Tuesday, February 28, 2012

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 19


Hayatın tadını çıkarmak

Birinin hayatını mahvetmek istiyorsanız, ona zamanının kıymetini bilmesini söyleyin. Böylece hakkını vermediğini düşündüğü için bir türlü yaşayamadığı bir gençliğe ve “eski güzel günler”in anılarıyla oyalanamadığı için mutsuzluk içinde geçecek bir yaşlılığa mahkum olacaktır.

Genç dostum, her kim ki size “hayatın tadını çıkarmak”tan söz ediyorsa bilin ki ya aptal ya da kötü niyetlidir. Düşünmeden davranmanın erdeminden dem vuran bu şahsa dikkatlice bir bakın! İhtimal bunu bir yerde okumuş geveliyordur. Daha kötü ihtimal, sazan gibi her şeye atladığı için kaşı gözü yardırmış sizi de aynı felakete sürüklemek istiyordur. 

Halbuki kafası çalışan adam bir köşeye sotalanıp dünyayı seyretmeyi tercih eder. Çünkü eylem tekinsiz, düşünce ise bakidir.

Üstelik hiç belli olmaz, yeterince beklerseniz belki hayat ayağınıza kadar gelebilir.

Tevekkülle sizin,

Hurşit Seçkin



Monday, February 27, 2012

Erlkönig



Çocukken uyuduğum odada küçük bir gömme dolap vardı. Altta çekmeceler, üstte üç beş kıyafet asacak kadar bir boşluk. Babam kapağını beyaz yağlıboyayla boyamış, içini kağıtla kaplamıştı. Neyim var neyim yoksa o dolabın içinde dururdu. Gündüzleri aramız fena sayılmazdı dolapla. Defalarca kapısını açar kapatır, bir şeyler alır koyardım.

Fakat gece olunca her şey renk değiştirir, dünya düşmanlaşırdı. Dolap da tanıdık bir yer olmaktan çıkar, korkutucu bir yer haline gelirdi. Anahtarı kilide tam olarak oturmadığı için kapısı hiç kapanmaz, davetkar bir şekilde hafifçe aralık dururdu. Gece olup da gölgeler odayı doldurduğunda, gözümü bu aralıktan sızan koyu karanlıktan ayıramazdım. Orada kötücül bir yaratığın yaşadığından adım gibi emindim.

Her gece aynı şey tekrarlanırdı. Annem gelip ışığı söndürür ve iyi geceler dileyip giderdi. Böylece bir dünya biter, bir başka dünya başlardı. Bunu yetişkinlere anlatmanın ihtimali yoktu. Bunu hissedebiliyordum. Onun için denemiyordum bile. Işık söndükten sonra yorganın altında büzülmüş uyumaya çalışırken, gün içinde dolapla kurduğum ilişkiyi unuturdum. Dolabın tanıdık çekiciliği, çekmecelerden yayılan sabun kokusu gibi dağılıp giderdi. Gece başka bir zamandı. Her şey gibi onun da ayrı kuralları, farklı bir gerçekliği vardı. Bunda şaşılacak bir şey yoktu. Bana çok doğal görünüyordu. Doğal ama korkunç.

Gece yatağımda huzursuzlandığımda yanıma gelen babamın uykusuzluktan şişmiş gözleriyle bana bakarak korkacak bir şey olmadığını söyleyişi geliyor aklıma: “Bunlar sadece gölge, şimdi gözlerini kapat ve uyumaya çalış.”

Dolaptaki canavarı babama anlatamamanın çaresizliği canavardan daha ürkütücüydü. Bunu çok iyi hatırlıyorum. Kendi dünyamın başkalarına kapalı olduğunu ilk kez böyle fark etmiştim. Kabuslarımdaki en korkunç şeyleri anlatacak bir dil yoktu. Orası sessizliğin alanıydı ve yalnızca bana aitti. Beni ne kadar seviyor olsalar da, korumak için çırpınsalar da, annem ve babam bile oraya giremezlerdi. Dolaptaki canavarla tek başına yüzleşmek zorundaydım.

Bu bilgi beni sarsmıştı. Tamamen yalnız olduğum bir yer vardı. Ve bundan bahsetmek bile mümkün değildi.

Bu olaydan seneler sonra, Goethe’nin Der Erlkönig adlı şiirini okuduğumda beni iliklerime kadar titreten şeyin, çocukluğumun büyük bir kısmını ele geçiren bu çaresizlik hissinin hortlamasıyla ilgili olduğunu düşündüm.

Goethe bu şiirde, kucağında hasta çocuğuyla at sırtında ormandan geçen bir babayı anlatır. Adam atını dörtnala sürer, çünkü gecenin bir yarısında ateşler içinde yanan çocuğunu evine yetiştirmeye çalışmaktadır. Çocuk ise, muhtemelen yüksek ateş yüzünden, sanrılar içindedir ve Erlkönig denen gulyabaninin kendisiyle konuştuğuna inanır. Babanın, çocuğun ve onun canını almak için bekleyen Erlkönig’in seslerinin birbirine karışmasıyla ilerleyen şiirin sonlarına doğru hava iyice ağırlaşır. Çocuğun korkusu yavaş yavaş okuyucuya da sirayet eder.

Ancak oğlan ne kadar “Baba, babacığım! duymuyor musun?” diye seslense de, babası onu anlamayacak ve gerçek sandığı şeylerin aslında yaprakların hışırtısı, sisin hareketi, gölgelerin oyunu söyleyerek çocuğu yatıştırmaya çalışacaktır. Şiirin sonunda baba ve oğul ormandan çıkarlar. Ancak Erlkönig söylediğini yapmış, çocuğu babasının kucağından zorla çekip almış ve kendi dünyasının karanlığına katmıştır.

Baba ürperir korkuyla, ve hızlıca sürer atını,
Kollarında tutar inleyen oğlanı.
Büyük zorluklarla ulaşır avluya.
Kucağında ölmüş çocuğuyla.

Kucağında oğlunun cansız bedeniyle kala kalan bu adam acınasıdır elbette. Ama bu şiirde asıl kalbimi kıran oğlanın o incecik ve çaresiz sesidir. “Babacığım, babacığım! orada, görmüyor musun?” diyen sesi.

Bana öyle gelir ki, bu dünyadaki varlığımız o seste bulur kendini. Bütün insanlık o sesle konuşur. Herkesin bir başına olduğu o ıssız yerde.

 







Monday, February 13, 2012

İnanmak

BirGün
12 Şubat 2012

İncil’i bir roman olarak okumaya kalkarsak, hikayenin düğüm noktası herhalde İsa’nın çarmıha gerildikten sonra hayalkırıklığı içinde yüzünü Tanrı’ya çevirdiği ve “Baba, baba! Neden beni terkettin?” dediği yerdir.

Kutsal kitaplar konusunda uzman sayılmam. Ama bütün anlatılar içinde bana en çok dokunan sahnelerden biri budur. İsa’nın kutsallığından sıyrıldığı ve tamamen insanlaştığı durumu görmemizi sağladığı için olsa gerek. Herkes gibi o da inancının sarsıldığı zayıf bir ana gelmiş kendisi ile boğuşuyor gibidir.

İnanç biraz da böyle bir şeydir. Kırılabilen bir şeydir yani. Onu asla kaybetmeyecek olsak, hiçbir anlamı kalmaz. İnsan olmamız inanabiliyor olduğumuz kadar inancımızı yitirebiliyor olmamızla da ilgili bir şeydir. Gerçekten inançlı olanlar bunu hiç unutmazlar mesela. Her zaman bu ihtimalin gölgesinde yürür, onun bilgisiyle ilerlerler. Kolay bir iş değildir.

Ama daha zoru da vardır. Kimileri içinse hayat, zil çalıp bütün çocuklar dağıldıktan sonra tek başına ortada kalmak gibi bir şeydir. Sorsanız tam da bunu söyleyeceklerdir size. Diyeceklerdir ki, sizi okulda unutmuş bir babayı beklemekten farkı yoktur insan olmanın. En kötüsü de budur. Kimsenin gelmeyeceğini bilseniz de kapıdan bir türlü ayrılamazsınız.

Bu dünyadaki varlığımıza dair düşündüğümde, ben de bazen kendimi o çocuğun yorgun bekleyişinde bulurum.

























İyiliğin sonunda galip geleceğine, yoksulların karnının doyacağına, biz sıcak evlerimizde otururken dışarıda kimsesizlerin soğuktan donmadığı bir dünyanın mümkün olduğuna dair inancım zayıflar, yok olmaya yüz tutar. Ama yine de beklemeyi bırakamam. Ne olursa olsun, o kapının önünden ayrılamam.

Küçük de olsa bir umut vardır çünkü. Belki biri çıkar gelir bir köşeden. Gözünde bir ışıkla. Belki bir gün birisi öyle bir şey yapacaktır ki, iyiliğe dair inancım tazelenecek, dünya gözüme yeniden mutlu olasılıklarla dolu bir yer gibi görünecektir. Belki bir çok insan bir araya gelip bir haksızlığa son vereceklerdir. Kim bilir, diğerleri de bundan ilham alıp başka cesurca işler yapacaktır belki.

İnanç böyle bir şeydir. Kolay kolay tükenmez. Yokluğunda bile gücünü hissettirir insana. En derinden inananların inançsızlar olması hiç de tesadüf değildir. Bu nedenle inanç konusunda ahkam kesmek istemem. Bilirim ki varlığı da yokluğu da göründüğü kadar basit değildir.

Ama belli ki herkes benim gibi düşünmüyor. Kimin inançlı kimin inançsız olduğuna kolayca karar verildiği gibi, herkese inancıyla ne yapacağı da söyleniyor. Devletin kişisel olanın alanına girmesine alışığız. Dindar nesiller yetiştireceğini söylediği zaman da bunu pek yadırgamıyoruz.

Aslında bunun inançsızlardan çok inançlı olanları rahatsız etmesi beklenir. İnançsızlar bunu zaten eşyanın tabiyatı olarak görecektir. Taş serttir, su boğar, ateş yakar. Her türlü iktidar da kendi ideolojisini yaymak ister. Toplumsal dinamiklerin doğal neticelerinden biridir bu. Halbuki dindarlar için durum böyle değildir. Dindar nesiller yaratmaktan söz eden bir devlet, onların en mahrem alanlarına göz dikmiş, en değerli varlıkları hakkında karar verebilecek hale gelmiş demektir.

Dahası, kurumsal olanın kişisel olana müdahale ettiği en hassas yerlerden biridir bu. Devlet bunu söylerken, inançlı inançsız hepimize ait olan varoluşsal alanı tehdit ettiği gibi, kendine de bir kutsallık atfetmektedir. Kutsal devlet baba, bir süre sonra inancın alanını tanımlayacak ve bize nasıl yaşamamız gerektiğini söyleyecektir.

İnanç toplumsal bir performans haline gelecek, hayat hiç olmadığı kadar dünyevileşecektir.

Halbuki inanç devletle ilgili bir şey değildir. Onun kurumları ve kişilerine de tabi olamaz. Çünkü inanç sessizdir. Kapının önünde bekleyen o çocuk gibi. Kendimizden emin olduğumuz için değil, ölümlü olduğumuz için inanırız. O eşikte sessizce durur ve bekleriz. Bizi anlayış ve şefkate karşılayacak bir sonsuzluğun umuduyla.

Monday, February 06, 2012

Son Şeyler Ülkesinde


BirGün
5 Şubat 2012


Bu haftanın en acayip olayı Başbakan Erdoğan’ın Amerikalı yazar Paul Auster’la polemiğe girmesiydi.

Hürriyet’e bir söyleşi veren Auster, ifade özgürlüğü ile ilgili sorunlar nedeniyle Türkiye'ye gelmeyi reddettiğini açıklayınca, Başbakan Erdoğan artık bize tanıdık gelen üslubuyla Auster’a ayar verdi: “Türkiye’yi antidemokratik bulduğu için gelmiyormuş. Hapiste yatan gazeteciler yüzünden Türkiye'ye gelmiyor. Çin’e de gitmiyormuş. Aman! Biz sana çok muhtacız. Gelsen ne olur gelmesen ne olur. Türkiye irtifa mı kaybeder?”

Erdoğan, Batı’dan gelen eleştiriler söz konusu olduğunda, meseleyi soğukkanlı bir şekilde tartışmak yerine, içimizdeki çift başlı canavarı beslemeyi tercih ediyor. Marazi bir aşkın cenderesinde sıkışıp kalmış olduğumuzu hiç aklından çıkarmıyor. Soğuk bir sarışına haddini bildirir gibi, Batı’nın yüzüne yüzüne çarpıyor delikanlılığını. Böylece, bir yandan ciddiye alınma arzumuzu körüklüyor, bir yandan da senelerdir kenara itilmiş olmaktan gelen öfkemizi kabarttıkça kabartıyor.

