Monday, December 28, 2009

Sağda uygun bi yerde…


BirGün 27 Aralık 2009

Geçen pazar gecesi feci bir yağmurun altında Tünel’den Taksim’e doğru yürüyordum. Şimşekler çakıyor, uzun süredir gördüğüm en büyük yağmur yağıyordu. İstiklal Caddesi neredeyse bomboştu. Anlaşılan, herkes bir yere sığınmış yağmurun dinmesini bekliyordu. Ben de bir yandan böyle bir havada dışarı çıkma gafletinde bulunduğum için kendime kızıyor, bir yandan da şemsiyemin kontrolünü kaybetmemeye çalışıyordum. Onu iki elimle sıkı sıkı tutmuş yüzümde patlayan rüzgara karşı bir silah gibi doğrultmuştum. Önümü falan gördüğüm yoktu. Körlemesine ilerliyordum.

Sonra birden sancak tarafımda ufak tefek bir adam peydah oldu. İki eliyle kapişonunu tutarak şemsiyemin altına giriverdi. “Çok ıslandık. Biraz böyle gelsek” dedi dili dolaşarak. Böyle çoğul konuşunca gayri ihtiyari yanında başka biri var mı diye baktım. Sonra anladım ki, arkadaş İngiltere kralları gibi kendinden ‘biz’ diye söz edenlerden. Ondan uzaklaşabilmek için bir iki zigzag yaptım. Nafile. Bana mısın demedi. Adımlarını benimkine uydurup şemsiyemin altında yürümeye devam etti. Bu adam sarhoş falan olabilirdi ama asla aptal değildi. Ben gözlerimi açıp “Hayırdır?” deyince omuzlarını silkti ve “Dolmuş değil mi? Ücreti neyse veririz” dedi. Güldüğümü görmesin diye kafamı çevirdim. Adımlarımı iyice hızlandırdım. Böyle bir müddet yürüdük. Sonra baktım olmuyor, “Ben sizi sağda müsait bir yerde bırakayım,” dedim. Pek memnun olmadı. Ama dolmuş değil mi? Kaptanın dediği olur. Gönülsüzce şemsiyenin altından çıkıp uzaklaştı.

Eve gelip saçımı başımı kuruttuktan sonra oturup düşünmeye başladım. Böyle şeyler neden hep benim başıma gelir? Neden bütün sarhoşlarla deliler beni bulur? Bir keresinde Beşiktaş’ta bir meczup ‘Bir atkım bile yok’ diye bağırarak üstüme yürümüş ve bir öğrencimin benim için ördüğü kaşkolumu kapıp götürmüştü. Vermiştim tabii. Direnmenin anlamı yoktu. O, atkı istemek için gözüne beni kestirmişti. Tıpkı yağmur altında otostop yapmak için benim şemsiyemi seçen o adam gibi.

Kediler ve mendilci çocuklar da (ki bu ikisi tamamen aynı prensibe göre işler) önce bana gelirler. Eskiden Ankara’da Sakarya’da bir gözlemeci vardı. Önü hep sokak çocuklarıyla dolu olurdu. Ne zaman gözleme alacak olsam, bunlardan bir tanesi fırlayıp önüme dikilir, elimdekini isterdi. Onu verir, bir tane daha alırdım. Bir çocuk daha peydah olur, tamamen aynı sahne tekrarlanırdı. Bir keresinde, artık canıma tak etmiş olacak ki, ‘Vermeyeceğim’ dedim. O zaman bu çocuklardan biri, bana doğru uzandı ve kirli elleriyle gözlememi iyice bir mıncıkladı, ‘Yiyesin o zaman şimdi’ dedi. Yüzüne bakınca, ona karşı hiç bir şansım olmadığını anladım. Gözlemeyi bankın üzerine bırakıp uzaklaştım.

Bunları yazarken, aklıma ‘Tutunamayanlar’daki bir bölüm geliyor: hani Selim’in ‘kitabî’ biri olduğunu kabul ettiği şu meşhur tiradı: “Bana kitap kurdu, boş hayaller kumkuması, hayatın cılız gölgesi gibi sıfatlar yakıştırılabilir. Kitaplardan, yaşantılarım için yararlanamadığımı da yüzüme vurabilirsiniz. Ne yapabilirim? Kitap okumakla, manavın beni aldatmasına engel olamıyorum bir türlü. Manava inanmadığım halde beni aldatıyor namussuz.”

Bu böyledir gerçekten de, manavlar hemen anlar yüzünüzden uyanık biri olup olmadığınızı. Ve her ne görüyorlarsa suratınızda, dolduruverirler çürük çarık domatesleri, elmaları, şeftalileri kesekağıdının içine. Sizin manava inanıp inanmamanız hiç önemli değildir. Manav sizi bilir. Üç kilometre öteden tanır ve ona göre davranır.

Çünkü siz hayatı kitaplardan öğrenmişsinizdir. Başkalarını incitmekten korkarsınız. Onun için hep biraz ürkek bakarsınız. Efendimli, lütfenli konuşursunuz. Bir şey isterken ‘rica ederim’ dersiniz. Özür dilersiniz. Üstelik bazan gerekmediği halde yaparsınız bunu. Dalkavukluktan, ricacılıktan ya da kibarlık budalalığından değildir bu tavrınız. Öylesinizdir. Diğer çocuklar sokakta oynarken, siz evde o kitapları okuya okuya böyle olmuşsunuzdur. Ona göre davranırsınız.

Oğuz Atay’ın dediği gibi, kitap okumanız manavın sizi aldatmasını engellemez. Hatta bunu gerektirir. Ama bu iş çürük sebze meyveyle bitmez. Kimsenin farketmediği şeyleri görür olursunuz. Başkaları için görünmez olanlar size görünür.

İşte o zaman şehrin hayaletleri peşinize takılır; sarhoşlarla deliler, kedilerle mendilci çocuklar gelip sizi bulur. Zamanla buna alışır, yaşar gidersiniz.

Sunday, December 20, 2009

Geç Kağıdı

BirGün/ 15:40 20 Aralık 2009

Lisedeyken hayatımızda ‘geç kağıdı’ diye bir şey vardı. Biz ona ‘geç otur kağıdı’ da derdik. Çünkü derse geç kaldığınız zaman öğretmen denen bariyerden kazasız belasız geçip sıraya oturmanın tek yolu buydu. Onu almadan sınıfa giremez, hayata karışamazdınız. Bu kağıdı almak da çok eziyetli bir işti gerçi. Müdür muavinine gidilir, sonra bin bir eza ile neden geç kalındığı anlatılır. Mazeretiniz uygun bulunursa, geç kağıdı verilir. Yoksa ‘yok’ yazılırsınız, devamsızlık sayılır falan filan. Bazan veliniz aranır, durumunuz izah edilir. Hatta bunu alışkanlık haline getirirseniz, okula alınmaz gerisin geriye eve postalanırsınız. Geç kalacaksanız birkaç kez düşünmeniz gerekir yani.
Yine de ‘geç kağıdı’nın hayatı kolaylaştıran bir tarafı vardı. Onu alınca, zamanı durdurmuş gibi olurdunuz. Hani tam ceza alacakken kurtulmanın, beladan mucizevi bir şekilde sıyrılıvermenin rahatlığı vardır ya, öyle bir hafiflik de gelirdi insanın üzerine. Sanki her şey düzelmiş, işler yoluna girmiş, yepyeni bir şans elde etmiş gibi hissederdiniz.
Bazen keşke hayatın kendisinde de ‘geç kağıdı’ olsa diye düşünüyorum. Onu verip kürsünün solundan kıvrılıp geçsek ve sıramıza otursak.
Geç kalmaktan hep korkmuşumdur. Ama hep derler ya, ‘korktuğun şey başına gelendir.’ Benim için de böyledir bu. Her şeye gecikmişimdir hayatta. İnsanlara, durumlara, olaylara, her şeye. Behçet Necatigil’in ‘Sevgilerde’ adlı o unutulmaz şiirinde söylediği gibi, hep “geniş zamanlar” umarken, “yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçeceği”ni bilememişimdir.
Düşünüyorum da, başkalarının hayatında bir an evvel halledilip geride bırakılması gereken birer aşama olarak görülen değişiklikler, benim hayatımda ya ‘daha zamanım var’ hissiyle ertelenip durmuş ya da didiklene didiklene birer meseleye dönüşüp yılan hikayesi gibi uzamıştır. Bir modernlik hastalığı olan ve bizim nesilde gayet ağır seyreden ‘Hamlet sendromu’ndan mustarip olduğum için, “kararlılığın doğal rengi, düşüncenin soluk gölgesiyle bozulmuş,” ben bin düşünüp bir karar vermeye çalışırken trenler kaçmış, zaman geçip gitmiştir.
Oysa elimde bir ‘geç kağıdı’ olsaydı mesela, böyle mi olurdu? Neler yapmazdım ki! Doğru lafları zamanında eder, kayıp gidecekken tutamadığım arkadaşlarımı bu sefer yakalar, çeşitli sebeplerle dileyemediğim özürleri bu kez unutmazdım.
Düşünüyorum da, memleket olarak da durumumuz pek farklı değil aslında. Bize onu veren müdür muavinine dair iyi hisler beslemesek de, hatta asıl geç kalan biz değil de kağıdı verenin kendisi olsa da, Kürt Açılımı bir tür ‘geç kağıdı’ydı. Sanki yeniden demokrasi dersine katılma şansına sahip olmuşuz, bu sefer bahçede beklemek zorunda değilmişiz gibi gelmişti bana. Çoktan çözülmüş olması gereken bu soruna, bir kez daha el atıldığının göstergesiydi bu. Umudumuz ortak bir dil bulunması, akan kanın durması ve silahlar yerine siyasetçilerin karşı karşıya gelmesiydi.
Oysa geçen hafta yaşanan gelişmelerle yine sınıfın dışında kaldık gibi görünüyor. DTP’nin kapatılması ve iletişim kanallarının tamamen devre dışı bırakılması, muhtemelen uzunca bir süre daha bu derse dahil olamayacağımıza işaret ediyor.
Kapatılan DTP’nin başkanı Ahmet Türk son konuşmasında, şimdiye kadar şiddete hiç prim vermediklerini, aksine her seferinde silahların susması yönünde telkinlerde bulunduklarını söyledi ve demokratik düzlemde siyasi bir çözüm peşinde koşan DTP’nin yokluğunun kimseye bir faydası olmayacağını hissettirdi.
Kürt meselesi otuz senedir hepimizin canını yakıyor. Çözümü siyasette arayan bir partinin kapatılmasıyla bir ‘geç kağıdı’ daha yandı. Bir dahaki ne zaman gelir kim bilir.

