Sunday, November 28, 2010

KAYIP MEKTUP 2


BirGün
28 Kasım 2010

Böyle şeyler neden hep benim başıma gelir bilmiyorum. Tanıkları olmasa bunu yazmaya cesaret edemezdim herhalde. O kadar acayip bir hikaye ki, uydurduğumu düşüneceğinizden korkardım. Ama bazen gerçeğin kendisi kurgudan daha inanılmaz olabiliyor.

Geçen haftakinin üzerine, size bir kayıp mektup hikayesi daha anlatacağım şimdi.

Ekim başında babama bir mektup yazdım. Memleketten ayrılırken, “Bir kamera alırsan görüntülü konuşuruz,” dediğimde, “İnterneti boşver. Yazarsın. Mektupların suyu mu çıktı?” diye cevap vermişti. Babamın teknolojiyle başı pek hoş değildir. Ben de buraya gelir gelmez oturup yazdım ona. Yazarken de biraz duygusallaştım galiba. Ben yola çıkmadan kısa bir süre önce hastalanmıştı. Aklım ondaydı. Bu kadar uzakta olmak da koyuyordu bana. Onun için biraz uzunca bir mektup oldu bu.

Babama çocukluğumdan beri hiç yazmamıştım. Ben çocukken uzun seyahatlere çıkardı. Ben de annemin yazdığı mektupların içine konmak üzere ufak tefek bir şeyler yazardım ona. Günlük haberler, okulda olup bitenler, sonunda da istek ve dilekler falan filan. Sonraları büyüyüp de evden ayrılınca, çok iyi bir mektup arkadaşı olan annemle yazışmayı tercih ettim. Babam için de mektubun altına bir mesaj iliştirirdim her zaman. Ama aslında muhatabım annemdi. Bunu hepimiz bilirdik. Babam kibarca geride durur, şikayet etmezdi.

Bu seferki ona yazdığım ilk gerçek mektuptu aslında. Kaybolabileceği hiç aklıma gelmemişti.

Kaybolmak ne kelime, buharlaşıp uçmuş anlaşılan. Anlattığına göre, bayramdan sonra eve döndüğünde ilk iş postaya bakmış babam. Üzerinde Amerikan pulu ve damgasından başka bir işaret olmayan bembeyaz bir zarf bulmuş orada. Merak edip içini açınca da, bomboş iki sayfa ile karşılaşmış. Yüzyılın muamması. Anlayabilene aşk olsun!

Olaya sakin bir şekilde yaklaşmayı başarabilirsek (ki başaramadık), aslında mektubun adresine ulaştığını söyleyebiliriz. En azından fiziksel olarak. Ama posta kutusunda beklerken üzerindeki yazı nasıl olduysa silinmiş. Gerçi eve ulaşan kağıtlardan hala mektup diye söz edilebilir mi, orası şüpheli.

Babam da sanırım bu son noktayı mesele ediyordu. Yukarıdaki açıklamadan hiç hoşlanmadı. Telefonda ‘Nasıl mürekkeple yazdın sen bunu?’ diye çıkıştı bana. ‘Senin hediye ettiğin dolmakalemle yazdım,’ diye atladım ben de. Senelerdir talimliyim. Altta kalacak değilim. Ayrıca birbirimize çok benzeriz. Hayalkırıklığına uğrayınca huysuzlaşırız ikimiz de.

Bizim ailede polisiye meraklısı çoktur. Herkesin bir fikri vardı tabii. Biri, Miss Marple edasıyla mektubu derhal yakın bir incelemeye almamızı önerirken, bütün Sherlock Holmes’ları satır satır hatmetmiş olan bir diğeri, limon suyu metodunu hatırlatarak, mektubu mum alevine tutmanın iyi bir fikir olabileceğini söyledi.

Bense böyle zamanlarda genellikle olduğu gibi melankolikleştim biraz. Aynısı olmayacağını bile bile, “Üzülme, yine yazarım sana,” dedim babama. Geçen hafta sözünü ettiğim öğrencimin de kulaklarını çınlattım bunu derken. Ben çağırmıştım bu mektup hadisesini belli ki. Yerine ulaşmayan mektuplardan bahis açarak davetiye çıkarmıştım.

