Çocukluktan kalma bir anım var. Bir anı mı yoksa bir rüya mı onu bile bilmiyorum. Ama yıllardır zihnimin bir köşesinde duruyor.
Güneşli
bir öğle sonrasında denize bakan bir evin bahçesinde uyukluyorum.
Anneannem beni sedire yatırmış. Böcekler yüzümü gözümü ısırmasın diye de
üzerime tülbent örtmüş. Bahçeden kadınların konuşmaları duyuluyor.
Belki sebze ayıklıyorlar, belki kahve içiyorlar. Gülüşmeleri dalgaların
sesine karışıyor. Uyur uyanık bir şekilde onları dinliyorum. Saz damdan
sızan güneş ışıkları üzerimde oynaşıyor. Yüzümdeki tülbent nefesimle
inip kalkıyor. Kendimi çok mutlu hissediyorum. Mutlu da değil de başka
bir şey gibi. Sanki her şeyin neden olduğu gibi olması gerektiğini
biliyormuşum gibi. Yağmur neden yağar, taş niye serttir, tırtıllar nasıl
düşmeden yapraklara tırmanır, hepsini tek ve bölünmez bir anda
kavrayıvermişim gibi. Bunun verdiği güvenle gülümsüyorum. Her şey yerli
yerinde ve ben de onların ortasındayım. Kimse dokunamaz bana.
Geçenlerde
Uruguaylı yazar Juan Carlos Onetti’nin “Vedalar” (Los Adioses-1955)
adlı öykü kitabını okudum. Onetti çok acayip bir yazar. Yazdıkları
bilincimizden ziyade bilinçaltının karanlık yerlerine doğru gidiyor.
Damardan alınmış bir ilaç gibi bizi iki dakikada bambaşka bir ruh haline
sokuyor. Göğsümüzdeki sıkışmadan anlıyoruz artık kanımıza karıştığını.
Kitaptaki
öykülerden biri beni fena çarptı. “Gerçekleşen bir Rüya” (Un sueno
realizado-1941) adlı bu öykü başarısız bir rejisörün ağzından
anlatılıyor. Aktör arkadaşı Blanes’in sandığı gibi “Hamlet’i halka en
iyi şekilde sunabilmek” gibi bir derdi olmayan anlatıcı, borç
batağındaki tiyatrosunu kurtarmak için herhangi bir oyunu sahneye
koymaya hazır. Ama Blanes onun yüksel idealleri yüzünden mahvolduğuna
inanmış bir kere. Tiyatronun bütün çalışanları çoktan Buenos Aires’e
kaçmış. Bir tek bu ikisi kalmışlar geride: Kötü bir oyuncu ve çulsuz bir
rejisör. Onlar da hep aynı şeyleri konuşup duruyorlar. Ta ki önlerine
gelen bir teklifle öykünün yönü değişene kadar.
Bir
gün tuhaf giyimli bir kadın anlatıcıyı görmeye geliyor. Elli yaşlarında
görünen ama çocuksu bir utangaçlıkla davranan bir kadın bu. Eski püskü
bir elbise giymiş. “Bir zamanlar, kim bilir belki bir yüzyıl önce, bir
çocuğun giyebileceği türden bir şeydi,” diyor anlatıcı bize. Gülüşünde
duruşunda neredeyse zamansız bir hal var: “Sanki uyumuş da sonra birden
uyanıvermiş gibi, saçı başı karmakarışık, neredeyse hiç yaşlanmamış ama
her an yaşlanıp sessizce dağılıverecekmiş gibi.” Kadın, rejisörden bir
sahneyi canlandırmasını istiyor. Onun ilk önce zannettiği gibi birkaç
perdelik bir oyun değil. Sadece tek bir sahne. Bir zamanlar gördüğü bir
rüyanın temsili. Çok basit bir rüya bu: Bir araba yolda ilerliyor, bir
adam karşıdan karşıya geçiyor ve genç bir kadının kendisine sunduğu
sürahiden bira içiyor. Sonra yeniden caddeyi aşarak geri dönüyor ve
bütün bunlar olurken kaldırımda uzanmakta olan yaşlı kadının (yani
rüyayı görenin) başını küçük bir kızı severmiş gibi okşuyor okşuyor.
