14 Haziran 2015
Seçimden sonraki
sabah gülümseyerek uyandım. Harika bir rüya gördüm çünkü. Rüyamda
kül rengi bir dağ birden yeşilleniyordu. Taş toprak renk değiştiriyor, yerden
ağaçlar fışkırıyordu. Yanımda eski bir öğrencim vardı: "Bizim memlekete
bahar işte böyle gelir, hocam!" dedi.
İnsan kabusların en korkunç tarafını anlatamadığı gibi,
bu kadar güzel bir rüyanın verdiği ferahlık hissiyle de baş edemiyor. Ben de ne yapacağımı bilemeden
bir süre dolandım evde.
Tam
o sırada, bir arkadaşım telefon etti. Seçim sonucuna dair kimi analizler yaptı.
Belli ki o benim kadar iyimser değildi. Bense o kadar şaşkındım ki daha tam
sevinememiştim bile. Ama rüyanın buğusu hala üzerimdeydi. Telefonu kapatmadan
önce ona rüyamı anlattım. “Her zamanki gibi naifsin,” dedi bana “Boşuna
ümitlenme, bu devran öyle kolay kolay değişmez!”
Bu naif lafını ne zaman duysam irkilirim. Daha iyi bir
dünya istiyorsanız bu hep bir miktar şüphe ile karşılanır. Size hayalperest
derler, romantik derler ve işte en fenası “naif” derler. Tırnak içinde yazdım,
çünkü çoğu kez müstehzi bir şekilde söylenir bu. “Pek zeki biri değil”
demektir, “hayaller dünyasında yaşıyor” demektir, “kolayca kandırılabilir”
demektir. Bu liste böyle uzar gider. “Naif,” en iyi ihtimalle, iyi niyetli ama
biraz saf anlamına gelir.
Dünyayı çözüp kenara koyduğunu zanneden bir tür insan
vardır. Bu yargı genellikle onlardan gelir. Zaten yargıların çoğu onlardan
gelir. Onlar hayatlarının bir döneminde bir sille yemiş ve bunun neticesinde
dünyanın iyi bir yer olmadığını fark etmişlerdir. Hala o sillenin hatırası ile
yaşarlar. Sanırlar ki, dünyanın fena bir yer olduğunu sadece onlar görmüştür.
Tek bir sillenin etkisiyle yere düşmüş ve bir daha kalkamamış olduklarını
anlamazlar bir türlü. Onlara göre yola devam edenler ya dayak yememiş ya da
silleleri saymayı becerememiştir.
Bu kişiler kendilerine “gerçekçi” derler. Bunu söyleyerek
kötülük dışındaki bütün olasılıkları öldürdüklerini fark etmezler. Çoğu kez
aksini iddia etseler de, dünyayı bütün pisliği ile kabul ederler aslında.
Kötülüğün mimarı değillerse bile zamanla ortağı haline gelirler. İyilik ancak
bilgisizlikle ya da aptallıkla eşdeğerdir onlar için. Daha iyi bir dünya
isteyenler, ya safiyane ütopyalar peşinde koşanlar ya da dağ başında yaşayan
cahil çobanlardır. “Omelas’ı Terk Edenler” adlı öyküsünde Ursula LeGuin bu
yanlış anlamayı çok güzel anlatır:
“Ukalalarla
züppelerin kışkırttığı kötü bir alışkanlığımız var bizim, mutluluğu aptalca bir
şey gibi görüyoruz. Sadece acı entelektüel, sadece kötülük ilginç geliyor bize.
Sanatçının ihaneti bu: Kötülüğün sıradan ve acının müthiş sıkıcı olabileceğini
bir türlü kabul edememek. Onlarla baş edemiyorsan onlara katıl. Canını
yakıyorsa yinele. Oysa acıyı yüceltmek sevinci lanetlemektir, şiddeti
kucaklamak bütün diğer şeyleri elden kaçırmaktır.”
Le
Guin haklıdır. Kötülük banal ve tekdüzedir. İyilik ise çok daha şaşırtıcıdır.
Her seferinde farklı bir renk ve şekilde gelir. Hayalgücü ister. Cesaret ister.