Belki de kimi mektupların yerine ulaşmaması gerekiyordur diye düşündüm sonra. Babalara yazılmış diğer mektuplar geldi aklıma; Kafka’nınki mesela, ya da Oğuz Atay’ın ‘Korkuyu Beklerken’deki öyküleri arasından çıkan o mektup…

Kafka da, Atay da bu mektuplarda babalarıyla hesaplaşırlar. Aynısını yaptığımdan değil. Ama benimki de duygusallıktan kaybediyordu belki. Onun için dünyanın ağır koşullarına (yağmur, kötü mürekkep, aşırı geri dönüşüme maruz kalmış ucuz Amerikan kağıdı) dayanamamış ve kendi kendini imha etmişti.

Onun için babama, ona dair hissettiklerim değil olsa olsa bunların izi gitti. Lacan’ın çok hoşuna giderdi, eminim. Derrida ise tek kelimeyle bayılırdı buna.

Halbuki benim derdim babamı mutlu etmekti.

Sunday, November 21, 2010

KAYIP MEKTUP


BirGün
21 Kasım 2010

Geçenlerde çok güzel bir mektup aldım. Sahibi gibi biraz hüzünlü bir mektuptu bu. Sevdiğim bir öğrencimden geliyordu. Bir mektup yazmaya başladığını ama yarım bıraktığını söylüyordu. Bitmemiş haliyle yollamak içine sinmemiş olacak ki, mektubunu bir türlü gönderememişti. Ama elindeki taslağı atmaya da kıyamamış ve saklamıştı. Fakat o kadar uzun süre bekletmişti ki, sonunda mektup kaybolmuştu. ‘Aynısını yeniden yazmam mümkün değil,’ diyordu bana yolladığı mektupta, ‘ama belki de böylesi daha iyi oldu, çünkü onu hiç bir zaman bitiremeyecektim zaten.’

Bu kısacık hikaye, aynı anda birçok soruyu açıyor: Bir metin hiç ‘tamam’ olabilir mi? Eğer tamamlanıyorsa hangi noktada eksik olmaktan çıkar? Yazılıp bitirildiği zaman mı? Gönderildiği zaman mı? Ya da muhatabına ulaşıp okunduğu zaman mı?

Peki ya gönderilmemiş mektupları hangi kategoriye koyacağız? Natamam metinler mi onlar? Yoksa söylenmemiş sözler mi?

Öğrencimin hikayesindeki gönderilmemiş mektubun sonunda ortadan kaybolması, çok tanıdık bir başka metni ve onun aynı derecede meşhur bir okumasını hatırlattı bana. Edgar Allan Poe’nun polisiye öykülerinden biri olan ‘Çalınmış Mektup’ üzerine verdiği seminerin sonunda Lacan gönderilmemiş mektuplara dair şunları söyler:

“Yollanmamış mektubun ilginç yanı saklanıyor olmasıdır. Mektubun yazılması da yollanması da o kadar önemli değildir (kimi zaman bazı müsvetteler hazırlar ve sonra bunları atarız), ama göndermeye niyetli olmadığımız bir mektubu saklamak dikkate değer bir davranıştır. Mektubu saklayarak, onu bir anlamda ‘yollamış’ oluruz aslında. Düşüncemizden vazgeçmemiş, onu değersiz addederek bir kenara bırakmamışızdır (bir mektubu yırtıp attığımızda yaptığımız budur); tam tersine, saklayarak ona duyduğumuz inancı pekiştirmiş sayılırız. Aslında söylediğimiz şudur: düşüncemiz gerçek muhatabının bakışlarına teslim edilmek için fazla değerlidir, çünkü o belki de bunun kıymetini anlamayacaktır; öyleyse biz de mektubu onu anlayışla ve takdirle okuyacağından emin olduğumuz birine, yani gerçek muhatabının fantazi dünyasındaki karşılığına yollamayı tercih ediyoruzdur.”

Gönderilmemiş mektupları söylenmemiş sözlerden ayıran şey tam da bu olsa gerek. Söylenmemiş sözlerden dem vurduğumuzda, olsa olsa Freud’un alanında duruyoruzdur. Bastırılmış ve kopuk kopuk imgeler zihnimizin karanlık ve labirentimsi kıvrımlarına sıkışmış, bilince çıkacakları anı beklemektedir. Oysa bilinçaltını belli kurallar dahilinde yazılmış bir metin olarak hayal etmeye başladığımız anda, artık Lacan’ın dünyasına adım atmışız demektir.