Daha sonra bu sahneyi canlandıracak Blanes’den öğrendiğimize göre,
kadının bu rüyaya dönmek istemesinin sebebi onda çok derin bir anlam
bulması falan değil, sadece “uyurken ve bu rüyayı görürken çok mutluymuş
– hayır, mutlu doğru sözcük değil, başka türlü bir şey. Onun için
hepsini yeniden yaşamak istiyor.”
Öykü
bu noktadan sonra iyice garipleşiyor ve bu başarısız kumpanyanın yaşlı
kadının rüyasını sahneye koymaya çalışmasını anlatarak devam ediyor.
Kafka
öyküleri gibi, Onetti’ninkiler de insanın midesine yumruk gibi iniyor.
Katmerli bir etkileri oluyor okuyucu üzerinde. İlk darbeden sonra
afallıyorsunuz ama esas acısı sonradan çıkıyor. Çok derinlerde kalmış
bir şeylere dokunan ve her zaman bilinç düzeyinde anlaşılır olmayan
öyküler bunlar. Metindeki boşluklar da bununla bağlantılı aslında.
Onetti dilden kaçanı anlatıyor çünkü. Dile gelmesi mümkün olmayanı
yazmaya çalışıyor. Onun için, bu öykülere bambaşka bir yerden
bağlanıyoruz: “Aynı çocuklukta öğrenilen ve hiç unutulmayan şeyler
gibi.”
“Gerçekleşen
bir Rüya”yı okuyunca bana da öyle oldu. Önce neye uğradığımı
anlayamadım. Birkaç gün içimde bir sıkıntıyla dolaştım durdum. Hani neye
sıkıldığınızı tamamen unutursunuz, ama içinizin daralması devam eder.
İşte onun gibi bir şey. Sonra fark ettim ki, bu kadının duruşunda,
giyinişinde, uykudan uyanmış gibi şaşkın halinde bana çok tanıdık gelen
bir şeyler vardı. Ellerini kucağında birleştirerek oturması,
gülümseyişindeki utangaçlık, rüyasını yeniden görmek konusundaki
inadı... Hepsi en mahrem anılarım kadar aşina göründü bana.
Bunların
peşinden çocukluğumdaki o öğle uykusunun anısı çıktı geldi. Sedire
başımı koyuşum, nefes aldıkça yüzüme inip kalkan incecik tülbent,
ardından her şeyin tamam olduğunu hissedişim ve gözlerimi kapatıp uykuya
dalışım. Derken birden anladım ki, bu uzun uykudan ancak şimdi
uyanabilmiştim. Onetti’nin hikayesi sayesinde kalkmıştım o tahta
sedirden. Kendimi burada ve bu anda bulmuştum işte! Artık yaşını başını
almış bir kadın olarak ve aynı rüyaya geri dönmenin imkansızlığı içinde.
Kot pantolonum, lastik pabuçlarım ve çizgili gömleğime şöyle bir baktım
ve yaşamımın büyük bir kısmının geride kaldığını anladım.
Taşınması
zor bir bilgi oldu bu. Yine de düşündüm ki, Onetti’nin beni götürdüğü
yerde yalnız değilimdir belki. Benim gibi başkaları da olacaktır orada.
Ayrı yumrukla sarsılmış başka okuyucular mesela.
Sonuçta
hepimiz çocukluğun uzun uykusundan birer ihtiyar olarak uyanmıyor
muyuz? Her birimiz o çok mutlu – yok, mutlu da değil, daha çok eksiksiz
ve tamam – hissettiğimiz ana geri dönmek istemiyor muyuz? Ve en
nihayetinde, nefesimiz kesilip yere uzandığımızda, şefkatli bir el
tarafından o büyük uykunun affedici kucağına bırakılmanın hayalini
kurmuyor muyuz?
Not.
Bildiğim kadarıyla Onetti’nin öyküleri henüz Türkçeye çevrilmedi. Fakat
Alef Yayınevi yazarın meşhur romanı Tersane’yi Suna Kılıç çevirisi ile
geçenlerde bastı.
No comments:
Post a Comment