
Aslında ben de aynı şeyi yapmak istiyorum. Galiba kadın da bunun farkında. Bana bakıp sesini biraz kısıyor, “Kusura
bakma, rahat konuşamıyorum,” diyor sevgilisine, “Burası bugün biraz sessiz de.”
Garson gelip
çayımı tazeliyor. “İyi misiniz?” diyor fincanı bırakırken. Ufaktan inlemeye
başlamışım. O sorunca fark ediyorum. “İyiyim, sorun yok,” diyorum. Sesim biraz
tiz çıkıyor.
“Canım benim”
biraz sonra kalkıyor. Aslında daha otururdu ama muhtemelen benim inlemelerime
dayanamadı. Giderken herkese tek tek veda ediyor. İyi günler diliyor, yakında
görüşeceklerinin sözünü veriyor, hatta kahvenin sahibi ile kucaklaşıp öyle
ayrılıyor. Bana da uzaktan bir gülücük fırlatıyor. Biraz özür diler gibi.
O kadar “şeker”
biri ki, ona kızamıyorlar. Ben bile neredeyse düşündüklerimden dolayı suçluluk
duyacağım. O kadar da kötü biri değildi, diyorum. Sadece konuşmaya ihtiyacı
vardı. Bir yandan da, bütün bunlarda çok tanıdık bir şey olduğunu hissediyorum.
Bana bir yerden aşina geliyor. Ama bir türlü çıkaramıyorum. Bir süre yerimde
huzursuz bir şekilde kıpırdanıp duruyorum.
Sonra birden her
şey çözülüyor. Anlıyorum ki, bir kez daha hayat edebiyatı taklit ediyor. İşte
yine karşıma çok iyi bildiğim bir karakteri çıkardı ve benim ruhum bile
duymadı. “Yazıklar olsun sana,” diyorum kendi kendime. “40 yıllık Olenka’yı
tanımadın!”
Anton Çehov’un 1899’da yayımlanmış “Tatlım” adlı
öyküsünün kahramanı Olga Semyonovna, ya da öyküde sıkça geçen ismiyle Olenka,
edebiyatta karşılaşacağınız en iyi yürekli karakterlerden biridir. Yardım
severdir, kibar ve sevimlidir. Karşılaştığı herkeste şefkatle karışık
sevecenlik uyandırır. Rusçada “tatlım, canım cicim,” anlamına gelen “Duşeçka” lafını
çok sık kullandığı için, ona da öyle derler. “Merhabalar Olga Semyonovna! Nasılsınız
tatlım?” diye selamlarlar onu. Olenka da “Ah canım,” der onlara, “Biliyor
musunuz ki, tiyatro dünyanın en zor işi!” Sonra oturup bir gezici kumpanyanın
sahibi olan kocasının söylediklerini kelimesi kelimesine tekrar eder: Hayatta
en önemli şey tiyatrodur ama kimse gerçek sanattan anlamamaktadır. Halbuki kısa
bir süre sonra kocasını kaybedip başka bir adamla evlendiğinde, bunun tam
tersini söyleyecektir Olenka. Çünkü yeni kocası Pustovalov dindar bir
kerestecidir ve her türlü eğlenceyi bir tür hafiflik olarak görür. Böylece,
Olenka artık tiyatronun lafını etmez olur. Onun yeni sohbet konusu kereste alım
satımı, odun fiyatları, depolama ücreti falan filandır. Yani bu sefer de
Putovalov’un hikayelerini anlatmaya başlamıştır.
Bundan sonrası acıklı bir hikayedir aslında. Etrafındaki
kişiler azaldıkça, Olenka kendi ruhunun ıssızlığı ile baş başa kalır. Çarşıya
pazara çıktığında konuşacak bir şey bulamaz olur. Çünkü aslında konuşacak bir
şeyi yoktur. Yavaş yavaş anlar ki, hiçbir zaman kendine ait düşünceleri
olmamıştır. Bunca zaman etrafındakilerin söylediği şeyleri tekrar ederek
yaşamıştır. Bunu anladığı ölçüde acılaşır ve sessizleşir. Belli ki Çehov’un
fark etmemizi istediği şey de budur: Yaşamını başka insanların hikayeleri üzerine
kuran kadınlar bir gün hikayesiz kalırlar. Yaşlandıkça yalnızlaşırlar. Hayatlarının
sonunda “pelin otunun acılığı” gibi bir tat kalır ağızlarında.
Tolstoy bu öykü üzerine yazdığı bir denemede, Çehov’un
Rus toplumundaki geleneksel kadınlık rollerine dair bir eleştiriyi dile
getirmek isterken, elinde olmadan çok sevilesi bir karakter yarattığı söyler.
Ona göre, sevimliliği ve kibarlığı ile Olenka herkesin kalbini çalacak ve
nesiller boyu okuyucular tarafından iyi hislerle hatırlanacaktır.
Tolstoy haklı mıdır bilmem. Ama bütün bunları düşünürken,
biraz önce hissettiğim kızgınlık buharlaşıp yok oldu. Anladım ki, “canım benim”
de bir gün Olenka gibi yaşlanacaktır. Belki o da bir gün pencerenin önünde
oturacak ve kendine ait bir hikayesi olup olmadığını soracaktır.
Hepimizin bazen sorduğumuz gibi.
No comments:
Post a Comment