Sunday, December 13, 2009

'Avuçlarımın mürekkep lekeli çukurları'...


BirGün 13 Aralık 2009

Üniversitedeyken İranlı bir arkadaşım vardı: Mozhgan (ya da bizim ona seslendiğimiz şekliyle Müjgân). Büyük bir kısmını çamaşırhaneden bozma rutubetli bir odada geçirdiğim yurt hayatım boyunca, onun kadar güzel şiir okuyanını görmedim. Türkçe, İngilizce, Fransızca, bir kaç dil bilirdi. Hele Farsça okumaya başladı mı, elimizde ne varsa bırakıp ağzının içine bakardık.

Farsça anladığımızdan değil. Gerçi Mozhgan okuduğu şiirleri üşenmeyip satır satır çevirirdi. Ama bu çok da kolay bir şey değildi. Arada bir durup şöyle şeyler söylerdi: “Hani bazan tertemiz bir şeyin içine bir parça pislik karışır ya? Türkçede ne deniyor mesela?” Birbirimize bakıp gülüşürdük. “Aman Mozhgan” derdik, “İşte tam öyle deniyor Türkçede: temiz bir şeyin içine karışan bir parça pislik!” Kızardı bize. “Mutlaka bir lâf vardır, siz bilmiyorsunuzdur,” derdi. Biz Farsçanın zenginliğine hayret ederken, o Türkçeyi değil bizi suçlardı. Herhalde haklıydı.

Farsçanın güzelliği sadece ifade gücünden değil, müziğinden de kaynaklanıyordu. Müthiş bir melodi vardı o şiirlerde. Hiç anlamasak da, Mozhgan’ı saatlerce dinleyebilirdik. En çok Füruğ’dan okurdu: “…nıgah kum ki mum-ı şeb berahı ma/çegune katre katre ab-mişeved/sürahiye siyahı dideganı men/be lay lay germ tu/lebaleb ez şerab mişeved/be ruyi kahvare haye şiir men/nıgah kun/tu midemi ve aftab mişeved.” Onat Kutlar’ın Türkçesiyle: “… bak tam karşımızda gecenin mumu/damla damla nasıl eriyor/nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla/gözlerimin simsiyah kadehi/senin ninnilerini dinlerken/ve bak nasıl/şiirlerimin beşiğine/sen doğuyorsun, güneş doğuyor.”

Böyle gecelerde, büyülenmiş gibi dinlerdik Mozhgan’ı. Bize Füruğ’un nasıl güzel, nasıl müthiş bir kadın olduğunu anlatırdı. Daha sonra fotoğraflarını gördüğümde Mozhgan’a hak verdim: buğulu iri gözleri ve insanın içine işleyen bakışlarıyla Füruğ Ferruhzad unutulacak bir kadın değildi. Güzelliği ve zekası bir yana, cesaretiyle de nam salmıştı. 1960larda İran’da baskıcı yönetime karşı sesini çıkarabilen nadir insanlardandı. Şah rejimine açıkça karşı duran ‘Yeryüzü Ayetleri’ adlı şiir kitabını yayınlamış ve genç bir kadın olduğu için ona şüpheyle bakan ‘yaşlı ve erkek’ edebiyat çevrelerinin bile saygısını kazanmıştı. Mozhgan bunları anlattıkça, Füruğ’a gitgide daha büyük bir hayranlık duyuyorduk.

Onu tanımak sevmek demekti. Garip olan, bu tanışıklığı, Mozhgan’ı ve ailesini memleketlerini terketmeye mecbur bırakan Humeyni’ye borçlu olmamızdı. Ne zaman Füruğ’u düşünsem aklıma Humeyni’nin gelmesi bundandır.

Mozhgan’ın Füruğ’la kurduğu bağda, İran’ın yüzünü neredeyse bir gecede değiştiren ve ülkeyi Şah’tan kurtarırken başka bir karanlığa sürükleyen dini lider Humeyni’nin payı vardı elbette. Devrim sırasında Şah'ı devirmek için sol muhalefetle birlikte hareket eden Humeyni, amacına ulaşıp iktidarı ele geçirdikten sonra muhalif grupları birer birer ortadan kaldırmıştı. Mozhgan’ın ailesinin de aralarında olduğu solculardan bir kısmı ülkeden kaçmak zorunda kalmışlardı. Şah Füruğ için ne ise, Humeyni de Mozhgan için oydu: baskıcı ve ceberrut bir yönetimin lideri, onu yerinden yurdundan eden ve gurbette hasret şiirleri okuyarak yaşamaya zorlayan bir diktatör. Mozhgan kendi itirazını Füruğ’un dilinden söylüyordu. Onun gibi biz de, bu cesur ve sıradışı kadında kendi isyanımızdan bir şeyler buluyorduk.

Böylece, 1985 yılının baharında, kız yurdunun arka cephesindeki yangın merdivenine güvercinler gibi dizilip şiirler dinleyen bir avuç genç kadın, İranlı şair Füruğ Ferruhzad’a topluca aşık olduk. Füruğ olmak istediğimiz her şeydi: şair, ressam, oyuncu, yönetmen, devrimci ve anne. O bizim ayrı ayrı yaşamayı umduğumuz bütün hayatları, tek ve kısa bir ömre sığdırmayı başarmıştı. Otuz iki yaşında henüz gencecik bir kadınken trajik bir şekilde öldüğünü biliyorduk. 1968'de bir trafik kazası geçirmiş ve başını kaldırımın kıyısına vurarak oracıkta can vermişti. Bu konu açılınca, hep beraber iç çekerdik.

Çok zaman sonra, bir sahafta dolaşırken ‘Yeryüzü Ayetleri’ne rastladım. Kitabın kapağında Füruğ, o güzel iri gözleriyle dimdik bana bakıyordu. Cesaretiyle hepimize ilham veren bu muhteşem kadını, onu bizimle tanıştıran Mozhgan’ı ve yangın merdiveninde şiirler okuyarak geçirdiğimiz o baharı hatırladım.

Kitabı avcumda tutarken düşündüm ki, yazdığım her satırda Füruğ’dan bir şeyler var. Onun cesaretinden, bitmeyen umudundan ve doğulu hüznünden bir parça var bende. Bu coğrafyada yazan bütün kadınlarda…

Onun izi var ‘avuçlarımızın mürekkep lekeli çukurları’nda…

Saturday, December 12, 2009

Ulysses a la Turca


Ulysses a la Turca:
Tutunamayanlar’da öznel anlatının sınırları
Kitap-lık 122, Aralık 2008

Tutunamayanlar, tamamen kendine has ve hiç bir şüpheye meydan bırakmayacak kadar Türkiyeli bir romandır. Ancak, daha geniş bir perspektiften bakıldığında, Atay’ın romanının Joyce’un Ulysses’ine bir cevap olarak da okunabileceğini görürüz – elbette yine çok özgün ve Türk işi bir cevap. Joyce ve Atay, bir çok açıdan karşılaştırılabilir: Tutunamayanlar da, Ulysses gibi, farklı üsluplara ve dillere açık bir romandır mesela. Ancak bundan bahsetmek bu yazının sınırlarını zorlamak olacağı için, ben yalnızca, Atay’ın Joyce’un alameti farikası sayılabilecek bilinç akışı yöntemini nasıl kendi üslubuna özgü bir şekilde kullandığına ve bunun üzerinden yazının sınırlarıyla nasıl hesaplaştığına değinmek istiyorum.

Bilinç akışı modernist edebiyata özgü bir tekniktir. Belki ilk kez onun tarafından kullanılmamıştır ama Joyce’un bu tekniği geliştirdiğini ve mükemmelleştirerek üslubunun bir parçası haline getirdiğini söylemek yanlış olmaz. Bilinç akışı, iç monoloğun özel bir hali olarak kabul görür genellikle. İç monologdan farklı olarak, bilinç akışında düşünce ve duygular, herhangi bir konuya odaklanmış olarak ve belli bir düzenleme içinde sunulmaz okuyucuya. Tamamen çağrışımsal bir akış içinde verilir. Anlatıcının öznelliği üzerine kurulu bu teknik, aralarında Franco Moretti’nin de bulunduğu bir çok eleştirmene göre, kapitalist dünyanın yeni metropollerinin yarattığı anlam fazlasının yazıya tercüme edilmiş halidir. Başka bir deyişle, evden dışarıya adımını attığı anda binlerce imgeyle bombardımana uğrayan modern insanın zihninin akışıdır. Ulysses’de hemen her şey karakterlerin zihninden geçerek ulaşır okuyucuya. Yani bir bilinç tarafından filtre edilmemiş haliyle dışarıdaki dünyanın gerçeğine ulaşma şansımız pek yoktur. Zaten, belki de özneden bağımsız olarak böyle bir gerçek de yoktur. Dolayısıyla karakterlerin zihnine gireriz ve yazarın düzeltici makyajı olmadan – bu mümkün müdür? – daha zayıf bir gramerle, parçalanmış cümleciklerle, birbirini mantık silsilesi içinde takip etmeyebilen bir takım algı parçacıklarını ve düşünceleri ard arda görmeye başlarız. Kopuk kopuk ve perspektifi bozuk bir sekanstır bu. İşte tam da bu nedenle, Moretti Joyce’un üslubunu, “dildeki kübizm” diye tanımlar. Her zaman fazladan bir cümleye, yeni bir perspektife yer vardır. Moretti’ye gore, Joyce’un tekniği “anlamsız olananın, banal gündelik hayatın dilidir”, öyle ki, bu banalliği verili bir şey olarak kabul eder ve “şiirsel olmaya çalışmaz.” (Modern Epik, Agora Kitaplığı)

Bu böyle midir gerçekten? Bu kadar kendiliğinden, bu kadar müdahaleden uzak, bu kadar rastgele midir Joyce’un Ulysses’de karakterleri için seçtiği dil ya da diller? Rasyonel olanı tamamen reddeder mi mesela? Bu soruyu yanıtlamaya çalışmanın, ilginç bir yolu Atay’la Joyce’un bilinç akışını özel bir şekilde kullandıkları iki pasajı karşılaştırmaktan geçiyor bence. Yani, Ulysses’in kapanış bölümü olan Molly’nin monoloğu ile Tutunamayanlar’da Günseli’nin konuşmaya başladığı onbeşinci bölümden söz edeceğiz.

Ulysses’in son bölümü, Homerik referansı ile söylersek “Penelope” bölümü, Molly’nin sesini ilk kez birinci elden duyduğumuz, noktalama işaretleri kullanılmadan yazılmış sekiz cümleden oluşan uzun bir pasajdır. Eleştirmenlerin büyük bir çoğunluğu, ağız birliği etmiş gibi, bu bölümü akışkan şeylere benzeterek tanımlarlar. Kimi Molly’nin zihninin sularına adım atmaktan bahseder, kimi onun akan düşüncelerine “nehir” der. Ama hepsi sonuçta bir akıştan söz ederler. Molly’nin tiradı, gerçekten kitabın diğer kısımlarından farklıdır. Bilincin askıya alındığı, daha çok zihnin uykudan önce sayıklamalarına benzeyen ve bilinçaltının karanlık sularını da çağrıştıran bir akıştır bu. Özellikle de bu nedenle, Bloom’un kesik kesik cümle parçacıklarıyla, yarım bırakılmış cümlelerle, hatta kimi zaman birbirinden koparılmış sözcüklerle ilerleyen düşünceler silsilesiyle tamamen bir karşıtlık içindedir.

Aşağıdaki pasaj Lotus Eaters bölümünden, Bloom’un Molly’e sabun aldığı sahneden. Bloom aynı anda, hem Molly’i, hem gizli gizli mektuplaştığı Martha’yı, hem mastürbasyon yapabileceği bir banyo sefasını, hem de gün içinde katılması gereken cenazeyi düşünüyor. Bütün bunları tetikleyen ise eczalardan, süngerlerden ve banyo liflerinden yayılan koku:
Gözlerinin siyahlığını iyice ortaya çıkarıyor. Bana bakarak çarşafı gözlerine tutmuş, İspanyol, kendisini koklaması, ben kol düğmelerimi iliklerden. Bu kocakarı ilaçları bazen en iyisi: Dişler için çilek: Isırganotuyla yağmur suyu: Ayrana bastırılmış yulaf ezmesi: Cildi besler. Eski kraliçenin oğullarından birinin, Albany dükü müydü? Derisi bir katmış. Leopold, evet. Bizimkiler üç kattır. Siğiller, nasırlar ve sivilceler işi daha da güçleştirir. Parfüm de gerekir ama. Karının nasıl bir parfüm? Peau d’Espagne. Şu portakal çiçeği suyundaki tazelik. Bu sabunlar ne güzel kokuyor. Saf Marsilya sabunu. Şu köşede bir banyo alacak zamanım var. Hamam. Türk. Masaj. Top top kirler göbeğinde toplanır. Seni güzel bir kız keselese daha güzel. Bir de herhalde ben. Evet ben. Banyoda yapayım bir. İçimde tuhaf bir özlem. Su suya karışsın. İşle zevk bir arada. Masaj için zamanım yok yazık. Bütün gün dipdiri olurdum. Cenaze töreninde bir sürü ekşi surat. (Ulysses, YKY, 5-117)

Bu da Lestrygonians epizotunun sonunda Boylan’ı gördüğünü sandığı andaki telaşı ve şaşkınlığı. Kendisini bütün korkularından kurtaracakmışcasına, Molly ile özdeşleştirdiği sabununu arıyor:

Şeyi arıyorum işte. Evet, şeyi. Bütün ceplerime bakayım. Mend. Freeman. Nereye yarabbi? Ha, evet. Pantalonumun. Patates. Cüzdan. Nerede?

Çabuk. Yavaşcana ilerle. Bi saniye daha. Kalbim.

Eli nereye koydum o şeyi ararken arka cebinde sabun losyonu unutmamalıyım sıcacık yuvasına tıkılı paketi buldu. Ah, burdaymış sabun evet. Kapı.

Rahatız! (8-222)

Bloom’un kesik kesik ama hızla ilerleyen ve kimi zaman cümleleri tamamlama zahmetine bile katlanmayan zihninden Molly’nin melodik, akıcı ve neredeyse bir ninniyi çağrıştıran düşüncelerine geçtiğimizde önce şöyle bir afallarız. Çünkü Molly bambaşka bir dili konuşmaktadır. Evet, Molly çoğu kez basit bir dil kullanır. Evet, kendisi de basit bir kadın gibi kıskançlık eder, kin tutar, küçük hesaplar yapar ve saçmasapan batıl inançları ile bizi bezdirir. Ama yine de onun dili, akıcılığında bir o kadar da şiirsel olabilen bir dildir:

[…] yağmur ne güzeldi güzellik uykumun ardından tazeleyici Cebelitarık gibi mi olacak diye endişelendiydim yarabbim her yanı gece olmuş gibi karayel esmeye başlamazdan önceki o sıcaklar kayanın da bir dev gibi rüzgarı önlercesine dikilirken parıldayışı onların 3 Rock dağına kıyasla matah bir şey sanıyorlar onu yer yer kırmızı nöbetçi kulübeleriyle halbuki orada kavaklar hepsi de pırıl pırıl ya sarnıçlardaki yağmur suları güneşin altında […] (18-813)

Molly’nin tiradı, o dönem için beklenmedik tasvirlerle ve Boylan’la ilişkisini anlatan cinsel imgelerle yüklü olsa da, aslında melankolik bir dokuyla da örülüdür, çünkü Molly Boylan tarafından kullanıldığının farkındadır ve o ilişkiyi istemez aslında. İstediği şey cinsellikten çok sevilmektir. Yani Bloom’un onu gençliklerinde olduğu gibi aşkla ve şefkatle sevmesini ister. Onun için bu bölüm ve kitabın tümü, tutkulu olduğu kadar hüzünlü de olan (çünkü bu an sonsuza dek kaybedilmiştir artık) bir pasajla sona erer:
[…] Endülüslu kızlar gibi gülü saçıma taktığım zaman yoksa kırmızı mı taksam evet Mağribi duvarının altında beni nasıl öptüğünü de ve düşündüm ki bir başkası olacağına o olsun ve gözlerimle sorduydum ona gene sorsun diye evet o da sorduydu bana ister miyim diye evet evet diyeyim diye dağ çiçeğim benim sonra ilkin kollarımla ona sarıldım evet kamilen parfümlediğim memelerimi hissedebileceği şekilde onu ta kendime çektim evet ve onun yüreği çılgınlar gibi vurmaktaydı ve evet dediydim evet isterim Evet. (18-841)

Moretti, bilinç akışını gündelik hayatın sıradanlığını ve banalliği anlatan şiirden yoksun bir üslup olarak tanımlasa da, Molly’nin dilindeki ögelerin sıralanışının rastlantısal ve kurgudan uzak olduğunu söylemek çok zordur. Üstelik, bu pasaj, tensel -- ve ara ara neredeyse pornografik – tonlar taşısa da, herhalde edebiyat tarihindeki en lirik finallerden biridir.

Aslında, ilk bakışta Molly’nin ve Günseli’nin konuştuğu bölümler birbirlerine çok benzerler: üçüncü tekil şahıs anlatıma başvurulmamış olması, aynı noktasız virgülsüz cümleler ve fikirleri sonu gelmeyen bir konuşma şeklinde sunan bir anlatım biçimi. Günseli’nin bilinci de, Molly’ninki gibi, bilinç akışı, serbest çağrışım ve olayların nakledilmesine dayalı bir kaç tekniğin bir araya gelmesinden oluşur. Tabii, unutmamamız gereken bir farklılık da vardır burada: Molly’nin düşünceleri tamamen sessiz iken, Günseli kendisininkileri seslendirmektedir aslında. Kullandıkları tondaki benzerlik, Günseli’nin uzun süredir içinde tuttuğu anıları trans halindeymişcesine Turgut’a anlatıyor olmasından kaynaklanır.

İki bölüm arasındaki en dikkate değer benzerliklerden biri de, Ulysses’de de Tutunamayanlar’da da kadın ve erkek sesleri arasında hemen göze çarpan bir farklılık olmasıdır. Bir çok feminist eleştirmen, Joyce’u erkeksi dilin kalıplarının dışına çıktığı ve Molly’nin monologunda kadın dilinin temsilini sunduğu için tebrik ederken, Suzette A. Henke gibi bir takım ayrıksı feminisler de, erkek karakterlerini entelektüel ya da imgece zengin dillerle mükafatlandırırken, Molly’nin dilini bir takım pornografik çağrışımlarla sınırlı tuttuğu için ona kızarlar. Henke’ye göre, Joyce’a gerçekten kızmamız gerekir, çünkü Molly, Aristo’nun müstehcen bir embriyoloji kitabı yazan sıradan bir adam, Rabelais’nin de sindirim sistemi üzerine bir takım grotesk çalışmalar yapmış ucuz bir yazar olduğunu düşünecek kadar cahil bir kadın olarak resmedilmiştir. (Joyce's Moraculous Sindbook, Ohio UP)

Bu biraz tartışmalı bir konu olsa da, Joyce’un Molly’e bir kadının dilini vermekte ısrarlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu dil, Henke’nin dediği gibi kadınların gerçek dili değil de erkeklerin onlara projekte ettiği bir dil olabilir ama sonuçta kitaptaki erkek karakterlerin dilinden çok farklıdır. Aynı şekilde, Günseli’nin dili de Turgut ve Selim’inkinden farklıdır. Ancak, bu karşıtlık Ulysses’de entelektüel bir temel üzerinden sağlanırken, Tutunamayanlar’da ironinin yerini daha duygusal bir tona bırakması sayesinde kazanılır. Berna Moran, anlatının Günseli’nin konuştuğu bölüme ulaşması ile beraber romanın tonunda duyulabilir hale gelen dramatik değişikliğe dikkat çeker.

Tutunamayanlar’a egemen olan ton iğneleyici bir zekanın alaycı tonudur, çünkü gerek Turgut’un gerekse Selim’in tonudur bu. Ancak, ikinci yarıda Günseli’nin Turgut’a Selim’i anlattığı onbeşinci bölümde, bu kıvrak ve alaycı ton yerini duyarlı ve duygulu bir tona bırakır zaman zaman. Gerçi bu sayfalarda anlatıcı Günseli’dir ama gerçekte dinlediklerimiz Selim’in ona söyledikleridir. (Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış II, İletişim)

Berna Moran’a katılmamak mümkün değil. Ancak, tabii yalnızca Selim’in kendisini Günseli’ye nasıl açtığını duymakla kalmayız, bir yandan da Günseli’nin gözünden Selim’i görürüz. Sonuç çok ilginçtir: Bu bölümde gördüğümüz Selim, bambaşka biridir. Kendini bir başka insana açabilmiş ve olduğu gibi davranabilmiştir. Dolayısıyla, bir kadının sesi ve söylemi, Tutunamayanlar’da Ulysses’de olduğundan daha farklı bir işlev görür: bize Selim’in kadınsı taraflarını gösterir. Üstelik bir kadının gözleriyle bakıldığında, kahramanımız o soyut ve kitabi halinden kurtulmuş ve Günseli’ye duyduğu aşk sayesinde sonunda dünyaya ayak basmış ve insanlaşmıştır. İnsanların “roman kahramanlarına benzeyebildikleri oranda gerçek olduklarını” (423) düşünüyor olsa da, sıradan ve herkes gibi alelade biri haline geleceğinden korksa da (428), aşık olduğunu itiraf etmekten çekinmez: “ben mahvoldum dedi ben romantik oldum hiç bir ilaç beni iyileştiremez artık” (427).

Günseli’nin sesi içten, duygulu ve yumuşaktır. Doğal ve üzerinde çalışılmamış bir hali vardır. Selim’i rahatlattığı gibi bize de inandırıcı gelir. Çok yalın bir dille konuştuğu ve Selim’den nasıl vazgeçemediğini anlattığı şu pasaja bakalım:

[…] o yaz bir inşaatta çalışıyordu sabahtan akşama kadar o kadar kirleniyordu ki yüzü tanınmaz duruma geliyordu bir gün ona uğramıştım amelelerden utanmıştı yüzündeki kirden dudakları beyaz görünüyordu tozun içinde güzeldi heyecanlandım bir sure ayrılamadım ayrılmak istemiyordum ameleler bize bakıyordu kirliydi yorgundu utanıyordu terliyordu mutluydu ondan ayrılmak düşüncesine dayanamadım […] (427)

Berna Moran’ın sözünü ettiği “içten aşk söylemi” bu olsa gerek. Selim’in Günseli’ninkine karışan sesi ise kimi zaman bir çılgın bir vaizin sesini andırır. Onun sonu gelmeyen uzun cümleleri, Günseli’nin kısa yanıtları ile kesilir, buna Turgut’un yorumları eklenir ve bu bölüm böyle akar gider. Üstelik, yazar bir karakterin zihninden öbürününkine, bir sesten ötekine geçiverir hiç bir uyarıda bulunmadan. Kimin konuştuğunu tesbit etmek gitgide güçleşir. Hatta konuşuluyor mu, düşünülüyor mu, bunu anlamak da mümkün değildir artık:

[…] beni de yemeğe çağırsaydınız Günseli hiç böyle görmemiştim onu şimdi bunu yeniden nasıl yaşamalı […] onu sizin yanınızda görür gibi oluyorum hayır göremiyorum bu acıya nasıl katlanacağım katlanacağız […] ağlıyorsunuz Günseli keşki ben de ağlayabilseydim ne yazık ki bu huyumu unutalı yıllar oldu bana da öğretin nasıl ağlanır onun arkasından nasıl yas tutulur […] (428)

Turgut burada daha çok kendi kendine konuşuyor gibi görünüyor. Bu düşünceleri seslendirip seslendirmediğinden emin değiliz. Bu pasajda, iç monologun kendiyle hesaplaşma halini buluyoruz, ama şimdi okuyacağımız bölümde artık sesleri birbirinden ayırdetmekte de zorlanacağız. Noktalama işaretlerinin kullanılmaması ve Türkçe de dişil ve eril zamirlerin bulunmamasından faydalanan Atay, doğanın ve gramerin kurallarını alt üst ederek karakterini tek bir zihinde buluşturmakla kalmıyor, geçmişle şimdiyi de örtüştürmeyi başarıyor. Bu teknik sayesinde, Turgut Günseli ile konuşurken, bir yandan Selim’le de yeniden buluşmuş oluyor.
[…] hiç olmazsa elim var ayağım van beni seven Günseli var az deyip geçmeyin büyük fedakarlıklarla kumpanyamıza seyirci olarak getirtmiş olduğumuz Günseli biz oynarken seyredecektir evet Günseli madem ki geldin dünyüya alışmalısın her rüyaya beni de oynat diye düşündü Turgut peki siz de buyrunuz hoşgeldiniz sefalar getirdiniz içeri girerken neden ayaklarınızı silmediniz hoşbulduk Selim hoşbulduk tiyatro sahnesini boş bulduk da biraz ondandır cesaretimiz […] (453)

İki arkadaş kafiyelerle konuştukları günlere, okuldaki atışmalarına dönüverirler böylece. Rüya da olsa, kimin rüyasıdır bunu bilemeyiz. Bunun Turgut’un zihninde cereyan ettiğini varsayarız. Herhalde bu karşılaşma, orada gerçekleşmektedir diye düşünürüz. Ama metnin bu noktasına gelindiğinde, bunu önemi yoktur aslında, çünkü biraz sonra bütün kuralların ters yüz edildiği ve bir çok şeyin aynı anda --hatta aynı cümlenin içinde-- anlatıldığı bir sentaksa doğru gitmekte olduğumuzu farkederiz. Bu tür sınırlar çoktan aşılmış, sözler bozulmuş, metin çılgın bir hamle ile oyuncu bir özellik kazanmıştır bile. Bunu oyunun başladığını ilan eden bir yan sesin devreye girmesiyle kavrarız. Selim’in sesine vapurdaki satıcının sesi karışır::

[…] ben konuşmuyorum Günseli yüzlerce insan var herkes onları tanıyor ama ben konuşmuyorum ben yargılıyorum ben ben küçük görüyorum ben onlar gibi sürünmüyorum ben ben ben yoruldunuz Günseli bir ara verelim bir antrakt verelim on beş dakikalık aradan yararlanarak sayın yolcular kıymetli vakitlerinizi beş dakika işgal ederek sizlere hem yoluna devam et hem seyyar sinema seyret kabilinden memleketimizin tanınmış simalarının olaylı yaşantılarından dolaylı örnekler sunarak […] (436)


Benzer bir durum, bu bölümün sonuna doğru, artık dönüşü olmayan bir noktaya gelindiğinde, yani metin tamamen kontrolden çıkıp kaotik bir hal aldığında yeniden görülür. Günseli Selim’in intiharından önceki bir kaç günü hatırlar ve anlatır. Bu arada, monolog Selim’in ağzından babasına hitaben yazılmış bir intihar mektubuna dönüşür. Selim’in “baba ben artık bu evde yaşamak istemiyorum yıllardır ruhumuzu öldürdün” diye başlayan intihar mektubu/tiradı şöyle devam eder:

[…] sadece o soğuk mantığında tenkit ettin elektriği açık bırakmışsınız pencereyi kapatmamışsınız radyoyu kapatın başım ağrıyor roman okuyup gözlerinizi yormayın boşuna elektrik yanıyor […] kapayın pencereyi üşüyorum açın pencereyi yanıyorum tek heyecanım ölüm ondan korkuyorum çok yaşamak için iki nefes alıyorum bir nefes veriyorum gazetelerin bütün tavsiyelerini tutuyorum bak yaşlandım küçüldüm neredeyse gözden kaybolacağım öyle hafifledim ki evladım neredeyse gökyüzüne uçacağım aç bakalım şu radyoyu belki sevdiğin bir şey çalıyordur sen askere gittiğinden beri uzun zamandan beri sahalarımızda görülmeyen ve gerek hazırlanışı gerek atılışı bakımından cidden şayanı takdir bir goldü fakat ne oldu golun kahramanı Gürkan yerde yatıyor yardımcılar sahaya girdi geliyorlar kaldır beni evladım ölüyorum nefes alamıyorum yerden kaldırıyorlar (457)


Böylece, Selim’in tiradı olarak başlayan bölüm radyodan gelen futbol maçının gürültüleri ile kesilir. Maçı anlatan sunucunun sesi Selim’in sesine karışır, sahada olanlar da evde hikaye ile örtüşür. Bu bölüm gerçekten ilginçtir, çünkü noktalama işaretlerinin olmamasından faydalanan Atay, iki sahneyi birbirine geçirir ve aynı cümle içinde kesip yapıştırarak ikisini birden anlatır.

Yaralı futbolcuyla, nefessiz kalarak koltuğundan düşen babanın imgeleri örtüştüğünde, babanın sesiyle maçı anlatan spikerinin sesindeki benzerlik de dikkatimizi çeker. Yani görsel simetrinin yanı sıra, işitsel bir paralellik de kurulmuş olur. Babanın sesini noktasız virgülsüz konuşan spikerin sesine benzetmiş olmak manidardır elbette. Hiç durup dinlenmeden, neredeyse nefes bile almadan, hayatı boyunca aynı ses tonuyla aynı teraneyi sayıklamış bir adamın sesi ancak bu kadar iyi anlatılabilir. Ama Atay bununla da kalmaz: bunun hemen arkasından Turgut’un baba rolünü oynadığını ve ölmekte olan babayı anlatan bu sahnede seyirciyi kırıp geçirdiğini söyler bize. Yaşlandığında güçten düşen ve oğlunu manipule edebilmek için küçük oyunlar tezgahlayan babayı bir oyuncu olarak temsil etmek de ayrıca anlamlıdır bence.

Ve son olarak, bu bölümde Atay bize -- yani okuyucuya da -- doğrudan bir mesaj yollar. Çokca kendisiyle biraz da bizimle dalga geçer. Bu noktasız virgülsüz yazılmış bölümün, romanın okunması en güç kısmı olduğunun farkındadır. Eğer Tutunamayanlar okunması zor bir romansa, burası da herhalde romanın en okunamaz bölümüdür. Bir grup okuyucunun, bu bölüme geldiklerinde pes edeceklerini, belki bu kısmı atlayacaklarını, kim bilir belki de romanı topyekun ellerinden bırakacaklarını tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. Bunun farkında olan Atay, Selim ya da Turgut’un da üniversitedeyken yapabilecekleri gibi, bir öğrenci şakasını anımsar ve kullanır. Yani bu bölümün yarısından itibaren düpedüz maç anlatır. Böylece, “sınavda maç anlatmak” diye özetlenebilecek öğrenci efsanesi de romanın bir parçası haline gelir. (Aslında popüler kültürden bu denli yararlanıyor olması da Atay’ı Joyce’un edebi kardeşi haline getiren özelliklerinden biridir.) Atay bilerek bu fikrin üzerine gider ve bu bölümde anlamın sınırlarını bunu kullanarak da zorlar.

[…] sizlere bu konser için Turgut Özben’in hazırladığı konuşmayı sunuyoruz spikeriniz Özdinç Erkaplan bugünkü konserde dinleyeceğiniz piyesin yazarı Selim Işık 1936’da N. kasabasında dünyaya geldi ve şimdi sıkıştırıyorlar topu uzaklaştırmaya çalışıyorlar deniz tarafındaki kaleye soldan akıyorlar taç babası mal müdürü Numan Bey onun küçük yaşta ortaya çıkan kabiliyetlerini soldan bir orta ve gol evet sayın dinleyiciler gol gol gol bütün orkestra üyeleri ayakta alkışlıyorlar itiraz ediliyor hayır hakemin kararı kesin gol radyosunu yeni açmış olanlar için tekrar ediyorum başbakan salona biraz once girdi ve erken keşfettiği için oğlu Selim’e bir piyano bir futbol topu bir daktilo makinesi ve Selim oynasın diye bir perdelik bir piyes almıştı […] (455)

Sonunda bu bölüm, bir konser, bir tiyatro oyunu ve bir futbol maçının o ana kadar takip edebildiğimiz ilişkiler ağı üzerine yerleştirilerek anlatılması ile devam eder.

İlginç olan şudur ki, Atay Batı’nın kanonik eserlerinden biri olan Ulysses’e yaklaşırken, Doğu’da genellikte yapıldığı gibi, romanda kullanılan teknikleri bire bir taklit etmenin çok daha ötesinde bir iş çıkarmayı başarmıştır. Sıradan bir uyarlama yerine, modernist romanın en kayda değer metodunu almış ve onu daha önce hiç denenmemiş bir şekilde kullanarak tamamen kendine has bir anlatı yaratmıştır. Metnin çağrışımları, yalnızca bu coğrafyada -- ve hatta Atay’ın bahsettiği yıllarda -- yaşayan insanların anlayabileceği gündelik ya da kültürel detaylarla örülürken, bir yandan da çeşitli dil oyunları ile zenginleşir. Jale Parla’nın da dediği gibi bu bölümde kadın ve erkek sesleri birleşir ve cinsiyetsizleşir (Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim). Bu ancak, Türkçenin verdiği esneklikle gerçekleşebilecek bir durumdur. Günseli’nin kendisi ile Selim arasındaki diyalogu Turgut’a aktardığı bir anlatı olarak başlayan bu bölüm, ortalarından itibaren karmakarışık bir hal alır ve sesler özelliklerini yitirerek birbirlerinden ayırdedilemez hale gelirler. Yani bir yandan Selim’le Günseli’nin geçmişteki, öte yandan da Günseli ile Turgut’un şu andaki diyalogu olarak böyle birbirine örülmüş iki kanaldan ilerleyen anlatı, birden bire kontrolden çıkar, bütün karakterlerin bilinçlerinin birbirine bağlı olduğu ve dolayısıyla bu bilinçler arasında bir geçişliliği mümkün kılan bir yapıya dönüşür. Bu nedenle, Selim’in “Günseli Günseli seli seli Selim Selim” (423) diye bir isimden ötekine geçivermesi de tesadüf değil, daha çok metnin gidişatına dair bir ipucudur. Metnin gidişatı da, daha evvel de söylediğimiz gibi kaotik ve, Joyce’unkinin aksine, pek de üzerinde çalışılmamış gibi duran bir yapıya doğrudur.

Öyle ki, formla içeriğin mükemmel bir uyum halinde olduğu bu bölümün sonuna yaklaşıldığında kullanılan anlatım biçimi, aklın ve dilin sınırları zorlayan -- dolayısıyla romanın ana temalarından biri olan rasyonalitenin sorgulanması meselesiyle parallellik taşıyan -- bir noktaya gelir. Eğer Joyce’unki dilde bir kübizm ise, Atay’ınkine de belki dilde sürrealizm demek gerekir. Atay bilinç akışını öyle bir şekilde kullanır ki, gerçeklik duygusunu tamamen yitiririz. Tamamen gerçeküstü bir yere doğru çekiliriz. Atay’ınki öyle bir gerçeküstücülüktür ki, okuyucuyu sıradan, alışılmış ve verili olarak kabul edilmiş her şeyi sorgulamaya davet eder. Kısaca söylemek gerekirse, bu bölümde Tutunamayanlar’ın en önemli teması bu sefer dil üzerinden açılır ve romanın hakim sloganı bir kez daha ve üstelik yüksek sesle duyulur: Sisteme karşı dur, sıradanlıktan kaç!




Atay, Oğuz. Tutunamayanlar. İstanbul: İletişim Yayınları, 1984.

Henke, Suzette A. Joyce's Moraculous Sindbook: A Study of Ulysses. Ohio State University Press: Columbus, 1978.

Joyce, James. Ulysses. Çev. Nevzat Erkmen. İstanbul: YKY, 1996.

Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış (2), Istanbul: İletişim Yayınları, 1990.

Moretti, Franco. Modern Epik: Goethe’den García Márquez’e Dünya Sistemi, Çev. Nurçin İleri/Mehmet Murat Şahin, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2005.

Parla, Jale. Don Kişot’tan Bugüne Roman, Istanbul: İletişim Yayınları, 2000.

Tuesday, December 08, 2009

Žižek’le duygusallığa kaçmadan


BirGün/ 6 Aralık 2009

Slavoj Žižek geçtiğimiz hafta İstanbul’daydı. Ünlü Marksist felsefeci, psikoanalist ve kültür kuramcısı Žižek, Descartes’tan Hegel’e özne meselesine odaklanarak felsefi ve siyasi düşüncelerini açtığı ‘Gıdıklanan Özne,’ duygusallıktan uzak ama naif bir ahlâk anlayışının da savunuculuğunu yaptığı ‘Paralaks’ ve Hollywood sinemasından yola çıkarak Lacan’ı bizim gibi normal insanlar için anlaşılır kıldığı ‘Yamuk Bakmak’ gibi eserleriyle bir çok farklı alanda at koşturan üretken bir düşünür.

Žižek, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü ile kitaplarını Türkçede basan Encore Yayınları tarafından düzenlenen iki günlük bir etkinliğe katıldı: ilk gün 'Post - İdeolojik Dünyada İdeoloji: Hollywood' başlıklı bir konuşma yaptı, ikinci gün ise İsrailli yönetmen Udi Aloni ile din ve laiklik ekseninde İsrail – Filistin sorunu üzerine bir söyleşide yer aldı.

Bunlardan birincisini dinleme şansım oldu. Böylece hayatımın en müthiş ‘stand-up’ gösterisini de izlemiş oldum. Žižek tam bir sahne adamı. Dinmek bilmeyen heyecanı, konuşmak konusundaki iştahı ve aklınıza gelebilecek her konuda ahkâm kesebilme becerisiyle dinleyiciyi hiç sıkmadan saatlerce yerine mıhlayabiliyor.

Stalin’den ‘Tom ve Jerry’e, Kant’dan Stephen King’e, Lacan’dan ‘KungFu Panda’ya atlayarak, akla hayale gelmeyen bin çeşit örnek üzerinden geç dönem kapitalist ideolojinin hayatımızın her köşesine nasıl nüfuz ettiğini anlattı. Amerikan filmlerinin vaaz ettiği varoluş biçimlerinden dem vurdu. Sonra, kendini alamayıp nasıl kastre edildiğimize geçti ve hatta artık Hollywood’un tamamen kabul edip tescillediği üzre aseksüel olduğumuzu ilan etti.

Bu konuşmayı dinleyenler, herhalde en çok ‘kültürel kapitalizm’den söz ederken verdiği örnekleri hatırlayacaklardır. Žižek diyor ki, kültürel kapitalizmi erken dönem kapitalizmden ayıran özelliklerden biri, alıştığımızdan farklı kılıklarla karşımıza çıkmasıymış. Bu gelişmiş kapitalizm biçimi, sağ gösterip sol vuruyormuş, çünkü her şey onun şeklini alıyor, hiç bir şey olduğu gibi kalamıyormuş. Hatta artık çevreye duyarlı olmanın ya da sosyalizme inanmanın yolu, hiç beklenmedik yerlerden, mesela Starbucks’tan falan geçiyormuş. Böylece, organik ürünler kullandığını ve kahve üreticilerine adil bir ücret ödediğini iddia eden Starbucks’a gittiğimiz zaman, ne çevreciliğimize ne de solculuğumuza halel geliyormuş. Eh, kahve biraz pahalı olabilirmiş. Ama solculuğumuzun ‘bedelini’ ödediğimiz için gönlümüz rahat bir şekilde kahvemizi yudumlayabiliyormuşuz.

İşte mücadele etmemiz gereken şey tam da bu aslında, diyor Žižek: kültürel kapitalizmin, dışarıda kalan her şeyi yutup yok ettiği, her şeyi sürekli kendine dönüştürdüğü bu dünya. Yani Marx’ın Wall Street’de pek sevildiği, Al Gore’un çevreci kesildiği, dünyanın en zengin adamı Bill Gates’in Afrika’daki açları kurtarabilmek için inisiyatifler başlattığı bir dünya.

Žižek’e göre, dünya hızla dönüşüyor: hakim ideoloji her şeyi arsızca yutuyor, hiç bir şey ‘ötekiliğini’ uzun süre koruyamıyor. “Öteki, henüz hikayesini duymadığımız adamdır” diyor hakim ideoloji. Böyle devam ederse ortaya çıkacak dünyanın, “bir hikayesi olan” porno filmlerinden farkı kalmayacak. Oysa, Žižek’in de dediği gibi, herkes gayet iyi bilir ki, pornografiye duygusallık karışınca mertlik bozulur. Büyükannelerinizle izleyebiliyorsanız, ona artık porno diyebilir misiniz mesela? Romantik komedi, belki. Ama porno, asla.

Buraya kadar Žižek’le tamamen hemfikir olduğumu söylemeliyim. Fakat konuşma boyunca izlediği yöntem ve tutturduğu dili düşününce, onun hınzırca önümüze bıraktığı pornografi analojisini devam ettirmek arzusuna karşı koyamıyorum.
O kadar zeki bir adam ki, yaptığı bu benzetmenin kendi varlığını da tehdit eder hale geldiğinin farkındadır herhalde. Birbiri ardına patlattığı pop kültür referanslarıyla sulandırdığı için kavramlarının sıradanlaştığını farkediyor mudur acaba? Ya da mütemadiyen bilinçaltına havale ettiği için (“rüyalarınızda Stalinist olun” ya da “kirli fantazilerinizin alt katmanını irdeleyin”), bize önerdiği direniş planının soyutlaşıp hayattan uzaklaştığını görüyor mudur? Peki ya artık Hollywood’un anlatıcısı değil malzemesi haline geldiğinin ayırdında mıdır?

Žižek’in eleştirdiği her şeyin vücuda gelmiş hali olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Kabul etmeliyiz ki, artık felsefenin yolu da bir Hollywood yıldızından geçiyor.

Onun için entelektüel alemlerin ‘rock starı’ dendiğini okumuştum. Kendi gözümle görünce ikna oldum. Bir ‘star’ olduğuna hiç şüphe yok: duygusal bir porno filminin starı.

ŞAN ŞÖHRET VE MEZAR TAŞLARI


BirGün/ 14:36 29 Kasım 2009

Herkesin unutmak istediği anlar vardır. Üstelik bazıları fotoğraflandığı için belgelenmiştir. Ne kadar istesek de kurtulamayız onlardan. Mesela benimkilerden biri, Berlin’de Hegel’in mezarının başında çekilen bir karede öylece durur. Beni oraya götüren arkadaşımın ısrarı üzerine çekilmiş bu fotoğrafa her bakışımda ürperirim: Gri dümdüz bir taş. Yanında sırt çantam ve meşhur yeşil pantolonumla ben. Hegel’le karşılaşmanın heyecanından olacak yüzüm kızarmış, biraz mahçup görünüyorum. Tedirgin bir şekilde kolumu mezar taşına dolamışım. Taş da biraz soğuk duruyor doğrusu. Üzerinde büyük harflerle: Georg Wilhelm Friedrich Hegel yazıyor. Elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen iki taze sevgili gibi poz vermişiz. Acayip bir şey işte. Tarifi mümkün değil.
Yine de, insan eğer bir düşünürün mezarı başında poz verecekse, o Hegel olmalıdır tabii. Ölümün bile bir anlam atfedilerek sürecin parçası haline getirildiği, yani hayatın içinde kabul edilebilir ve “faydalı” kılındığı bir düşüncenin savunucusu olduğu düşünülürse, Hegel’in bu fotoğrafa bir itirazı olmazdı. Tam tersine, bunu ölüm tecrübesinin bilinçte daha üst bir seviyeye taşınarak anlaşılabilir hale getirildiği bir anın tezahürü olarak görürdü herhalde. Mezarlıklar, yarattıkları yalancı kalıcılık hissiyle ölümü ehlileştirme teşebbüsü ise, o zaman mezar taşlarıyla fotoğraf çektirmekte de bir beis görmememek gerekir. Bu da aynı evcilliğin ifadesidir neticede.
Hatırlıyorum da, düzgün ama abartısız bir mezarlıktı. Kimlere evsahipliği yaptığı düşünülürse büyük bir tevazu ile korunmuştu. Hegel’in bir kaç sıra ötesinde Fichte sessizce duruyordu, azcık ileride köşede de Brecht’in ta kendisi ikamet ediyordu. Ziyaretçilerin dikkatle üst üste dizdiği çakıl taşları olmasa, onun mezarını bile farketmeden geçebilirdi insan. O kadar sade ve basitti her şey. Herhangi bir Alman evinin oturma odası gibi tertipli ve temiz görünüyordu.
Oysa, daha sonra Fransa’ya gittiğimde bambaşka bir manzara gördüm. (Sanmayın ki, mezarlık mezarlık dolaşıyorum, tesadüf işte!) Bir sürü büyük adam Paris’teki Pere LaChaise mezarlığında yan yana yatıyordu yatmasına, ama taşlar çok daha gösterişli ve süslüydü. Neredeyse hepsi birer sanat eseriydi. Almanya’da bir evcilleştirme süreci olarak gerçekleşen kalıcılık arzusu, Fransa’da bir ‘ölüsevicilik’ halini almış ve düpedüz gösterişe dönüşmüştü.
Bırakın gösterişi, toplumsal hayatın gereklerini bile kabul etmekte zorlanan varoluşçu bir yazarı devlet töreni ile ölümünden elli sene sonra bir anıt mezara gömmeye kalkışmaları da ancak bu debdebe düşkünlüğü ile açıklanabilir herhalde. Evet, doğru bildiniz: Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin Albert Camus’nün naaşını Panthéon’a taşımak istemesinden bahsediyorum. Okuyunca gözlerime inanamadım. Élysée Sarayı’nın danışmanlarından Georges-Marc Benamou, Cezayir asıllı Camus ile Macar göçmeni Sarkozy arasında toplumun kıyısında büyümüş olmaları üzerinden bir bağ kurarak durumu mazur göstermeye çalışsa da, koltuk sevdalısı ve gösteriş meraklısı sağcı bir liderin hayatı boyunca konformizme karşı tavır almış bir yazarla aynı cümlede anılması bile kanıma dokunuyor doğrusu.
Camus her zaman şandan şöhretten nefret etti. Kendi yaşamından da izler taşıyan ‘Konuk’ aldı öyküsünde, Cezayir’de çölün ortasında bir ilkokulda öğretmenlik yapan karakteri Daru’ya şunları söyletecek kadar alçakgönüllü biriydi: “… boşluğun ortasındaki bu okul binasında, elindeki bir iki ufak tefekle yetinerek neredeyse bir keşiş gibi yaşıyordu. Ama bir şikayeti yoktu. Hatta kireç sürülmüş duvarları, daracık yatağı, boyasız kitap rafları, bahçedeki kuyusu ve haftalık tayını ile kendisini bir bey gibi ayrıcalıklı hissediyordu.”
230 milyon dolara özel uçak yaptırmaya kalkan ve kendisininki Avrupa liderlerinin uçaklarından en az 10 metre daha uzun olsun diye israr eden Sarkozy’nin yukarıdaki satırları yazan Camus’yle bir ilişki kurması mümkün müdür?
Yazarın oğlu Jean Camus, ‘Sarkozy babamı hiç anlamamış,’ demiş. Eh, haksız da sayılmaz. Hayattayken iktidara karşı durmayı kendine şiar edinmiş bir yazarın, ölümünden sonra bir politikacının iktidar hırsına malzeme olması acıklı bir şey.
Ama daha da fenası, ömrü boyunca kalabalıklardan uzak kalmaya özen göstermiş Camus’nün, ola ki Panthéon’a taşınırsa, yeni bir tapınma nesnesi haline gelip yüzbinlerce kişi tarafından ziyaret edilecek olması.
Onun mezar taşıyla da fotoğraf çektirenler olur elbette. Ama bunun Camus’nün hoşuna gideceğini hiç sanmıyorum. Hegel başka, o başka…

AYLAKLIĞA DAİR


BirGün/ 15:28 22 Kasım 2009

Üniversiteye başladığım sene, Queen’in ‘I want to break free’ (“İpimi koparmak istiyorum,” diye de çevrilebilir mi acaba?) şarkısı her tarafı inletiyordu. Şarkıyı her duyduğumda, ben de bağırarak aynı şeyi söylemek istiyordum. Çünkü tam da öyle hissediyordum. Benim kadar bağımsız ruhlu biri için oldukça karanlık geçen lise yıllarının ardından, sonunda özgürlüğe adımımı atmış, nihayet hayata karışabilmiştim. Mutluydum.
Bir süre sonra özgürlüğün sandığım gibi büyük bir hediye değil de, ağır bir yük olduğunu öğrenecektim. Ama bunun için henüz erkendi. O sene aklımda tek bir düşünce vardı: Artık bir yetişkinim ve gönlümce yaşayabilirim. Evden ayrılıp yurda yerleştiğim gün, bir kelebek gibi hafif, bir arı kadar kararlı hissediyordum. Muhammed Ali gibi bir şeydim yani. Sanki ömrüm boyunca beklediğim maç gelmişti ve bundan daha hazır olamazdım.
Büyük bir heyecanla okula başladım, demek isterdim ama öyle olmadı. Büyük bir heyecanla şehre başladım, demeliyim aslında. İstanbul’da geçirdiğim ilk seneyi tanımlamak için doğru sözcüğü arıyorum, bir türlü bulamıyorum. Herhalde büyük şehir sarhoşluğuydu bu. Günlerim bıkıp usanmadan sokakları arşınlayarak geçiyordu. Hiç durmadan kilometrelerce yürüyordum. Pabuçlarımın tabanları yavaş yavaş erimeye başlamıştı. Bebek’ten Sultanahmet’e ve oradan da gerisin geriye okula yürüdüğüm bir gün, o zamanlar pek moda olan kauçuk botlarımdan birinin altında bozuk para büyüklüğünde bir delik açıldığını görüp üzüldüğümü hatırlıyorum.
Sonraları hayatımın ayrılmaz bir parçası haline gelecek olan bu amaçsızca yürüme hastalığı böylece başlamış oldu. Sebebini düşündüğüm zaman bir tür açlık hissi olduğuna karar veriyorum. Bir bakma, görme, kaydetme açlığı. Her şeyi arsızca seyrediyordum: sokakları, evleri, insanları, dükkanları, her şeyi. Kahvelerde oturuyor, gazeteleri karıştırıyor, kimi zaman sadece bir bardak çay içerek saatlerce oyalanıyordum. Dersler birbirinin ardından geçip gidiyordu. Bense sadece yürüyor, yürüyor, yürüyordum. Başka hiç bir şey umrumda değildi. Dilediğim yerde dilediğim kadar vakit geçirebileceğim fikri hoşuma gidiyor, yeni bulunmuş bu özgürlük başımı döndürüyordu. Düpedüz aylak olmuştum. Şikâyetim yoktu.
Bundan bir kaç sene sonra, Walter Benjamin’in Baudelaire üzerine bir yazısını okurken, aylaklığımda yalnız olmadığımı öğrenip sevinecektim. Üstelik o buna çok şık bir de isim veriyordu: ‘flâneur.’ (Konuşamadığım bir dil olduğu için, Fransızca bana her zaman çok afili gelir.)
Benjamin’e göre, pasajlar, sokaklar, caddeler ‘flâneur’ün evidir. Aylağın kente, sokaklara, o sokaklarda akan kalabalığa ihtiyacı vardır. Bir tür kimliksizlik, ya da daha iyi bir tabirle, anonimliktir bu aslında. Aylak, büyük şehrin insanıdır, ama kalabalığın içinde yaşamasına ve o kalabalıktan beslenmesine rağmen onun bir parçası değildir. Kalabalığı her zaman kendi dışında bir şey olarak algılar ve o da kalabalık için hep “öteki” olarak kalır.
Benjamin’in anlattığı bu kentli anti-kahraman, yine aynı dönemde elime geçen ‘Aylak Adam’da da karşıma çıkmıştı. Bu romanın baş kişisi, tam anlamıyla bir ‘flâneur’dür; yani, kalabalığı seyretmekten başka bir işi olmayan ama kendisini hep o kalabalığın dışında konumlayan biridir. Yusuf Atılgan, herhalde bu anonimliğin işareti olarak bir isim bile vermediği C.’ye şunları söyletir mesela: “Çevreme ilgiyle baktım. Erkekler yeni tıraş olmuşlar, kadınlar yeni boyanmışlardı. Yüzleri tasasızdı. Caminin dirseğindeki bacakları kesik dilenci, soğuktan morarmış, çorapsız gazeteci çocuk bile öyleydiler.” C., bu aldırışsız kalabalığın içinde sevebileceği kadının da olduğunu hayal eder: “Sanki onu tanıyormuşum, görsem bilecekmişim gibi bakıyordum geçenlere.” Ama bu his kısa sürer. Dışarıdaki dünya onun arzularına ve beklentilerine kayıtsızdır: “Sanki bütün dünya konuşuyor, dans ediyor, operaya gidiyordu.” Oysa, kendisi olan bitenin içinde yer almaz. Akan hayatın bir parçası olamaz. Aylak adam, sadece bir seyircidir. Üstelik bunun farkındadır: “Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?” diye sorar kendine.
Yapı Kredi Yayınları geçtiğimiz günlerde, Yusuf Atılgan’ın ölümünün yirminci ve romanının ellinci yılını anmak için ‘Aylak Adam’ı özel bir baskıyla tekrar yayınladı.
Edebiyatımızın kilometre taşlarından biri olan bu kitabı alıp bir kez daha okumak için bundan daha iyi bir fırsat düşünemiyorum.
Söylemeye gerek yok tabii, yine aylaklık ederek, kahvelerde ve parklarda dolaşarak okumalı bu romanı.

