05 Haziran 2013
İki küçük kızı olan bir arkadaşım var. Bunlardan ufak olanı birkaç hafta önce babasına hesap sormuş: “Sen bana iyiler hep kazanır dedin ama,” demiş, “Ben baktım, bazen kötüler de kazanabiliyor.” Arkadaşım, beş yaşındaki bir çocuğun ağzından dökülen bu lafların ağırlığından ürkmüş biraz. Kızının ciddi olduğunu görünce biraz burulmuş hatta. Ama üzüntüsünü göstermemeyi başarmış. “Ben sana doğruyu söyledim,” demiş kızına, “İyiler sonunda hep kazanır. Ama bu bazen zaman alabilir.”
Bana bu hikayeyi anlattığında, arkadaşımın yüzüne baktım. “Buna inanıyor musun?” diye sordum ona. “İnsanın çocukları varsa umudunu kaybetmemesi gerekiyor,” dedi bana. Ben de anlıyormuşum gibi kafamı salladım.
Şimdi düşünüyorum da, bu bir işaretti aslında. Okumayı bilemediğim için anlam veremediğim birçok işaretten yalnızca biri.
Dün Taksim meydanında her ikisi de beş altı yaşlarındaki çocuklarının ellerinden tutarak yürüyen arkadaşlarıma eşlik ederken, bu ülkeyi ayakta tutanın tam da böyle bir umut olduğunu anladım. Güzel günler göreceğimize dair umuttu bu.
Alanı dolduran insanların yüzlerine bir bir baktım. Hepsinin gözlerinde iyi bir şeyler yapıyor olmanın ışığı vardı. Kimi yiyecek dağıtıyor, kimi Beşiktaş tarafından gelen kan ter içindeki insanların derdine çare olmaya çalışıyor, kimi de ellerinde torbalarla etrafa dağılan çöpleri topluyordu.
Anladım ki en büyük fenalığı biz yapmışız kendimize. Bizi yalnız olduğumuza inandırmalarına izin vermişiz. Yalnız, çaresiz, güçsüz olduğumuzu düşünmüşüz. Onlar böyle istemişler. Biz de inanmışız. Düşsek kimsenin bizi yerden kaldırmayacağını söylemişler bize. Herkesin kendi derdine bakacağını vaaz etmişler. Fırsatçılığın en büyük erdem olduğunu yaymışlar. Önce gizliden gizliye, sonra açık açık.
Bu halk koyundur, demişler. Bizde herkes önce kendini düşünür, demişler. Gemisini kurtaran kaptan demişler. Her koyun kendi bacağından asılır, demişler.
Oysa şimdi Türkiye’nin herhangi bir yerinde herhangi bir mahalleye gidin, düştüğünüzde size elini uzatan insanlar göreceksiniz. Yalnız Taksim’de değil, Beylikdüzü’nden Bağdat Caddesi’ne kadar İstanbul’un her yerinde, Hatay’dan Edirne’ye Türkiye’nin bütün köşelerinde, insanların size yardım etmek için bir an bile düşünmediklerini göreceksiniz.
Bizi düşmanlar arasında yaşadığımıza inandırdılar. Yalnız olduğumuzu düşünmemizi istediler. Bize yaptıkları en büyük kötülük budur. Bunu hiç unutmayalım.
Bundan bir hafta önce twitter üzerinden bir mesaj geldi. Bir anne kızının yazdığı mektubu gözyaşları içinde okuduğunu söylüyordu. Nisan adındaki bu küçük kız arkadaşına yazdığı mektupta nasıl bir dünyayı özlediğini anlatıyordu. Onun dünyasında herkes dost, herkes arkadaştı. Gökkuşakları vardı. Güneş hep parlıyordu. İnsanlar mutluluk içinde yaşıyordu.
Nisan’ın mektubunu okuduktan sonra annesi gibi ben de ağladım. Nisan’a güzel bir gelecek bırakamadığımızı düşündüğüm için. Birkaç sene sonra büyüyecek ve dünyanın kötülükten ibaret olduğunu görerek incinecek bütün Nisanlar için...
Şimdi yine ağlıyorum. Ama tamamen başka bir nedenle. Çünkü ben yanıldım. Çünkü Nisan haklı çıktı.
Onun için bu yazıyı Nisan’ın sözleriyle kapatmak istiyorum: “Kötülük diye bir şey yoktur, sihir diye bir şey vardır.”