Bunun içindir ki, Batı ile her temasımızda olduğu gibi, Auster meselesinde de, milli gururumuzla onun “kötü ikizi” olan kendimizi beğendirme telaşının arasına sıkıştık. “Daha da gelmesin”cilerle “Eyvah, rezil olduk”cular her zamanki tartışmalarını yaptılar ve sosyal medyada birbirlerini hırpalayıp durdular.

Hep böyle bir duygu şelalesi içinde coşup gidiyoruz. Esas mesele de arada kaynıyor.

Yine aynı şey oldu. Erdoğan, böyle durumlarda genellikle yaptığı gibi, hedefi şaşırttı ve tartışmanın yönünü değiştirdi. Türkiye’deki ifade özgürlüğü ve insan hakları sorunlarına bakmayacaktık. İsrail’in yaptığı eziyetler ne güne duruyordu? Ya da Amerika’nın kabahatleri? Auster da, belli ki cahilin biriydi, bütün bunları akıl edememiş, kalkıp Türkiye’yi işaret etmişti.

Paul Auster, Başbakan’ın konuşması üzerine yaptığı yazılı açıklamada, başta kendi ülkesi Amerika olmak üzere bir çok ülkede adaletsizlikler yaşandığının farkında olduğunu, ancak söz konusu ülkelerde en azından bu adaletsizlikleri dile getirmenin mümkün olduğuna inandığını, Türkiye’de ise buna teşebbüs edenlerin kendilerini hapiste bulduğunu söylüyordu.

Yani meselenin ifade özgürlüğü olduğunu hatırlatıyor ve bizi meseleye oradan bakmaya davet ediyordu.

Fakat bütün bu toz duman ve duygu yoğunluğu içinde, Auster’ın açıklaması güme gitti. Çünkü yeterince hararetli ve kışkırtıcı değildi. Muhatabını tartışmanın esas eksenine geri çağıran mesafeli bir açıklamaydı bu. Aşk, nefret ve heyecan kokmuyordu. Türk kamuoyunda karşılık bulması beklenemezdi.

Onun yerine, davullu zurnalı “anca gidersin” yazıları yazıldı. Auster’a kibirli diyenler oldu. Onu ikiyüzlülükle itham edenler oldu. Öyle ya, neden önce dönüp kendi ülkelerindeki sorunlara bakmazdı bu adamlar?

Oysa, bunların hiç biri tartışmanın esası ile ilgili değildi. Auster kişisel bir seçim yapmış ve cezaevlerindeki gazeteciler konusunda kamuoyu yaratmak amacıyla siyasi bir duruş sergilemişti.

İşin aslı şu ki, Erdoğan bu açıklamayı yaparak Auster’ı haklı çıkardı. Dünyanın yaşayan en büyük yazarlarından birini “cahil” ilan etmenin gülünçlüğü bir yana, kendisinden farklı düşünenleri paylamakta beis görmediği ortaya çıktı. İfade özgürlüğü tartışması içinde bu durum iyice göze battı.

Daha da fenası, Başbakan kültür dünyasına prim vermediğini de bir kez daha kanıtlamış oldu. Paul Auster’ın Türkiye’de çok sevilen yazarlardan biri olması, neredeyse yazdığı her satırın çevrilip geniş bir okuyucu kitlesiyle buluşması önemli değildi. Hatta son kitabı “Kış Günlüğü”nün, memleketi olan Amerika’dan önce ve ilk olarak Türkiye'de basılması da bir anlam taşımıyordu.

Başbakan Erdoğan, bu açıklamayı yaparak, hepimiz adına bütün dünyaya, roman da romancı da hiç umrumuzda değil, demiş oldu. Öyle ya, bize koymazdı. Biz Nobelli yazarını dövmekten beter etmiş bir ülkenin insanlarıydık.

Böylece, tiyatrolar, konser salonları, müzeler ve sergi alanlarından sonra, edebiyat da resmi olarak Türkiye’den kovuldu.

Her güzel şeyin bir bir kaybolup gittiği, dünyanın yavaş yavaş bizim olmaktan çıktığı “Son Şeyler Ülkesinde” yaşadığımızı bir kez daha hatırlamış olduk.