Dile Kolay


BirGün Kitap Eki

Bir edebiyat türü olarak öykünün erdemlerini farketmem ne zamana rast geliyor hatırlamıyorum. Aslında kendimi bildim bileli romancıydım ben. Kitapçılarda gözüm öykü kitaplarına iliştiğinde burun kıvırır, hemen onun yanı başında duran romanlara çevirirdim dikkatimi. Öykü, benim gözümde roman yazamayan insanların yazdığı şeydi. Üstelik, öykü kitabı alınca bir gecede okuyup bitiriveriyordum. Böyle olunca kendimi biraz aldatılmış hissediyordum. Sanki paramın karşılığını alamamışım gibi geliyordu.

Sonra iyi öykücülerle karşılaştım, öyküyü bir yazın biçimi olarak romana yeğleyen yazarlar olduğunu farkettim: Anton Chekhov, Edgar Allan Poe, Sait Faik hayatıma böyle girdiler. Üçünü de hâlâ başka başka nedenlerle çok severim. Onlarla beraber öğrendim ki, öykü yazmak aslında zor bir iştir. “Dar alanda kısa paslaşmalar”la ilerlediği için, yazarların her açıdan tutumlu olmaları ve az malzemeyle en etkili biçimi yakalamaya çalışmaları gerekir. Zamanla şunu da anladım: roman çarşıya çıkıp istediğiniz malzemeyi alarak kurabileceğiniz bir ziyafet sofrasıyken, öykü evde ne varsa onunla yemek pişirmek gibidir. İkisini karşılaştırmak belki de çok doğru değildir bu yüzden.

Daha sonra başka öykücülerle de tanıştım. Amerikalıların bu işte ne kadar iyi olduklarını gördüm ve hatta bir ara bu edebiyat türünün o kıtaya bırakılması gerektiğine inanmaya başladım. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayanlar değil, Güney Amerikalılar da müthiş öyküler yazıyorlardı. Kütüphanemde bugün bile en itibarlı yerlerden biri, bir zamanlar İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Amerikan Hikâyeleri Antolojisi’ ve ‘Latin Amerika Hikâyeleri Antolojisi’ adlı iki öykü kitabına ayrılmıştır. Kimler kimler yoktur ki o antolojilerin içinde: Steinbeck, Hemingway, Faulkner, Borges, Marquez, Cortazar ve şimdi isimlerini sayamadığım daha bir çok iyi yazar. Sanıyorum bu iki derleme ile birlikte öykü ile aramda bir daha hiç bozulmayacak kuvvetli bir bağ oluştu.

Geçenlerde beni bu iki kitap kadar heyecanlandıran bir başka hikaye antolojisi ile karşılaştım: Nadine Gordimer’in günümüzün en önde gelen yazarlarından derlediği yirmi bir öyküden oluşan seçkisi. Susan Sontag’dan Amos Oz’a, Kenzaburo Oe’den Margaret Atwood’a dünyaca tanınmış bir çok yazardan öyküler içeren bu derleme aslında uluslararası bir projenin de parçası. Dünyanın dört bir köşesinden gelen bütün bu öykücüler, bir ömür boyu ürettikleri eserleri en iyi temsil edeceğine inandıkları bir hikayeyi bu seçkiye bağışlamışlar. Bir çok dile çevrilen bu kitaptan elde edilecek gelirin tamamı AIDS Savaşım Derneği’ne bırakılacak.

‘Pazartesi’ dergisine katkılarından ve Emma Goldman, Marilyn French ve Kate Millett’in kitaplarının da aralarında bulunduğu nitelikli çevirilerinden tanıdığımız Beril Eyüboğlu, bu öykülerin çevrilmesini sağlayarak kitabın Türkiye ayağını oluşturan ‘Dile Kolay’ adlı derlemenin yayımlanmasına önayak olmuş. ‘Dile Kolay’daki hikayeleri ÇEVBİR üyesi çevirmenler aralarında paylaşıp çevirmişler ve Pan Yayınları’da aynı dayanışma duygusu içinde bu kitabın gün yüzüne çıkmasını sağlamış.

Öykülerin arasında çok sevdiğim bir Marquez hikâyesini bulup yeniden okudum: ‘Aşkın Ötesinde Aslolan Ölüm.’ Marquez’in üslubunun büyüsü daha ilk satırlardan hissediliyordu: “Senatör Onésimo Sánchez hayatının kadınıyla karşılaştığında ölmesine altı ay on bir gün kalmıştı. Onunla, geceleri kaçakçı gemilerine gizli liman olan, gün ışığındaysa uçsuz bucaksız, tatsız bir denizin karşısındaki en işe yaramaz çöl kıvrımını andıran Rosal del Virey’de tanıştı -- öyle ki bu kuş uçmaz kervan geçmez köyde birilerinin kaderini değiştirebilecek bir insanın yaşadığını kimse hayal dahi edemezdi.”

Bunu okuyunca, eski bir dostla karşılaşmış gibi oldum. Ve yine eski bir dostun evine girer gibi teklifsiz bir şekilde daldım öykünün içine. Sonu yine aynıydı. Bildiğim gibi bitti. Ama ne kadar güzeldi!

Bu kitabı alın. Hem öykü okumanın tadını yeniden duymak için, hem de iyi bir davaya katkıda bulunmak için.

Beril Eyüboğlu’nun da hatırlattığı gibi, bu kitabı kendinize alırken, edebiyat seven bir arkadaşınızı da ihmal etmeyin sakın!

İncelikler yüzünden



BirGün/ 16:10 15 Kasım 2009

‘Karamazov Kardeşler’ çok büyük bir romandır. Hatta belki de en büyüğüdür. Dostoyevski bu romanın içine dünyaları sığdırmıştır. Onun için oturup ‘bir roman, bir sahne’ oyunu oynuyor olsak, bu romanı anlatacak kişinin en iyi sahneyi seçebilmek için saatlerce düşünmesi gerekir. Bunu kabul etmekle beraber, hiç tereddüt etmeden en sevdiğim sahneyi söyleyebilirim: Babasını öldürdüğü suçlamasıyla yargılanan Dimitri Karamazov, saatlerce süren mahkemede yorgun düşüp uyuyakalır. Uyandığında başının altına bir yastık konduğunu farkeder. O vakte kadar canla başla suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışan Dimitri’nin gözleri dolar, yüzü aydınlanır ve minnet dolu bir sesle “Başımın altına yastığı kim koydu? Kimdir o iyi yürekli insan?” diye sorar. O kişi ortaya çıkmaz, ama Dimitri değişmiştir; suçsuz olmasına rağmen kürsüye yaklaşır ve her şeyi imzalamaya hazır olduğunu söyler. Bu küçücük şefkat anı çözülmesine neden olmuş, başka her şeyi önemsizleştirmiştir.

Bizi mahvedenin kabalıklar olduğunu zannederiz. Oysa, asıl incelikler yıkar hepimizi. Kabalık, içinde yaşadığımız, kendimizi hazırladığımız, hatta bir dereceye kadar baş etmeyi öğrendiğimiz bir şeydir. Dünya iyi bir yer değildir. Hayat acımasız, insanlar hoyrat, mutluluklar geçicidir. Bunu beş yaşında falan öğreniriz. Sonrası üç aşağı beş yukarı hep aynı terânedir.

Başta karşımızdaki insanların duyguları olmak üzere hayatta bir çok şeyi kontrol edemediğimizi farkederiz. Üstelik görürüz ki, bu hiç de az bir bilgi değildir aslında. “Öteki,” cehennemin ta kendisidir. Sartre, başka bir çok şeyde olduğu gibi, bu konuda da haklıdır.

Böylece zaman geçer. Yavaş yavaş katılaşırız. Hayata karşı donanmış, kötülüklere karşı zırhlanmış olduğumuzu düşünmek isteriz. Beklentilerimizi düşük tutar, her şeye hazırlıklı olmaya çalışarak yaşar gideriz.

Sonra birden, hiç beklemediğimiz bir yerden, bizi hiç tanımayan birinden bir incelik görürüz. İşte bu darmadağın eder bizi. Buna hazırlıklı değilizdir çünkü.

Kırk yaşına girdiğim gün hayatımın en kötü günlerinden biriydi. Neredeyse bir ay boyunca her gün yaptığım gibi, hastaneye annemi görmeye gitmiştim. Annem komadaydı. Yoğun bakımdaydı. Bizi yine içeri almadılar. Bir kez daha ‘her şeye hazırlıklı’ olmamızı söylediler. Babam, kardeşim ve ben hastanenin bahçesinde yine sessizce oturduk.

Eve dönerken, bir daha hiç bir doğumgünümde mutlu olamayacağımı biliyordum.

Ruhumla beraber bedenim de katılaşmış gibiydi. Her adım için düşünmem gerekiyordu. Bir robot gibi ilerleyerek dolmuşa bindim. Biri bana dokunursa paramparça olacağımdan korktuğum için öne, şöförün yanındaki koltuğa oturdum.