Gönderilmemiş mektuba elbette söylenmemiş sözler gibi muamele edemeyiz. Çünkü mektubu yazdığımız andan itibaren, onu söylenmemişler arasından çekip çıkarıyor ve söylenmiş kılıyoruz. Alıcısına ulaşıp ulaşmaması önemli değil. Daha büyük bir muhataba ulaşıyor bu mektup. Dile gelmiş bütün fikirlerin, söylenmiş tüm sözlerin gittiği yere gidiyor.

Üstelik Lacan’a kulak verecek olursak, kayıp falan da değildir bu mektup. Başından beri gözümüzün önündedir aslında. Poe’nun öyküsünde olduğu gibi, masanın üzerinde, yani en görünür yerde ‘gizlenmiştir.’ Öykünün detektifi Dupin’in tek yaptığı onu görmektir.

Lacan’ın gönderilmemiş mektuplara dair söyledikleri, elbette öğrencimin hikayesini bütünüyle açıklamıyor. Onun mektubunu bambaşka hislerle geciktirdiğini biliyorum. Mektubunun muhatabının (yani benim) yazdığı metin için yeterince iyi olup olmadığımı düşünmekten ziyade, kendi metnine şüpheyle baktığını ve onun için bir türlü tamamlayamadığını anlıyorum.

Öğrencime buradan da sevgilerimi yollamayı kendime bir borç bilirim. Mektubu kaybettim diye hiç üzülmesin. Lacan’la Poe’ya birer selam çakarak şunu hatırlatmak isterim ona: Bir türlü tamamlayıp gönderemediği mektubunun hikayesini yazarak kaybettiğini sandığı metni bana yolladığının farkında mı acaba?

Bütün gönderilmemiş mektuplar gibi onunki de yerine ulaştı. Endişeye mahal yok.

İş ki, ben bu güzel metne layık olayım.

Wednesday, November 17, 2010

Velev ki yürüdük...



BirGün
14 Kasım 2010

Bu hafta bir değişiklik yapıp kitaplardan söz etmeyeceğim. Edebiyat yazısı bekleyen okurlardan özür dilerim. Beni bir hafta idare etsinler.

Geçenlerde Boğaziçi’nde yaşananlar beni çok üzdü. Bilmeyenler için söyleyelim, 5 Kasım cuma günü Başbakan Erdoğan bir açılış törenine katılmak üzere Boğaziçi Üniversitesi'ne geldi. Gelir gelmez de öğrencilerin hükümetin eğitim politikasını eleştiren pankartlarıyla karşılaştı. Buraya kadar her şey normal. Ama bundan sonrası tamamen kontrolden çıkıyor ve Başbakanın ziyareti 100 kadar öğrenciye 500 polisin müdahale etmesiyle sonuçlanıyor. YÖK'ün kuruluşunun yıldönümüne yakın bir tarihe rastgeldiği için protestolar her zamankinden daha da hararetli geçmiş olabilir. Ama ne olursa olsun böyle bir tahammülsüzlüğü anlamakta zorluk çekiyorum.

Ayrıca böyle bir tarihe denk gelmeseydi bile, Başbakan’ın üniversitelerde protesto edilmesine şaşıracak mıyız? YÖK konusundaki politikası göz önüne alındığında, hiç sanmıyorum. Erdoğan 2002 seçimlerinden önce yayınladığı parti programında “YÖK' e çözüm getireceğiz” diyordu. O zamanlar Erdoğan’ın şunu kastettiğini sanmıştım: İhtilalin alameti farikalarından biri olan ve öğrenciliğimden bu yana akademinin canına ot tıkayan bu kurum sonunda ortadan kaldırılacak ve yerini daha demokratik bir işleyişe bırakacaktı. Oysa hepimizin malumu, olaylar böyle gelişmedi. AKP hükümeti, YÖK’le ve onun temsil ettiği zihniyetle hesaplaşmak yerine, bu kurumu ele geçirip kendi bildiğince kullanmayı tercih etti. Başbakan’ın başından beri çözümden anladığı bu olabilirdi tabii. Orasını çok iyi bilemiyorum.

Aslında öğrencilerin de gayet iyi farkında olduğu şey şu ki, hükümet YÖK’e sahip çıkıyor. Uzun vadede, üniversiteleri özerk kılacak bir yapılanmaya gitmek yerine, daha da merkezi hale getirecek şekilde bir düzenleme öngörüyor. AKP bu konuda taviz verecek gibi görünmüyor. Çünkü YÖK’ün ellerinin altında olması yüksek eğitimle ilgili bütün meselelere 1-0 galip başlamalarını sağlıyor. İşte bu garip kurumu dokunulmaz kılan da bu. Öyle ki, o muhalefetli anayasa referandumunda birçok başka şey tartışmaya açılırken YÖK masaya bile getirilmiyor.

O zaman öğrencilerin, hükümetin YÖK'le ilgili 'çözümünü' yeterli bulmamasına şaşmamak lazım. Onlar başka birçok üniversitede olduğu gibi, Boğaziçi'nde de başbakana bu konudaki sözünü hatırlatmak için meydana çıktılar. Aslına bakarsanız, bunu yaparak Erdoğan'a lafını etmekten hiç bıkmadığı demokratlığını göstermesi için bir şans daha verdiler. Fakat Başbakan bu fırsatı iyi kullanamadı. Öğrencilerin eleştirisi ile yüzleşip okuldan barışçıl bir şekilde geçip gitmek varken, meydana kolluk kuvvetleriyle girmeyi tercih etti ve kendisini onaylamayan her düşünceyi kaba güçle sindireceğinin işaretini verdi.

Başbakan Erdoğan ve beraberindeki bakanlar o gün Boğaziçi Üniversitesi’ni dışarıdan getirilmiş çeşitli resmi ve sivil emniyet güçleri tarafından adeta 'teslim' almak yerine, Güney Meydan’ı öğrencilerin pankartları arasından yürüyüp geçselerdi, hatta daha da iyisi, onların attıkları sloganlara kulak verselerdi, belki bu ülkede bir değişiklik yaratabileceklerinin işaretini vermiş olurlardı.

Eğer üniversitenin sokak ve meydanları öğrencilere ve öğretim üyelerine yasaklanıyorsa, hükümete olan eleştirilerini pankart ve sloganlarla dile getirmek isteyen öğrenciler tartaklanıp ablukaya alınıyor ve üzerlerine biber gazı sıkılıyorsa, o zaman benim üniversite öğrencisi olduğum ihtilal yıllarından bu yana pek bir şey değişmemiş demektir.

Oysa her fırsatta değişimden söz ediyor Erdoğan. İfade özgürlüğünden ve demokratik haklardan dem vuruyor. O zaman onun lisanıyla söyleyelim: Velev ki eğitim politikasından memnun değiliz! Velev ki yürüdük!

Üstümüze emniyet güçlerini salacaksa, o zaman bu söylediklerine dair bir kez daha düşünmek isteyebilir. Başbakan, bunların lafını etmeden önce, siyasi tahammülün demokrasinin gereği olduğunu hatırlamalı.

Sunday, November 07, 2010

Meursault'nun Bilinci


BirGün
7 Kasım 2010

Camus’nün ‘Yabancı’sında hiç unutamadığım sahnelerden biri, Meursault’nun hapishanedeki hücresinde zaman geçirebilmek için evindeki eşyaların zihinsel bir listesini çıkarmaya çalıştığı bölümdür. Romanın bütün yoğunluğu bu küçücük detayda saklıymış gibi gelir bana hep.

Meursault, Cezayir’de bir cinayet işlemiş ve tutuklanmıştır. Buraya kadar sıradan bir hikaye gibidir aslında. Ama romanın baş kişisinin, kendisini ölüme götürecek bu süreci insanın kanını donduran bir kayıtsızlıkla izlemesi işin rengini değiştirir. Çarklar döner, Meursault’nun hayatına son verecek olan mekanizma kusursuz bir şekilde işler. Oysa o, “her şey benim dışımda gerçekleşiyor,” diye düşünür, “söyleyecek hiç bir şeyim yok.”

Meursault’nun kayıtsızlığının altında yatan şey teslimiyet değildir. Buradaki varlığımızın doğasıyla ilgilidir daha çok. Ölümlü olduğumuzu farkettiğimiz noktada, bunun bilgisi ile sarsılırız. Ama en az bunun kadar önemli bir şeyi daha farkederiz: biz öldüğümüzde dünya sona ermeyecektir. Onun için Meursault’ya göre, yaşamak için gösterdiğimiz onca çaba gereksizdir. Ne zaman öldüğümüz de mühim değildir. Çünkü bu ölümlü olduğumuz gerçeğini değiştirmeyecektir. Üstelik, hangi yaşta ölürsek ölelim, birileri bizden sonra hayata devam etmek küstahlığını gösterecektir: “kadınlar ve erkekler yine yaşayacak ve bu böyle senelerce hiç sona ermeden devam edecek”tir.

Bu durum varlığımıza anlam verebilmeyi zorlaştırır. Oysa biz varlığımıza sahip çıkmak, onu kendimizin kılmak isteriz. Yaşadığımız hayatın, bizim olduğu kadar bir başkasının da hayatı olabileceğini düşünmek istemeyiz. Bunu düşündüğümüz andan itibaren ‘eşsiz’ olmaktan çıkarız çünkü. Yeri doldurulabilir biri haline geliriz.

Meursault da bunun farkındadır bence. Anonim olmak korkutur onu. Onun için, içten içe hayatını başkalarınınkinden ayıran şeyi bulmak ister. Bir birey olarak kendini kalabalıktan ayırmak, dünyaya baktığında bulamadığı anlamı kendi eliyle kendine vermek ister. Bunu başaramadığı ölçüde de yabancılaşır.

İşte belki tam da bu nedenle, işlediği cinayet yüzünden hapse atılmadan önce yaşadığı o mütevazı odadaki her bir detayı hatırlamaya çalışır Meursault. Sanki hepsini hatırlayabilirse, dünya onun olacak, hayatı üzerinde yeniden bir hak iddia edebilir hale gelecektir. Oysa bütün bu ayrıntıları hatırlamaya çalışırken şunu farkeder: insan dışarıda tek bir gün geçirse bile, hapishanede onu yüz yıl boyunca oyalayacak kadar hatıra biriktirebilir.

Bu ilk anda iyi bir şey gibi görünebilir. Ama değildir aslında. Ağır bir bilgidir bu. Bilincin dünya karşısındaki güçsüzlüğü karşısında ürpeririz. Bizi başkalarından ayıracak tek şey odur çünkü. Bir şeyi bizim baktığımız noktadan sadece biz görebilir, o açıyı sonra bir tek biz hatırlayabiliriz. Böyle bakıldığında, her kişi eşsizdir. Ama bir kişinin bilinci dünyanın çeşitliliğine karşı nedir ki? Bütün bir hayatı bir yana bırakın, yalnızca bir günü bile tüm detaylarıyla hatırlayacak kadar güçlü değildir.

Meursault yenilir. Hiç bir zaman evindeki eşyaların tümünü hatırlayamaz. Dünyanın envanterini çıkaramaz, anıların ve nesnelerin kataloğunu tutamaz. Çünkü her zaman daha fazlası vardır. Her nesne bir başkasını hatırlatır, her anı bir diğerine bağlanır. Bu böyle sonsuza kadar gider. Tek bir günün çetelesini tutmak bile olanaksız bir iş haline gelir.

O zaman belki de hayatlarımız bir Cronenberg filmidir. Hepimiz elimizde birer bavulla usul usul bir şeyler mırıldanarak hayatın kenarında dolaşıyoruzdur. ‘Örümcek’in şizofren karakteri Mr Cleg gibi, bütün derdimiz bir günün detaylarını birleştirip anlamlı bir hikaye oluşturabilmekten ibarettir. Herkes notlar tutar, ipuçlarını biriktirir, kendi ağını örmeye çalışır. Bilincin sınırlarını zorladığımız can yakıcı bir yolculuktur bu.

Oysa ne yaparsak yapalım dışarıdaki dünyayı kendimizin kılmak mümkün olmayacaktır. Biz ne kadar sonluysak, dünya da bir o kadar sınırsızdır. Onu tüketmek mümkündür belki – ama bu şeref bize verilmemiştir.

Öyleyse, Meursault’nun da gayet iyi anladığı gibi, mesele ölüm değildir aslında. Hayatın ta kendisidir.