Monday, July 24, 2017

Gerçekleşen bir rüya

Çocukluktan kalma bir anım var. Bir anı mı yoksa bir rüya mı onu bile bilmiyorum. Ama yıllardır zihnimin bir köşesinde duruyor. 

Güneşli bir öğle sonrasında denize bakan bir evin bahçesinde uyukluyorum. Anneannem beni sedire yatırmış. Böcekler yüzümü gözümü ısırmasın diye de üzerime tülbent örtmüş. Bahçeden kadınların konuşmaları duyuluyor. Belki sebze ayıklıyorlar, belki kahve içiyorlar. Gülüşmeleri dalgaların sesine karışıyor. Uyur uyanık bir şekilde onları dinliyorum. Saz damdan sızan güneş ışıkları üzerimde oynaşıyor. Yüzümdeki tülbent nefesimle inip kalkıyor. Kendimi çok mutlu hissediyorum. Mutlu da değil de başka bir şey gibi. Sanki her şeyin neden olduğu gibi olması gerektiğini biliyormuşum gibi. Yağmur neden yağar, taş niye serttir, tırtıllar nasıl düşmeden yapraklara tırmanır, hepsini tek ve bölünmez bir anda kavrayıvermişim gibi. Bunun verdiği güvenle gülümsüyorum. Her şey yerli yerinde ve ben de onların ortasındayım. Kimse dokunamaz bana. 

Geçenlerde Uruguaylı yazar Juan Carlos Onetti’nin “Vedalar” (Los Adioses-1955) adlı öykü kitabını okudum. Onetti çok acayip bir yazar. Yazdıkları bilincimizden ziyade bilinçaltının karanlık yerlerine doğru gidiyor. Damardan alınmış bir ilaç gibi bizi iki dakikada bambaşka bir ruh haline sokuyor. Göğsümüzdeki sıkışmadan anlıyoruz artık kanımıza karıştığını. 

Kitaptaki öykülerden biri beni fena çarptı. “Gerçekleşen bir Rüya” (Un sueno realizado-1941) adlı bu öykü başarısız bir rejisörün ağzından anlatılıyor. Aktör arkadaşı Blanes’in sandığı gibi “Hamlet’i halka en iyi şekilde sunabilmek” gibi bir derdi olmayan anlatıcı, borç batağındaki tiyatrosunu kurtarmak için herhangi bir oyunu sahneye koymaya hazır. Ama Blanes onun yüksel idealleri yüzünden mahvolduğuna inanmış bir kere. Tiyatronun bütün çalışanları çoktan Buenos Aires’e kaçmış. Bir tek bu ikisi kalmışlar geride: Kötü bir oyuncu ve çulsuz bir rejisör. Onlar da hep aynı şeyleri konuşup duruyorlar. Ta ki önlerine gelen bir teklifle öykünün yönü değişene kadar.

Bir gün tuhaf giyimli bir kadın anlatıcıyı görmeye geliyor. Elli yaşlarında görünen ama çocuksu bir utangaçlıkla davranan bir kadın bu. Eski püskü bir elbise giymiş. “Bir zamanlar, kim bilir belki bir yüzyıl önce, bir çocuğun giyebileceği türden bir şeydi,” diyor anlatıcı bize. Gülüşünde duruşunda neredeyse zamansız bir hal var: “Sanki uyumuş da sonra birden uyanıvermiş gibi, saçı başı karmakarışık, neredeyse hiç yaşlanmamış ama her an yaşlanıp sessizce dağılıverecekmiş gibi.” Kadın, rejisörden bir sahneyi canlandırmasını istiyor. Onun ilk önce zannettiği gibi birkaç perdelik bir oyun değil. Sadece tek bir sahne. Bir zamanlar gördüğü bir rüyanın temsili. Çok basit bir rüya bu: Bir araba yolda ilerliyor, bir adam karşıdan karşıya geçiyor ve genç bir kadının kendisine sunduğu sürahiden bira içiyor. Sonra yeniden caddeyi aşarak geri dönüyor ve bütün bunlar olurken kaldırımda uzanmakta olan yaşlı kadının (yani rüyayı görenin) başını küçük bir kızı severmiş gibi okşuyor okşuyor. Daha sonra bu sahneyi canlandıracak Blanes’den öğrendiğimize göre, kadının bu rüyaya dönmek istemesinin sebebi onda çok derin bir anlam bulması falan değil, sadece “uyurken ve bu rüyayı görürken çok mutluymuş – hayır, mutlu doğru sözcük değil, başka türlü bir şey. Onun için hepsini yeniden yaşamak istiyor.” 

