Sunday, December 06, 2015

NAİF

BirGün Pazar
14 Haziran 2015


Seçimden sonraki sabah gülümseyerek uyandım. Harika bir rüya gördüm çünkü. Rüyamda kül rengi bir dağ birden yeşilleniyordu. Taş toprak renk değiştiriyor, yerden ağaçlar fışkırıyordu. Yanımda eski bir öğrencim vardı: "Bizim memlekete bahar işte böyle gelir, hocam!" dedi.

İnsan kabusların en korkunç tarafını anlatamadığı gibi, bu kadar güzel bir rüyanın verdiği ferahlık hissiyle de baş edemiyor. Ben de ne yapacağımı bilemeden bir süre dolandım evde.

Tam o sırada, bir arkadaşım telefon etti. Seçim sonucuna dair kimi analizler yaptı. Belli ki o benim kadar iyimser değildi. Bense o kadar şaşkındım ki daha tam sevinememiştim bile. Ama rüyanın buğusu hala üzerimdeydi. Telefonu kapatmadan önce ona rüyamı anlattım. “Her zamanki gibi naifsin,” dedi bana “Boşuna ümitlenme, bu devran öyle kolay kolay değişmez!”

Bu naif lafını ne zaman duysam irkilirim. Daha iyi bir dünya istiyorsanız bu hep bir miktar şüphe ile karşılanır. Size hayalperest derler, romantik derler ve işte en fenası “naif” derler. Tırnak içinde yazdım, çünkü çoğu kez müstehzi bir şekilde söylenir bu. “Pek zeki biri değil” demektir, “hayaller dünyasında yaşıyor” demektir, “kolayca kandırılabilir” demektir. Bu liste böyle uzar gider. “Naif,” en iyi ihtimalle, iyi niyetli ama biraz saf anlamına gelir.

Dünyayı çözüp kenara koyduğunu zanneden bir tür insan vardır. Bu yargı genellikle onlardan gelir. Zaten yargıların çoğu onlardan gelir. Onlar hayatlarının bir döneminde bir sille yemiş ve bunun neticesinde dünyanın iyi bir yer olmadığını fark etmişlerdir. Hala o sillenin hatırası ile yaşarlar. Sanırlar ki, dünyanın fena bir yer olduğunu sadece onlar görmüştür. Tek bir sillenin etkisiyle yere düşmüş ve bir daha kalkamamış olduklarını anlamazlar bir türlü. Onlara göre yola devam edenler ya dayak yememiş ya da silleleri saymayı becerememiştir.

Bu kişiler kendilerine “gerçekçi” derler. Bunu söyleyerek kötülük dışındaki bütün olasılıkları öldürdüklerini fark etmezler. Çoğu kez aksini iddia etseler de, dünyayı bütün pisliği ile kabul ederler aslında. Kötülüğün mimarı değillerse bile zamanla ortağı haline gelirler. İyilik ancak bilgisizlikle ya da aptallıkla eşdeğerdir onlar için. Daha iyi bir dünya isteyenler, ya safiyane ütopyalar peşinde koşanlar ya da dağ başında yaşayan cahil çobanlardır. “Omelas’ı Terk Edenler” adlı öyküsünde Ursula LeGuin bu yanlış anlamayı çok güzel anlatır:

Ukalalarla züppelerin kışkırttığı kötü bir alışkanlığımız var bizim, mutluluğu aptalca bir şey gibi görüyoruz. Sadece acı entelektüel, sadece kötülük ilginç geliyor bize. Sanatçının ihaneti bu: Kötülüğün sıradan ve acının müthiş sıkıcı olabileceğini bir türlü kabul edememek. Onlarla baş edemiyorsan onlara katıl. Canını yakıyorsa yinele. Oysa acıyı yüceltmek sevinci lanetlemektir, şiddeti kucaklamak bütün diğer şeyleri elden kaçırmaktır.”

