Tuesday, March 03, 2015

Her yanık iz bırakır...

BirGün Pazar
15 Şubat 2015


Partileri, büyük buluşmaları, kalabalık toplantıları sevmiyorum. Bunu daha önce de yazmıştım. Ama belki şunu söylememişimdir: Partileri sevmememin bir sebebi de, hepsinden illa ki bir şeyler kaybederek çıkıyor olmamdır. Böyle ne eldivenler, ne şapkalar gitti. Zaten dalgın insanım. Üstüne bir de kalabalığın yarattığı sersemlik eklenince, bir türlü toparlanamıyorum anlaşılan. Peki ya yırtılıp delinenler? Sigara yanıklarıyla zalimce işkence görenler? Bunlar da başımdan eksik olmuyor.

Geçen gün yine böyle kalabalık bir toplantıdan sonra eve geldiğimde, paltomun sırtında bozuk para büyüklüğünde bir delik olduğunu fark ettim. Eve doğru yürürken arkadan arkadan bir serinlik geliyordu. Demek bu yüzdenmiş! Bir ara paltoyu vestiyere asmıştım, o zaman mı delinmişti? Biraz daha dikkatli bakınca bunun bir yanık olduğunu fark ettim. Evet, birisi sigarasına hakim olamamıştı. Hatta sonra birkaç kez daha hakim olamamış olmalıydı ki, delik büyümüş ve bozuk para boyutlarına ulaşmıştı.

Bunun çaresi var mıdır diye düşünürken, Beşiktaş’ta bir ara gözüme ilişen “ÖRÜCÜ” tabelasını hatırladım. Ertesi gün dükkanı elimle koymuş gibi buldum. Nur yüzlü yaşlıca bir adam en fazla üç metre kare kadar bir odacıkta oturuyordu. Paltomu çıkarıp gösterdim. O da bana odanın içindeki ikinci iskemleyi gösterdi. “Otur, üşüme!” dedi. İkimiz birden oturunca oda tamamen doldu zaten. Sürgülü kapıyı itip kapattı. Böylece iki iskemle, bir elektrikli radyatör ve askıda tamir edilmeyi bekleyen bir iki kıyafetten oluşan dekorun parçası haline geldim.

Paltoyu bir süre inceledikten sonra, “Nasıl yaktın bunu?” diye sordu. “Ben yapmadım,” dedim. “Sen yapmışsın işte, hanım abla,” dedi, “Buraya böyle getirdiğine göre.” Sonra da muzip muzip güldü. Alışkın hareketlerle arkaya doğru uzandı, bir yerlerden bir makas çıkardı. Paltonun eteğinden astarını biraz kesti. Oradan bir iki iplik söktü. Sökerken de azıcık söylendi. “Sentetik bunların hepsi,” dedi. “Artık hiçbir şeyin doğrusunu yapmıyorlar. Onun için böyle çıra gibi yanmışsın.”

Burhan amca (konuşurken ismini de öğrenmiş oldum) paltomu onarırken, ben de onu seyrettim. Ellerimi kucağımda bitiştirip kibar biri gibi oturdum. Dükkanın içinde elimi kolumu oynatacak kadar yer yoktu çünkü. “Kendi ipliği ile örmek lazım. Yoksa belli olur,” dedi. “Şimdi belli olmayacak mı peki?” diye sordum. “Eskisi gibi olmaz tabi,” diye cevap verdi, “Her yanık iz bırakır.”

Bu lafın ağırlığı altında susmak zorunda kaldım. Bir süre sessizce oturduk. O çalıştı. Bense uzun uzun pabuçlarımı inceledim.

İşi bitince paltoyu bana uzattı. Delik tamamen kapanmıştı. Uzaktan bakıldığında yandığını anlamak mümkün değildi. “Neredeydi ki?” diye sordum. “Bak, burası,” diye gösterdi. Elimi paltonun sırtında gezdirdim. Eskiden yanığın olduğu yerde kumaş kalınlaşmış pütür pütür olmuştu. “Başkası göremez, yalnız sen bileceksin,” dedi bana. Yine aynı muziplikle güldü. Teşekkür edip parasını ödedim. Sürgü kapıyı açtı. Ben toparlanıp çıkarken “Bir daha yakma,” diye seslendi, “Tamiri zor oluyor.”

Onu küçük dükkanında bırakıp çıktım. Ayrılırken arkamdan el salladı. Örgü iğnesini, bir şövalye gibi göğsüne çaprazlama takmıştı.

Dükkandan çıktıktan sonra, ne yapacağımı bilemeden dalgın dalgın yürüdüm bir süre. Paltoyu kurtardığıma seviniyor olmam lazımdı. Ama pek de öyle sevinçli sayılmazdım. Burhan amca paltoyu onarmasına onarmış ama bunu yaparken başka şeyleri yerinden oynatmıştı. Hayatımın pürüzlü yerleri görünür hale gelmişti birden. Hepsi bir biri ardından gözümün önünden geçiyordu.

Bunların birinde, ilk okulda beslenme saatinde elimde yemek çantası ile sıramda duruyorum. Öğretmen çantalarımızı açmamızı söylüyor. Önümdeki sırada dalgalı kumral saçlarıyla çok güzel bir oğlan çocuğu oturuyor. O saçlarla aynı Küçük Prens’e benziyor. Çantamdan bir sandviçle bir de portakal çıkıyor. Portakalı ona uzatıyorum. Yanındaki arkadaşı dürtüp beni gösteriyor. Çocuk dönüp bakıyor. Bahçedeki köpek pisliklerine bakar gibi. Belki de arkadaşının yanında onu utandırdığım için kızgın bana. Elinin tersi ile itiyor portakalı. Yanındaki oğlanla itişip gülüşüyorlar. Küçük Prens bunu yapmazdı. Çocuk gözümden düşüyor. Ama bana bakışını unutamıyorum. Bu kadar güzel biri nasıl böyle zalim olabilir? Anlayamıyorum.

Bir başkasında, zihnime kazınmış bir veda sahnesi var. Çocuk değilim artık, yetişkin biriyim. Otobüs garında genç bir adama sarılmışım. O bana sarılmıyor. Ellerini cebine sokmuş, öylece duruyor. Çünkü biliyor, belki de bir daha görmeyecek beni. Biraz sonra otobüse binip gidecek. Ben zaten çoktan gitmişim. İlişkimiz biteli bayağı bir zaman olmuş. Ama genç olduğumuz için bunu anlayamamışız. Bir süre öyle duruyoruz. Sonra “Ben gideyim,” diyor. Sesi uzun zaman hasta yatmış biri gibi çatallı çıkıyor. Şoför çoktan koltuğuna atlamış, “Ankara yolcusu kalmasın!” diye bağırıyor. Otobüse binerken gömleğimin yakasının sırılsıklam olduğunu fark ediyorum. Ağlamış. Hiç ağlamaz halbuki. O anda dünyanın en zalim insanı benim artık. Platformda kaskatı duruyorum. Otobüs yavaş yavaş manevra yapıyor. El sallamak istiyorum. Ama kollarım kalkmıyor. Daha fazla orada duramayacağım. Arkamı dönüp gidiyorum.

Bunları düşünerek daha ne kadar yürüdüm bilmiyorum. Dolmuş durağına geldiğimde, aklımda en son bu sahne vardı. “Küçük Prens bunu da yapmazdı,” dedim kendi kendime, “Asla yapmazdı.”

Akşam trafiğinde ortalık karışmış, Beşiktaş yine cehennem yerine dönmüştü. Dolmuş durağındaki sıra ip gibi uzamıştı. Uzunca bir bekleyişten sonra bir araba geldi ve bindim. Eve doğru giderken elimle paltodaki pütürlü yeri şöyle bir yokladım. Evet, Burhan amca iyi iş çıkarmıştı. Dışarıdan hiç fark edilmiyordu. Üstü örtülmüş, izleri mümkün olduğu kadar gizlenmişti. Ama ben biliyordum. Yanık orada duruyordu. Ruhumdaki diğer bütün yanıklar gibi.




No comments: