Sunday, December 08, 2013

Tanrı'nın merak ettiği...

BirGün Pazar
1 Aralık 2013




Birkaç sene önce, özgürlük, ahlak, adalet gibi temalar etrafında metinler okutuyordum. Öğrencilerin çoğu birinci ve ikinci sınıftı. Meseleler de onlara göre biraz ağırdı. Onun için derse nispeten hafif bir metinle, günümüz yazarlarından birinin elinden çıkmış bir kısa hikâyeyle başlamak istedim.

Sınıfa götürdüğüm ilk öykü, Amerikalı yazar Walter Mosley’in Crimson Shadow (Kızıl Gölge) adlı metniydi. Mosley, genellikle yaptığı gibi, bir suç hikâyesi anlatıyor ve bizi çok iyi bildiği bir yere, Los Angeles’ın yoksul siyah mahallelerinden birine götürüyordu. Olay, her gün birilerinin cinayete kurban gittiği bir arka sokakta geçiyor ve bu zor koşullarda hayatta kalmaya çalışan bir yeniyetme ile hapisten yeni çıkmış orta yaşlı bir adamın tanışmasını anlatıyordu. Suç, ceza ve pişmanlık gibi konular etrafında dönen küçük ama çok etkileyici bir hikâyeydi. Hikâyenin kahramanı Socrates Fortlow, daha çocuk yaşta suça bulaşmış diğer karaktere öykünün bir yerinde şöyle diyordu:

“Peki, şimdi ne yapacaksın, küçük birader?”

“Neyi n’apıcam?”

“Bu durumu nasıl düzelteceksin?”

“Neyi düzeltecem? Ölüyü diriltebilir mi ki insan? Öldü o.”

Böylece Socrates’in adına layık bir diyalog başlıyor ve giderek suç ile kefarete dair bir tartışmaya dönüşüyordu. Öykü açıldıkça anlıyorduk ki, Socrates’in hapiste bütün bunları düşünecek kadar zamanı olmuştu. Ona göre suç kendi haline bırakılamazdı. Karşılığında bir şey vermek gerekirdi. Ne verilebileceğine dair onun da bir fikri yoktu. Ama denemek gerekirdi. Mutlaka denemek gerekirdi. O zaman belki bir sabah uyanınca gülümseyebilirdi insan. Belki de hiç gülümsemezdi bir daha. Ama önemli olan bu değildi.

Dedim ya, güzel küçük bir öyküydü bu. Sınıfa getirdiğime memnun olduğum bir metin. Öğrenciler öyküyü sevdiler. İyi sınavlar yazdılar. Hatta bazıları sıra dışı güzellikte yazılar teslim ettiler bana. Ama aralarından biri hiç beklemediğim bir şey yaptı. Bir gün elinde bir dosya ile kapımda belirdi. Öyküyü Türkçeye çevirmişti ve bir göz atmamı istiyordu. Karakterler siyahlara özgü İngilizce ile konuşuyorlardı. Acaba bunu Türkçeye aktarabilmiş miydi? Çeviri tamam olmuş muydu?

Çeviriye şöyle bir göz attım. Hiç fena görünmüyordu. Hele ilk kez çeviri yapan biri için. Bir iki aksaklığı beraberce düzelttik. Yazı çizi işlerinin zorluğu üzerine azıcık konuştuk. Ama sonra neden böyle bir çabaya giriştiğini merak ettim. Sosyal sorumluluk projesi kapsamında bir cezaevine düzenli bir şekilde gidip geldiklerini, bu hikâyeyi okuyunca çok heyecanlandığını ve mahkûmlarla paylaşmak istediğini söyledi. “Onlar da okuyabilsinler istiyorum” dedi. Bir metni çevirmek için bundan daha iyi bir gerekçe duymamıştım. Hatta o kadar hoşuma gitti ki, öğrencim endişeli endişeli “Mosley ne derdi acaba?” diye sorunca, “Hoşuna bile giderdi” diye cevap verdim. İnsan sevdiği yazarları o kadar benimsiyor ki, bazen onlar adına konuşabileceğini sanıyor. Saçmalık tabii. Neyse.

Sonuçta bu ilginç hikâye, hayal gücü yüksek bir üniversite öğrencisinin eliyle Türkiye’deki cezaevlerinden birine girmiş oldu. Oradaki çalışmaların birinde okundu ve tartışıldı. Bana anlatılanlardan çıkardığım kadarıyla, bizim sınıfta olduğundan çok daha büyük heyecan ve ilgiyle karşılandı. Muhtemelen bizdekilerden çok daha farklı sorulara yol açtı. Hatta sonunda mahkûmlarla öğrencilerin birlikte çıkardığı dergide basıldı. Dergiden bana da bir tane verdiler. Gördüm ki, Mosley’in hikâyesi yerini bulmuştu. Mahkûmların şiirleri ile çizimleri arasında evinde gibiydi.

Geçenlerde Mosley’in bir romanı Türkçeye çevrildi: Pek Saygıdeğer Ptolemy Grey. Yaşlılıktan zihni iyice bulanmış 91 yaşındaki Ptolemy Grey’in ölmeden önceki son dönemini anlatan bu roman, bizi Mosley’in sevdiği temalardan birine geri götürüyor: Yaşlı adam ve genç dinleyicisi. Kızıl Gölge’de olduğu gibi, burada da beklemediği bir anda bulduğu bir genç kadının karşısında bütün ömrünü gözden geçiren yaşlı bir adamı izliyoruz. Aslında bu ilişkinin bir benzeri, yaşlı adamın kopuk kopuk hatırladığı gençlik anılarında gizli: Ptolemy de kendi akıl hocasının, bir zamanlar beyaz efendisini bile soymayı başarmış yaşlı Coydog’un, söyledikleriyle yaşamış her zaman.

Romanın bir yerinde buğulu hafızasının içinden kopup gelen bu sözlerden biri şöyle: “Tanrı başkalarının sana ne yaptığıyla ilgilenmez” diyor Coydog, “Tanrı’nın merak ettiği senin ne yaptığındır.”

Bunu duyunca, Kızıl Gölge’de Socrates Fortlow’un sorduğu soruyla belirlenen özgürlükler ve sorumluluklar alanına geri döndüğümüzü anlıyoruz. Buna pek de şaşırmıyoruz aslında. Çünkü Mosley suçun sebebinden çok neticesiyle ilgilenir. Onun dünyasının tanımlayıcı özelliklerinden biridir bu. Hatalar, suçlar, günahlar kaçınılmazdır. Bizi eninde sonunda yakalarlar.  İnsan olarak kaldığımız sürece bunlardan tamamen arınmış bir hayat düşünmek olanaksızdır. Esas olan bütün bunlarla nasıl başa çıkacağımız, yani Socrates’in dediği gibi “bu konuda ne yapacağımız”dır.

Mosley’in yaşlılarla gençleri karşı karşıya getirerek, hayatın başını ve sonunu birbirine bağlayarak ördüğü hikâyeleri seviyorum. Onların birbirlerinden öğrenmelerine izin vermesi hoşuma gidiyor. Bütün bu karanlık suç hikâyelerinde umuda yer açması bana iyi geliyor. İnsan ilişkilerindeki en ince çizgileri bulup çıkarmaktaki becerisini ve bunları aktarırken kullandığı yalın ve kuvvetli dili de ayrıca takdir ediyorum. Onun için, diğer bütün romanları gibi, bunu da büyük zevkle okudum.

Ama bu kitaptan bahsetmemin nedeni yalnızca bir Mosley romanı olması değil. Benim için anlamı bundan çok daha büyük. Çünkü Pek Saygıdeğer Ptolemy Grey’i Türkçeye yukarıdaki hikâyenin kahramanı olan öğrencim Merve Balçık çevirdi. Kitabın girişinde, onu Mosley’le tanıştırdığım için bana teşekkür ediyor. Asıl ben teşekkür ederim. Bana zaman zaman unuttuğum bir şeyi, edebiyatın gücünü, hatırlattığı için. Bir hikâyeyi okumakla yetinmeyip büyüttüğü ve hayata kattığı için. Almak kadar vermeyi de önemsediği ve bunu kendisinden hiçbir şey beklenmeyen bir zamanda gönüllü olarak yaptığı için.

Onunla beraber bir kez daha anladım ki, eğer dünyayı değiştirmiyorsa kitapların pek fazla hükmü yoktur. Laf aramızda, öğrencilerimden öğrendiğim en müthiş şey de budur.



Benim Çocuğum


BirGün Pazar
24 Kasım 2013



Çocuk sahibi olmaktan çekinen birinin yapabileceği en iyi şey bir sınıf edinmektir. Bunu bir yerde okumuş muydum, yoksa kendim mi düşünüp bulmuştum hatırlamıyorum. Ama sonuçta yaptığım aynen bu oldu. Sandım ki böylesi tehlikesiz bir şeydir. Düşük sorumlulukla idare edilebilecek bir ara alan. Yarı-zamanlı ebeveynlik. Siniri alınmış annelik. Bunun gibi bir şey işte.

Beni çok iyi tanıyan annem, bu hamlemi hemen görmüş ve yüzüme vurmuştu. Düşündüğünü saklayan biri sayılmazdı. “Ne yaptığını fark etmediğimi sanma,” dedi, “Bana yutturamazsın. İyi bir öğretmen olabilirsin. Ama ikisi çok farklı şeyler.”

Halbuki o zaman ben bundan da emin değildim. Sınıfın karşısına geçtiğimde, hissettiğim şey düpedüz korkuydu. İlk dersimde o kadar endişeliydim ki, yanımda götürdüğüm su şişesini hiç elimden bırakmadım. Bir avuç genç insan, yüzünü bana çevirmiş bakıyordu. “İyi halt ettin,” dedim kendi kendime, “Al sana düşük sorumluluklu alan!” Karşımdaki yüzlere göz ucuyla şöyle bir baktım. Benden ne bekliyorlardı? Akıllı bir şeyler söylememi mi? Herhalde. Ya da belki hayatta arzu ettikleri şeyleri mümkün kılacak bilgiyi edinmek istiyorlardı. Ama ben bunların hiçbirini veremezdim ki! O yaşta bile “öğretmek” denen şeye dair ciddi şüphelerim vardı. Nereden başlayacağım konusu ise başlı başına bir muammaydı zaten.

Yine de şansım yaver gitti ve benden beklenenin ne olduğunu bir zaman sonra el yordamıyla buldum. Anladım ki, bütün öğrenciler önce kabul edilmeyi beklerler. Yaşları, cinsiyetleri, inançları, kimlikleri ne olursa olsun, hepsi önce onları oldukları gibi kabul ettiğinizi ve benimsediğinizi görmek isterler. Dersler, akıllı laflar, akademik işler, hepsi bundan sonra gelir.

Can Candan’ın LGBT bireylerin aileleri ile ilgili belgesel filmi Benim Çocuğum’u izlerken bütün salonla beraber ben de ağladım. Film bittikten sonra dışarıda bir öğrencimle karşılaştım. İkimiz de birbirimize göstermeden gözyaşlarımızı silmeye çalıştık. Sonra baktık ki olmayacak, filmden neden bu kadar etkilendiğimizi konuşmaya başladık. “Ben öyle her şeye ağlayan biri değilim,” dedi öğrencim, “Ama bu filmde annelerin babaların çocuklarına sahip çıkmaları beni çok duygulandırdı. Kendi ailemden böyle bir kabul görüp görmediğimi düşündüm. Emin olamadım.”

Ben de aynı şeyden etkilenmiş ama başka bir yerden düşünmüştüm. Anne olsaydım bu kadar cesur olur muydum, diye sormuştum kendime. Çocuğumun arkasında durabilir miydim? Onu her zaman anlayıp sevebilir miydim? Bunları aklımdan geçirmiş ama söylememiştim. Öğrencim benden daha açık sözlüydü.

Vicdanlıydı da üstelik. Ailesine haksızlık etmemesi gerektiğini eklemeyi unutmadı. Onlar böyle zor zamanlarla sınanmamışlardı. Bazen koşullar beklendiğinden ağır olabilir, çocuklar sıradan olanın çok ötesinde tecrübeler yaşayabilir ve anne babaların ne olursa olsun ortaya çıkıp “Her şey yolunda, sen güvendesin,” demesi gerekebilirdi. Çocukları gerçekten güvende olmasa bile. Her gece kabus görseler bile.