Le Guin haklıdır. Kötülük banal ve tekdüzedir. İyilik ise çok daha şaşırtıcıdır. Her seferinde farklı bir renk ve şekilde gelir. Hayalgücü ister. Cesaret ister. Zeka ve incelik ister. En çok da tevazu ister. Yoksa Fukushima’da radyoaktif bölgenin içinde terk edilmiş hayvanlara dört yıldır bakan Naoto Matsumura’yı nasıl anlayabiliriz? Hindistan’da 2002 yılındaki kıtlıktan sonra hayatını yoksul, evsiz, kimsesiz ve yardıma muhtaç insanlara adayan ve o zamandan bu yana 1,2 milyon kişiyi doyurmuş olan Narayanan Krishnan’ın yaptıklarına nasıl anlam verebiliriz?

Dünyayı değiştirmeyi isteyen insanlar aptal ya da cahil değildir. Bunu kötülüğü bilmedikleri için yapmazlar. Kötülüğü tercih etmedikleri için yaparlar. Daha iyisini istemeye cesaretleri olduğu için yaparlar. Aradaki fark budur.

Komplo teorileri, felaket senaryoları ve hayatı basite indirgeyen açıklamalarla uğraşanlar ise kolaycıdır çoğu kez. Ezberlerini bozmak istemezler. Kendi güvenli alanlarını bırakmaz, risk almayı tercih etmezler. Bulundukları o konforlu köşeden dünyanın geri kalanına dair ahkam keserler. Oysa hayatın büyülü tarafı o güvenli alanın dışına çıkınca başlar. Hayal gücünün alanı bu sınırdan başlayarak açılır. Hiç bilmediğiniz bir yere adım atmaya cesaret ettiğiniz andan itibaren siz de değişime açılmış olursunuz. Yeni ve daha iyi bir dünyanın olasılığını bulursunuz orada.

Gezi’de bize olan da buydu. O küçücük parkın içinde iyiliğin hakim olduğu bir dünyanın olasılığı ile karşılaştık. Bir ütopyayı ucundan bile olsa gördük. Evet, bu bir hayaldi belki. Ama o hayal bir süre için gerçek oldu. Bu seçim, o hayali meclise soktuğumuzun resmidir. Olduğu gibi kalır mı, buradan nerelere evrilir, bunları konuşmanın anlamı yok. Gezi için söylediğimiz şeyi, meclise girmeyi başardığımız bu tarihi seçim için de söyleyebiliriz: Bu oldu. Bunu artık bizden alamazlar.

Boşuna umutlanmayın diyenlere, seçim sonucu kalıcı bir birlikteliğin işareti değildir diye ahkam kesenlere, bir gecede ne değişecek sanıyorsunuz diye akıl verenlere ise şunları sormak lazım: Diyarbakır’da birkaç gün içinde öldürülen, kollarını bacaklarını kaybeden, yanıp kavrulan Kürtlere mi söylüyorsunuz bunu? Onlar da “naif” midir sizce? Evlerinde oturup boş hayaller mi kurmuşlardır? Her gün şiddete maruz kalıp öldürülen, taciz edilen, dövülen, o da olmazsa aşağılanan kadınlara mı söylüyorsunuz? Irkçı saldırılara maruz kaldıkları için senelerdir tedirginlik içinde yaşamaya mahkum edilmiş azınlıklara mı sesleniyorsunuz? Peki ya LGBT, alternatif bir hayat arayan romantik gençlerden mi oluşuyor sizce? Bunlardan hangisi her şeyin bir gecede değişeceğini düşünüyordur? Mücadele hangisi için şimdiye kadar kolay olmuştur ki, bundan sonrası öyle olsun?

Onun için, karar verdim, umutlanacağım ben. Bu anı gerçek kılabilmek için, kolunu bacağını gözünü vermiş, sevdiklerini kaybetmeyi göze almış insanlar umutlarını bırakmıyorsa, ben neden bırakayım? En karanlık günlerde bile bırakmadıysam, şimdi neden bırakayım?

Arkadaşıma gelince, niyetinin kötü olmadığını biliyorum. Bana “naif” derken amacı ukalalık etmek ya da akıl öğretmek değildi. O sadece beni düş kırıklığına karşı korumak istedi. Keşke ben de ona şunu söyleyebilseydim: Düş kurmaya cesaret edemeyenlerin kırılacak düşleri bile olmaz ki, arkadaşım!

No comments: