15 Kasım 2015
Dünyayı güzellik kurtaracak…
Bu başlığı görünce belki de bu yazıyı atlamak istediniz. Haksız
değilsiniz. Şu aralar hiçbirimizin böyle “hülyalı” lafları duymaya tahammülü
yok. Her gün insanların öldürüldüğü, şehirlerin kuşatma altında tutulduğu ve bu
olanlara itiraz eden insanların hapse atıldığı ülkemizde güzellikten söz etmek
bir tür küstahlık bile sayılabilir. Yine de, ilk bakışta nafile bir teselli
gibi görünen ve gerekli gereksiz tekrar edildiği için artık kulağa anlamsız
gelen bu sözlerin, dünyanın gidişatına dair çok karamsar hisler besleyen bir
romancının elinden çıktığını hatırlatmak isterim.
Geçtiğimiz hafta 194. doğum gününü kutladığımız Fyodor
Mihayloviç Dostoyevski, umut ve heves ilham eden bu lafı İppolit Terentyev’e
söyletir. Budala’nın unutulmaz
kişilerinden biri olan bu veremli genç adam, keskin zekası, aşırı hassasiyeti
ve akıl almaz derecede karmaşık kişiliği ile tipik bir Dostoyevski
karakteridir. Ivan Karamasov ya da Raskolnikov gibi onun da, Tanrı’nın
kendisiyle değil yarattığı dünyayla bir meselesi vardır. Ona göre, insanlar
özünde zalim, dünya da adaletsiz bir yerdir. Yaklaşan vakitsiz ölümünü de bunun
bir işareti olarak görür, İppolit. Heyecanlı, sivri dilli ve gururlu bir
gençtir. Çok zamanı kalmadığının farkındadır. Bir insan olarak onurunu
koruyabilmek için, kendisine kalan son özgürlüğü kullanarak canına kıymak ister.
Ama bundan önce, romanın ana karakteri olan Prens Mışkin’in de hazır bulunduğu
bir toplulukta, bir veda mektubundan çok bir manifestoyu andıran uzun bir
konuşma yapar. İşte Budala’nın çok önemli sahnelerinden birini oluşturan bu
konuşma onun Prens Mışkin’e sorduğu şu soruyla başlar.
“Bir gün
konuşurken, dünyayı güzellik kurtaracak demişsiniz, bu doğru mu?”
İnsanın dünyadaki yalnızlığı ve terk edilmişliği Budala’nın
temel meselelerinden biridir. İppolit de romanda bu fikrin vücuda gelmiş
halidir. Bunu en iyi hissettiğimiz sahnelerden biri, onun Mışkin’in “Bu resme
bakan inancını kaybeder” dediği “Mezarındaki İsa” adlı bir tabloya dair
söyledikleridir. Holbein’ın bu meşhur tablosu, İsa’nın çarmıhtan indirilip
tabuta konduğu anı resmeder. İsa’yı çarmıhtayken bile tanrının kutsal ışığının
güzelliği altında resmetmek yolundaki genel eğilimin tersine, bu tablo
dövülmüş, yaralanmış ve çeşitli işkencelere maruz bırakılarak öldürülmüş bir
insan bedenini en acınası haliyle temsil eder. Bu İsa’nın en insan halidir. Ölü
bedeninde güzellikten en ufak bir iz bile yoktur. Kardeşlerinin zalimliğine
maruz kalmış ve babası tarafından ölüme terk edilmiş bir adamın resmidir
aslında. Ippolit intihar notu olarak yazdığı uzun mektubu okurken bu tablodan şöyle
söz eder:
Bu tabloda belki de, özellikle, herkesin boyun eğdiği ve
sizi de ister istemez etkisi altına alan o karanlık, küstah, anlamsız-sonsuz
güç canlandırılmış. Ölünün çevresinde yer alan ve hiçbirini tabloda
görmediğimiz insanlar o akşam bir anda bütün umutlarını, hatta belki de
inançlarını paramparça eden korkunç bir acıyı ve kuşkuyu yaşamış olmalıydılar.
Asla kurtulamayacakları bir düşünceyi de içlerinde götürerek her biri bir yana
dağılıp gitmişti belki de. İsa da öldürülmeden önce kendisinin şu tablodaki
halini görebilseydi, çarmıha kendiliğinden çıkar ve şimdi olduğu gibi ölür müydü?
Tabloya baktığınızda işte bu soru da karşınıza dikiliyordu.
Dostoyevski, Budala’nın
ana karakteri güzel ruhlu Prens Mışkin’in karşısına bu genç ve asi delikanlıyı
yerleştirerek, her zaman yaptığı gibi yine bir çatışma ile çıkar önümüze. Dünya
bir nihilistin baktığı yerden göründüğü gibi karanlık ve umutsuz bir yer midir?
Yoksa insan için bir kurtuluş umudu var mıdır? Eğer varsa bu neden güzellik
olsundur?
Bu soru düşünmeye değerdir. Cehennemin öteki dünyada
değil burada yanı başımızda olduğuna inanan İppolit, insan olmanın tanım
itibarıyla acı çekmek anlamına geldiğini ve bunun ötesinde pek de bir şey
beklemememiz gerektiğini söyler bize. O zaman “dünyayı güzellik kurtaracak”
ifadesi sadece bir safsata mıdır? Kulağa hoş geliyor diye söylenmiş bir şey
midir? İlk olarak Prens Mışkin’in ağzından çıktığına göre, bu sözler bir
budalaya mı yoksa bir peygambere mi aittir?