Öykü bu noktadan sonra iyice garipleşiyor ve bu başarısız kumpanyanın yaşlı kadının rüyasını sahneye koymaya çalışmasını anlatarak devam ediyor. 

Kafka öyküleri gibi, Onetti’ninkiler de insanın midesine yumruk gibi iniyor. Katmerli bir etkileri oluyor okuyucu üzerinde. İlk darbeden sonra afallıyorsunuz ama esas acısı sonradan çıkıyor. Çok derinlerde kalmış bir şeylere dokunan ve her zaman bilinç düzeyinde anlaşılır olmayan öyküler bunlar. Metindeki boşluklar da bununla bağlantılı aslında. Onetti dilden kaçanı anlatıyor çünkü. Dile gelmesi mümkün olmayanı yazmaya çalışıyor. Onun için, bu öykülere bambaşka bir yerden bağlanıyoruz: “Aynı çocuklukta öğrenilen ve hiç unutulmayan şeyler gibi.” 

“Gerçekleşen bir Rüya”yı okuyunca bana da öyle oldu. Önce neye uğradığımı anlayamadım. Birkaç gün içimde bir sıkıntıyla dolaştım durdum. Hani neye sıkıldığınızı tamamen unutursunuz, ama içinizin daralması devam eder. İşte onun gibi bir şey. Sonra fark ettim ki, bu kadının duruşunda, giyinişinde, uykudan uyanmış gibi şaşkın halinde bana çok tanıdık gelen bir şeyler vardı. Ellerini kucağında birleştirerek oturması, gülümseyişindeki utangaçlık, rüyasını yeniden görmek konusundaki inadı... Hepsi en mahrem anılarım kadar aşina göründü bana. 

Bunların peşinden çocukluğumdaki o öğle uykusunun anısı çıktı geldi. Sedire başımı koyuşum, nefes aldıkça yüzüme inip kalkan incecik tülbent, ardından her şeyin tamam olduğunu hissedişim ve gözlerimi kapatıp uykuya dalışım. Derken birden anladım ki, bu uzun uykudan ancak şimdi uyanabilmiştim. Onetti’nin hikayesi sayesinde kalkmıştım o tahta sedirden. Kendimi burada ve bu anda bulmuştum işte! Artık yaşını başını almış bir kadın olarak ve aynı rüyaya geri dönmenin imkansızlığı içinde. Kot pantolonum, lastik pabuçlarım ve çizgili gömleğime şöyle bir baktım ve yaşamımın büyük bir kısmının geride kaldığını anladım. 

Taşınması zor bir bilgi oldu bu. Yine de düşündüm ki, Onetti’nin beni götürdüğü yerde yalnız değilimdir belki. Benim gibi başkaları da olacaktır orada. Ayrı yumrukla sarsılmış başka okuyucular mesela.
Sonuçta hepimiz çocukluğun uzun uykusundan birer ihtiyar olarak uyanmıyor muyuz? Her birimiz o çok mutlu – yok, mutlu da değil, daha çok eksiksiz ve tamam – hissettiğimiz ana geri dönmek istemiyor muyuz? Ve en nihayetinde, nefesimiz kesilip yere uzandığımızda, şefkatli bir el tarafından o büyük uykunun affedici kucağına bırakılmanın hayalini kurmuyor muyuz? 

Not. Bildiğim kadarıyla Onetti’nin öyküleri henüz Türkçeye çevrilmedi. Fakat Alef Yayınevi yazarın meşhur romanı Tersane’yi Suna Kılıç çevirisi ile geçenlerde bastı.

No comments: