15 Şubat 2015
Partileri, büyük
buluşmaları, kalabalık toplantıları sevmiyorum. Bunu daha önce de yazmıştım.
Ama belki şunu söylememişimdir: Partileri sevmememin bir sebebi de, hepsinden
illa ki bir şeyler kaybederek çıkıyor olmamdır. Böyle ne eldivenler, ne
şapkalar gitti. Zaten dalgın insanım. Üstüne bir de kalabalığın yarattığı
sersemlik eklenince, bir türlü toparlanamıyorum anlaşılan. Peki ya yırtılıp
delinenler? Sigara yanıklarıyla zalimce işkence görenler? Bunlar da başımdan
eksik olmuyor.
Geçen gün yine
böyle kalabalık bir toplantıdan sonra eve geldiğimde, paltomun sırtında bozuk
para büyüklüğünde bir delik olduğunu fark ettim. Eve doğru yürürken arkadan arkadan
bir serinlik geliyordu. Demek bu yüzdenmiş! Bir ara paltoyu vestiyere asmıştım,
o zaman mı delinmişti? Biraz daha dikkatli bakınca bunun bir yanık olduğunu
fark ettim. Evet, birisi sigarasına hakim olamamıştı. Hatta sonra birkaç kez
daha hakim olamamış olmalıydı ki, delik büyümüş ve bozuk para boyutlarına
ulaşmıştı.
Bunun çaresi var
mıdır diye düşünürken, Beşiktaş’ta bir ara gözüme ilişen “ÖRÜCÜ” tabelasını
hatırladım. Ertesi gün dükkanı elimle koymuş gibi buldum. Nur yüzlü yaşlıca bir
adam en fazla üç metre kare kadar bir odacıkta oturuyordu. Paltomu çıkarıp
gösterdim. O da bana odanın içindeki ikinci iskemleyi gösterdi. “Otur, üşüme!”
dedi. İkimiz birden oturunca oda tamamen doldu zaten. Sürgülü kapıyı itip
kapattı. Böylece iki iskemle, bir elektrikli radyatör ve askıda tamir edilmeyi
bekleyen bir iki kıyafetten oluşan dekorun parçası haline geldim.
Paltoyu bir süre
inceledikten sonra, “Nasıl yaktın bunu?” diye sordu. “Ben yapmadım,” dedim.
“Sen yapmışsın işte, hanım abla,” dedi, “Buraya böyle getirdiğine göre.” Sonra
da muzip muzip güldü. Alışkın hareketlerle arkaya doğru uzandı, bir yerlerden
bir makas çıkardı. Paltonun eteğinden astarını biraz kesti. Oradan bir iki
iplik söktü. Sökerken de azıcık söylendi. “Sentetik bunların hepsi,” dedi.
“Artık hiçbir şeyin doğrusunu yapmıyorlar. Onun için böyle çıra gibi
yanmışsın.”
Burhan amca
(konuşurken ismini de öğrenmiş oldum) paltomu onarırken, ben de onu seyrettim.
Ellerimi kucağımda bitiştirip kibar biri gibi oturdum. Dükkanın içinde elimi
kolumu oynatacak kadar yer yoktu çünkü. “Kendi ipliği ile örmek lazım. Yoksa
belli olur,” dedi. “Şimdi belli olmayacak mı peki?” diye sordum. “Eskisi gibi
olmaz tabi,” diye cevap verdi, “Her yanık iz bırakır.”
Bu lafın ağırlığı
altında susmak zorunda kaldım. Bir süre sessizce oturduk. O çalıştı. Bense uzun
uzun pabuçlarımı inceledim.
İşi bitince
paltoyu bana uzattı. Delik tamamen kapanmıştı. Uzaktan bakıldığında yandığını
anlamak mümkün değildi. “Neredeydi ki?” diye sordum. “Bak, burası,” diye
gösterdi. Elimi paltonun sırtında gezdirdim. Eskiden yanığın olduğu yerde kumaş
kalınlaşmış pütür pütür olmuştu. “Başkası göremez, yalnız sen bileceksin,” dedi
bana. Yine aynı muziplikle güldü. Teşekkür edip parasını ödedim. Sürgü kapıyı
açtı. Ben toparlanıp çıkarken “Bir daha yakma,” diye seslendi, “Tamiri zor
oluyor.”
Onu küçük
dükkanında bırakıp çıktım. Ayrılırken arkamdan el salladı. Örgü iğnesini, bir
şövalye gibi göğsüne çaprazlama takmıştı.
Dükkandan
çıktıktan sonra, ne yapacağımı bilemeden dalgın dalgın yürüdüm bir süre. Paltoyu
kurtardığıma seviniyor olmam lazımdı. Ama pek de öyle sevinçli sayılmazdım.
Burhan amca paltoyu onarmasına onarmış ama bunu yaparken başka şeyleri yerinden
oynatmıştı. Hayatımın pürüzlü yerleri görünür hale gelmişti birden. Hepsi bir
biri ardından gözümün önünden geçiyordu.
Bunların birinde,
ilk okulda beslenme saatinde elimde yemek çantası ile sıramda duruyorum.
Öğretmen çantalarımızı açmamızı söylüyor. Önümdeki sırada dalgalı kumral
saçlarıyla çok güzel bir oğlan çocuğu oturuyor. O saçlarla aynı Küçük Prens’e
benziyor. Çantamdan bir sandviçle bir de portakal çıkıyor. Portakalı ona uzatıyorum.
Yanındaki arkadaşı dürtüp beni gösteriyor. Çocuk dönüp bakıyor. Bahçedeki köpek
pisliklerine bakar gibi. Belki de arkadaşının yanında onu utandırdığım için
kızgın bana. Elinin tersi ile itiyor portakalı. Yanındaki oğlanla itişip
gülüşüyorlar. Küçük Prens bunu yapmazdı. Çocuk gözümden düşüyor. Ama bana
bakışını unutamıyorum. Bu kadar güzel biri nasıl böyle zalim olabilir? Anlayamıyorum.
Bir başkasında, zihnime
kazınmış bir veda sahnesi var. Çocuk değilim artık, yetişkin biriyim. Otobüs
garında genç bir adama sarılmışım. O bana sarılmıyor. Ellerini cebine sokmuş,
öylece duruyor. Çünkü biliyor, belki de bir daha görmeyecek beni. Biraz sonra
otobüse binip gidecek. Ben zaten çoktan gitmişim. İlişkimiz biteli bayağı bir
zaman olmuş. Ama genç olduğumuz için bunu anlayamamışız. Bir süre öyle duruyoruz.
Sonra “Ben gideyim,” diyor. Sesi uzun zaman hasta yatmış biri gibi çatallı
çıkıyor. Şoför çoktan koltuğuna atlamış, “Ankara yolcusu kalmasın!” diye bağırıyor.
Otobüse binerken gömleğimin yakasının sırılsıklam olduğunu fark ediyorum.
Ağlamış. Hiç ağlamaz halbuki. O anda dünyanın en zalim insanı benim artık. Platformda
kaskatı duruyorum. Otobüs yavaş yavaş manevra yapıyor. El sallamak istiyorum.
Ama kollarım kalkmıyor. Daha fazla orada duramayacağım. Arkamı dönüp gidiyorum.
Bunları düşünerek
daha ne kadar yürüdüm bilmiyorum. Dolmuş durağına geldiğimde, aklımda en son bu
sahne vardı. “Küçük Prens bunu da yapmazdı,” dedim kendi kendime, “Asla
yapmazdı.”
Akşam trafiğinde
ortalık karışmış, Beşiktaş yine cehennem yerine dönmüştü. Dolmuş durağındaki sıra
ip gibi uzamıştı. Uzunca bir bekleyişten sonra bir araba geldi ve bindim. Eve
doğru giderken elimle paltodaki pütürlü yeri şöyle bir yokladım. Evet, Burhan
amca iyi iş çıkarmıştı. Dışarıdan hiç fark edilmiyordu. Üstü örtülmüş, izleri
mümkün olduğu kadar gizlenmişti. Ama ben biliyordum. Yanık orada duruyordu.
Ruhumdaki diğer bütün yanıklar gibi.
No comments:
Post a Comment