Bu sorulara en güzel cevabı, 1970 senesinde Nobel ödülü
aldığında yaptığı konuşmada Aleksandr Soljenitsin verir. Bu meşhur
konuşmasında, Soljenitsin uzunca bir süre Dostoyevski’nin bu sözlerinin pek de
derinliği olmayan bir laf salatası olduğunu düşündüğünü söyler önce. Sahi, ne
demektir “dünyayı güzellik kurtaracak”? Güzelliğin insanın ruhunu yücelttiği
doğrudur belki. Sanat çoğu zaman algımızı keskinleştirir, hayata bakışımızı
derinleştirir. Ama dünyayı kurtarmak? O tamamen bambaşka bir şeydir. Dünyanın
kan gölüne döndüğü, milyonlarca insanın bir hiç yüzünden yok edildiği, kişisel
hırsların ülkeleri savaşlara götürdüğü yakın tarihimize bakmak bile bunun doğru
olmadığını görmek için yeterlidir. Güzellik bu vakte kadar kimsenin hayatını
kurtarmamıştır.
Ancak, der Soljenitsin, güzellikte – ya da onun sanat
şeklinde tezahür eden halinde – karşı koyamayacağımız bir kuvvet vardır.
“Gerçek bir sanat eserinin ikna gücü inkar edemeyeceğimiz kadar büyüktür. O
kadar büyüktür ki, onun dile getirdiği fikre karşı olanların bile önünde diz
çökmesini sağlayabilir.” Oysa, mesela siyasi bir iddiaya dayanan bir fikir
eserine karşı çıkmak mümkündür. Onu yerden yere vurabilir, tamamen karşı
görüşler dile getirerek çürütebiliriz. İnsanlar bir konuda farklı taraflar
seçebilir ve tümüyle uzlaşmaz fikirlere sahip oldukları için sonsuza dek ayrı
kamplara düşebilirler. Bir makaleyi birkaç mantık hatası yüzünden çöpe
atabilirsiniz. Bir siyasi argümanı, sizin görüşlerinize ters düştüğü için, kökünden
reddedebilirsiniz. Bir sanat eseri ise, yalnızca aklınızla kavrayabileceğiniz
bir şey değildir. Sizi savunduğunuz fikirlerin ötesinde bir yerden yakalayacak
ve sunduğu güzelliğin büyüklüğü ölçüsünde kendine tabi kılacaktır. Üzerinizde
yarattığı etki de, bu nedenle, akıllıca yapılmış bir siyasi konuşmadan ya da
iyi yazılmış bir makaleden çok daha kuvvetli olacaktır.
Dostoyevski’nin bu sözü için “Dikkatsizce söylenmiş bir
laf değil, bir kehanettir bu,” der Soljenitsin. Bu büyük romancı, karakteri
Mışkin’e atfettiği cinsten bir aydınlanma anında belki de bütün dünyayı böyle
bir güzelliğin ışığı altında görmüştür ve onu söylemektedir bize.
Budala’nın başlarında bir yerde, sara krizi geçiren Prens
Mışkin kutsal bir yükselme anı yaşar ve kendini ancak “zamansız bir güzellik”
olarak tarif edebileceği bir anın içinde bulur. Mışkin, burada gündelik hayatın
ve belki de aklın sınırları içinde kaldığı sürece asla ulaşamayacağı bir yere
dokunmuş ve varlığından şüphe edilemeyecek bir hakikatin karşısında durduğu
hissiyle donup kalmıştır.
Dostoyevski, bu sahneden hemen sonra Prens Mışkin’in
ağzından “İnsan hakikatin karşısında ne yapabilirdi ki?” diye sorar bize.
Böylece onun nezdinde hakikat ile güzelliğin tamamen aynı olduğunu anlarız.
Belli ki, Soljenitsin’in okuması isabetlidir. Dostoyevski “Hakikat, İyilik ve
Güzellik” şeklinde özetlenebilecek antik üçlemeyi, tek bir fikirde birleştirmiş
ve bu fikre Prens Mışkin’in kişiliğinde can vermeyi tercih etmiştir.
Ne yazık ki, Holbein’in İsa’sı gibi, Mışkin de romanın sonunda
taşıdığı ışığı kaybeder ve sıradan bir insanın çaresizliği içinde bulur kendini.
Kimseyi kurtarmayı başaramamış, başkalarının acılarına çare olamamıştır. Her
şey bittiğinde onu Rogojin’in yanında görürüz. Arkadaşını düşmek üzere olduğu
dipsiz uçurumdan kurtarmaya çalışırken hem aciz hem de acınacak haldedir.
Güzelliğini ve diğerleri üzerindeki gücünü yitirmiş, sonunda zavallı bir budala
haline gelmiştir.
O zaman, Dostoyevski’nin romanın başında Mışkin’in
ağzından bize sunduğu “Dünyayı güzellik kurtaracak” kehaneti yerle bir mi
olmuştur? Mışkin’in yıkılmasını bu umudun sonsuza kadar yok olması olarak mı
anlamalıyız?
Hiç sanmıyorum. Mışkin yıkılmıştır belki. Ama Budala hala ayaktadır. Dostoyevski’nin
romanı, edebiyatın karşı konulmaz güzelliği ile hala kalbimize dokunmakta ve
bize başkalarının acılarına kayıtsız kalamayacağımızı hatırlatmaktadır.
Kalbe dokunmayanı tekrar etmenin anlamı yoktur, der
Soljenitsin.
O zaman sanatın gücünü teslim edelim. Dünyayı
değiştirecek olan güzelliktir. Çünkü güzel olanın önünde hepimiz aynı saygıyla
eğileceğiz bir gün. Kendimizden daha büyük bir şeyin karşısında olduğumuzu
bilerek yapacağız bunu. Zamansız bir şeyin önünde olduğumuzun farkında olarak
duracağız orada. Çünkü güzel olan aşkın olandır. Kendi küçük dertlerimizden
çıkıp dünyanın acısına doğru ilerlememizi sağlayandır.