Zeka ve incelik ister. En çok da tevazu ister. Yoksa Fukushima’da radyoaktif
bölgenin içinde terk edilmiş hayvanlara dört yıldır bakan Naoto Matsumura’yı
nasıl anlayabiliriz? Hindistan’da 2002 yılındaki
kıtlıktan sonra hayatını yoksul, evsiz, kimsesiz ve yardıma muhtaç insanlara
adayan ve o zamandan bu yana 1,2 milyon kişiyi doyurmuş olan Narayanan
Krishnan’ın yaptıklarına nasıl anlam verebiliriz?
Dünyayı değiştirmeyi isteyen insanlar aptal ya da cahil
değildir. Bunu kötülüğü bilmedikleri için yapmazlar. Kötülüğü tercih
etmedikleri için yaparlar. Daha iyisini istemeye cesaretleri olduğu için
yaparlar. Aradaki fark budur.
Komplo teorileri, felaket senaryoları ve hayatı basite
indirgeyen açıklamalarla uğraşanlar ise kolaycıdır çoğu kez. Ezberlerini bozmak
istemezler. Kendi güvenli alanlarını bırakmaz, risk almayı tercih etmezler.
Bulundukları o konforlu köşeden dünyanın geri kalanına dair ahkam keserler.
Oysa hayatın büyülü tarafı o güvenli alanın dışına çıkınca başlar. Hayal
gücünün alanı bu sınırdan başlayarak açılır. Hiç bilmediğiniz bir yere adım
atmaya cesaret ettiğiniz andan itibaren siz de değişime açılmış olursunuz. Yeni
ve daha iyi bir dünyanın olasılığını bulursunuz orada.
Gezi’de bize olan da buydu. O küçücük parkın içinde
iyiliğin hakim olduğu bir dünyanın olasılığı ile karşılaştık. Bir ütopyayı
ucundan bile olsa gördük. Evet, bu bir hayaldi belki. Ama o hayal bir süre için
gerçek oldu. Bu seçim, o hayali meclise soktuğumuzun resmidir. Olduğu gibi
kalır mı, buradan nerelere evrilir, bunları konuşmanın anlamı yok. Gezi için
söylediğimiz şeyi, meclise girmeyi başardığımız bu tarihi seçim için de
söyleyebiliriz: Bu oldu. Bunu artık bizden alamazlar.
Boşuna umutlanmayın diyenlere, seçim sonucu kalıcı bir
birlikteliğin işareti değildir diye ahkam kesenlere, bir gecede ne değişecek
sanıyorsunuz diye akıl verenlere ise şunları sormak lazım: Diyarbakır’da birkaç
gün içinde öldürülen, kollarını bacaklarını kaybeden, yanıp kavrulan Kürtlere
mi söylüyorsunuz bunu? Onlar da “naif” midir sizce? Evlerinde oturup boş
hayaller mi kurmuşlardır? Her gün şiddete maruz kalıp öldürülen, taciz edilen,
dövülen, o da olmazsa aşağılanan kadınlara mı söylüyorsunuz? Irkçı saldırılara
maruz kaldıkları için senelerdir tedirginlik içinde yaşamaya mahkum edilmiş
azınlıklara mı sesleniyorsunuz? Peki ya LGBT, alternatif bir hayat arayan
romantik gençlerden mi oluşuyor sizce? Bunlardan hangisi her şeyin bir gecede
değişeceğini düşünüyordur? Mücadele hangisi için şimdiye kadar kolay olmuştur
ki, bundan sonrası öyle olsun?
Onun için, karar verdim, umutlanacağım ben. Bu anı gerçek
kılabilmek için, kolunu bacağını gözünü vermiş, sevdiklerini kaybetmeyi göze
almış insanlar umutlarını bırakmıyorsa, ben neden bırakayım? En karanlık
günlerde bile bırakmadıysam, şimdi neden bırakayım?
Arkadaşıma gelince, niyetinin kötü olmadığını biliyorum.
Bana “naif” derken amacı ukalalık etmek ya da akıl öğretmek değildi. O sadece
beni düş kırıklığına karşı korumak istedi. Keşke ben de ona şunu söyleyebilseydim:
Düş kurmaya cesaret edemeyenlerin kırılacak düşleri bile olmaz ki, arkadaşım!
No comments:
Post a Comment