Filmdeki anne babalar tam da bunu yapmışlardı. Bizi duygulandıran ve Benim Çocuğum’un anlattıklarını evrensel kılan da buydu.

Can Candan, filmini “bir aile filmi” diye tanıttığı zaman da muhtemelen bunu kastediyordu. Çünkü film, en basit haliyle söylemek istersek, anneler babalar ve çocuklar hakkındaydı. Hatta daha çok anneler ve babalar hakkındaydı. Her biri lezbiyen, gey, biseksüel, travesti veya transseksüel çocukları olan bir grup anne babanın, bu durumla yüz yüze geldiklerinde yaşadıklarını anlatıyordu. Dahası bu insanların, çocuklarını anlamaya çalışırken yavaş yavaş içinde yaşadıkları muhafazakar ve homofobik toplumun ikiyüzlülüğünü fark etmelerini ve birer eylemci haline gelmelerini hikaye ediyordu.

Bu hikayelerin bazılarını dinlemesi zordu. En ağır olanı, çocuklarına dair en önemli gerçeği bilmediklerini fark ettiklerinde anne ve babaların yaşadığı yabancılık duygusuydu. “Meğer benim sevgili oğlum, aslında benim sevgili oğlum değilmiş,” diyen bir anneyi unutamıyorum mesela. “Hep bir kızım olsun istemiştim,” diyen babanın sesindeki acıyı da. Çocuklarının başka birer insan, kendi kimlikleri ve hatta seçimleri olan birer birey olduğunu fark eden ebeveynlerin duyduğu şaşkınlık ve korku vardı bu ifadelerde.

Yine de filmin beni en çok sarsan kısmı, ergen çocuklarının okulda yaşadıkları sorunları anlatırken anne ve babaların sessizliklerle ve gözyaşlarıyla bölünen konuşmaları oldu. Hepsi yutkunup duruyordu. Belli ki acılar anlatılamayacak kadar büyüktü. Kimi çocuklar hastalanmış, kimileri okula gitmekten vazgeçmiş, bazıları intihara kalkışmıştı. Katı eğitim sistemi, cahil okul yönetimleri ve ayrımcılığı teşvik eden toplumsal yapı, bu genç insanları derin bir umutsuzluğa sürüklemişti. Çocuklarının ellerinden kayıp gittiğini düşünen anne ve babaların çaresizliğini hissetmemek mümkün değildi.

Can Candan’ın filminin, ebeveyn ve çocuk arasındaki iktidar ilişkisini yeniden tesis eden tanıdık bir “sahiplenme” hikayesi anlattığını söyleyenler oldu. Hatta doğası ve tarihi itibarıyla muhalif olan LGBT hareketini, “aile kurumunun” muhafazakarlığı içine hapsetmeye çalışan bir film olduğu da iddia edildi. Ancak, benim izlediğim filmin bununla alakası yoktu. Benim Çocuğum’da anlatılan, bir “sahiplenme” değil “sahip çıkma” haliydi. Anne babalar, çocuklarının önünde değil yanında duruyordu. Üstelik, hikayenin sonunda gençler muhafazakar bir aile düzeninin içine sıkışmıyor, tam tersine anneler ve babalar çocuklarının mücadelesine katılıp sokaklara dökülüyordu.

Aile kurumuna bayılıyor sayılmam. Bu konuda romantik fikirlerim olsaydı, çoktan çoluğa çocuğa karışmış olurdum. Eğitim kurumlarına da şüpheyle bakmayı öğrendim. Tahakkümün beterinin oradan geldiğini bilecek kadar zamanım oldu çünkü. Ama bu durum, ne aileyi ne de eğitimi topyekun reddetmemizi gerektirmez. Genç insanların ikisine de ihtiyacı olduğuna göre, aileyi değişmeye zorlayan dinamiklerin eğitim kurumlarını da dönüştüreceği koşulları hayal edebiliriz. Kişilerin bütün farklılıklarıyla beraber kabul gördüğü bir dünyayı isteyebilir ve bunun için birlikte çalışabiliriz.


Not1. Henüz izlememiş olanlar için, Benim Çocuğum 27 Kasım'da Başka Sinema kapsamında İstanbul ve Ankara’da dört sinema salonunda gösterilecek.