Güzel bir yaz günüydü. Haziran güneşi ön camda patlayıp dağılıyor, her şey fazla parlak, fazla canlı, fazla renkli görünüyordu. Işık öyle kuvvetliydi ki, canımı acıtıyordu. Dayanamayıp gözlerimi kıstım.

Bunun üzerine yanımdaki koltukta bir hareket hissettim. Yaşlıca bir adam olan şöför bana doğru uzandı, önümdeki güneşliği indirip gözlerimin hizasına gelecek şekilde ayarladı. Sonra hiç bir şey söylemeden işine döndü ve gözlerini yola çevirdi.
Güneşliğin üzerindeki aynada kendimi gördüm. Kızarmış ve kısık gözlerimi. Şöföre teşekkür etmek için ağzımı açtım. Ama sesim çıkmadı.

İşte o zaman ağlamaya başladım.

Her şeye hazırlıklı olduğumuzu zannederiz. Ama bir gün bir şey olur. Kırılırız.

İncelikler yüzünden.

KUMKURDU: İNSANLAR, BABALAR VE DİĞER TUHAF HAYVANLAR ÜZERİNE BİR KİTAP



BirGün/ 15:56 08 Kasım 2009

Yeğenim Defne sadece beş yaşında. Kendisine kitap okunmasını çok seviyor ve okumayı öğreneceği günü iple çekiyor. Yaşgününde Åsa Lind’in kitaplarını aldım: ‘Kumkurdu,’ ‘Daha Fazla Kumkurdu,’ ‘Daha da Fazla Kumkurdu.’ Ona kitap hediye edildiğinde hep yaptığı gibi yine içtenlikle sevindi ve hemen okumaya başlamamızı istedi. Doğumgünü konukları yastıkların üzerinde zıplayıp çığlıklar atarken, biz kitaba daldık ve Kumkurdu’yla böylece tanışmış olduk. O zamandan beri annesiyle onları o kadar çok okumuşlar ki, sonunda hepsini ezberlemişler. Defne kitapların topu topu üç tane olduğunu öğrenince önce çok üzülmüş. Sonra şu aralar âdeti olduğu üzre kalem kağıda sarılıp mektup yazmaya oturmuş. Yazdığı mektupları ancak kendisi okuyabildiği için, burada annesine yazdırdığı ikinci mektubu alıntılıyorum: “Sevgili Åsa Lind, Kumkurdu hikâyelerim bitti. Lütfen devamını yazar mısın?”
İşte okuyucu diye ben buna derim! Bir süre önce, önüne ne gelirse okuyan ‘aslan okuyucu’larla, kolay beğenmeyen ‘kurt okuyucu’lara dair bir yazı yazmıştım. Ama şimdi onların kıymeti kalmadı artık. En sevdiğim okuyucu, Defne gibi ne istediğini bilen ‘yavrukurt okuyucu.’
Kumkurdu serisi konusunda yeğenime kesinlikle hak veriyorum. Åsa Lind, gerçekten boynuna sarılıp ‘lütfen, biraz daha yaz’ diye yalvarmak isteyeceğimiz yazarlardan biri. (Bu lüksün sadece çocuklara tanınması ne kötü! Sizi bilmiyorum ama, benim aklıma böyle taleplerle yıpratmak istediğim bir iki yazar geliyor.) İsveçli yazar, uzun süredir okuduğum en güzel çocuk kitaplarını yazıyor. Kumkurdu serisi, çocuklara felsefenin temel meselelerini tanıtmak, ya da belki de zaten kafa yordukları sorulara yanıt verebilmek için yazılmış.
Deniz kıyısında bir evde yaşayan meraklı ve oyuncu Zackarina’nın bir gün sahilde gözleri altın ışıltılarla yanan bilge Kumkurdu ile karşılaşmasıyla başlayan hikayeler; varlık, zaman, sonsuzluk gibi konular üzerine diyaloglarla besleniyor ve çocukları düşüncede bir yolculuğa davet ediyor.
Fakat ben en çok, Kumkurdu kitaplarının yetişkinlere tatlı tatlı kafa tutan, onları daha dolambaçsız ilişkilere çağıran tonunu seviyorum. Üstelik kitapların bu iki meselesi, hiç de birbirinden ayrıymış gibi görünmüyor. Lind, modern hayatın getirdiği yabancılaşmayı hemen her zaman Zacharina’nın evrene dair sorduğu soruların içine yerleştirerek sunuyor ve eleştiriyor. Mesela, hep meşgul olduğu için kendisine zaman ayıramayan babasına içerleyen Zackarina, hıncını mutfak saatinden almaya karar verince, Kumkurdu, zamanın saatle ilgili olmadığını, aslında kimsenin hükmedemeyeceği bir şey olduğunu söylüyor ona:
»Zaman gerçekten de dediğin gibi mi? dedi. O kadar büyük mü yani?
»Kesinlikle, dedi Kumkurdu. O kadar büyük ki sonunu görmezsin. Başını da. Evet, hiç değilse buradan.
»O zaman, zaman kıtlığı diye bir şey yok? dedi Zackarina.
Kumkurdu binlerce inci dişleriyle bembeyaz güldü.
»Zaman, dedi. Zaman hiç de az değil...
Bunun üzerine, Zackarina mutfak saatini kuma gömmekten vazgeçiyor ve “gözleri gazeteye yapışık” dolaşan babasından kendisi için biraz daha fazla zaman talep ediyor.
Kitabın yetişkinler için de çocuklar için de öğretici bir yanı var. Ancak bu hiç bir zaman sıkıcı bir bilmişliğe dönüşmüyor. Tam tersine, Åsa Lind kitabının öğretici yanını, öğretmence bir mesafe koymadan korumayı başarmış. O da bir zamanlar çocuk olduğunu unutmayanlardan olsa gerek. Kumkurdu kitaplarının en hoş taraflarından biri, hiç bir yapmacığı olmayan çocuksu ve samimi bir dille yazılmış olmaları. Bu dil ve onun aracılık ettiği bakış açısı sayesinde, Åsa Lind yetişkinler dünyasına kadar uzanıyor ve onları çocuklarıyla kurdukları ilişkiye dair düşünmeye zorluyor.
Kumkurdu, yalnızca sonsuzluğa ve zamana ilişkin değil, “insanlara, babalara ve diğer tuhaf hayvanlara” dair düşünen bir kitap. Onun için yetişkinler tarafından da okunmayı hak ediyor.
NOT: Defne, Kitap Fuarı’nda Åsa Lind’le tanıştı ve mektubunu ona verdi. Merak içinde bekliyoruz. Bakalım ‘Daha daha Fazla Kumkurdu’ yazılacak mı?

Bir dil bulmalı


BirGün/ 14:21 01 Kasım 2009

Bosnalı yazar Meşa Selimoviç, ‘Derviş ve Ölüm’ adlı romanının girişinde kitabın yazılma sürecini anlatır. Ben önsözleri sevmem. Kitabını nasıl yazdığını anlatan yazarları hiç sevmem. Ama bundan on sene kadar önce Selimoviç’in romanını ilk elime aldığımda, gözüm ‘Derviş ve Ölüm’ü neden yazdım, nasıl yazdım?’ adlı girizgâhın ilk satırına takıldı: “1944 yılı sonlarında Partizan ve Tuzla askeri bölge komutanlığında subay olan en büyük ağabeyim, III. Kolordu Askeri Mahkemesi kararıyla kurşuna dizildi.”
Devamını okumak zorundaydım. Okudum da. Türkçe baskının önsözü yerine geçen ve yazarın 1977 yılında yayınlanan hatıralarından alınmış bu yazıda, romanın kendisi kadar çarpıcı bir hikaye vardı. Selimoviç, kardeşinin vurulmasından sonra bu tecrübeyle nasıl yaşadığını ve yirmi sene boyunca bu hikayeyi aktarabilmek için nasıl uğraştığını anlatıyordu. Kardeşinin öldürülmesiyle birlikte, yalnızca yeniden normal bir hayat sürdürebilme umudunu değil, politik inancını da yitirmişti. O, devrime inanmıştı ve devrim kardeşini almıştı. “Şimdi ben neyim?” diye soruyordu kendine, “Ödlek bir kardeş miyim? Yoksa inançsız bir derviş miyim?”
Bu acıyla yüzleşmek için bildiği tek yöntem yazmaktı. Ama hangi dille yazmak?
Selimoviç, yirmi sene boyunca romanıyla “bir şeytanla güreşir gibi” çarpıştığını anlatır. Yazar, siler. Yazar, çekmeceye koyar. Yazar, hepsini atar. Çünkü ne yazarsa yazsın, hangi dili kullanırsa kullansın, hiç biri bu tecrübenin ağırlığı ile baş edemez, onun yanında hepsi eğreti ve sahte durur: “Benim bulacağım dil ne daha iyi, ne daha geniş ifade imkanlarına sahip, ne de daha zengin ve daha zarif olacaktı. (…) Ne aradığımı tam olarak bilmiyordum, yalnız nasıl bir dil olması gerektiğini seziyordum. Bulduğum zaman ne aradığımı tam olarak bilecektim.”
Vazgeçmez Selimoviç. Çünkü vazgeçemez. O hikaye peşini bırakmayacaktır. Yirmi yıl süren boğuşmanın sonunda beklenen dil çıkar gelir: pırıl pırıl, saydam ve durgun bir su gibi derin. Kimi zaman sadeliği ve müziği ile bir dua gibi insanın içine akıveren, kimi zaman mesafesiyle aşılamayacak uzaklıkları hissettiren bir dil. Ve böylece dünya edebiyatının birinci liginde yerini alan esaslı bir romanla karşı karşıya buluruz kendimizi: ‘Derviş ve Ölüm’ kendini Selimoviç’e yazdırır.
Bu hikaye beni hep etkilemiştir. Yalnızca bir yazarın yaratma sürecinin öyküsü olduğu için değil. Bir dil bulmak hikayesi olduğu için de. Hangi tecrübeler dile gelebilir? Hangileri sessiz kalmalıdır? Hangileri asla dillenemez? Hangileri içinse bir dil bulmak insanın bütün ömrünü alır?
Şimdilerde bunu daha da sık düşünür oldum. Açılımla beraber başlayan sürecin bunda payı var. Dağdan inenleri düşünüyorum mesela. Barış Grubu’nu. Onların gelmesiyle beraber alevlenen tartışmaları. Savaş senelerdir sürüyor. Her iki tarafta da büyük kayıplar yaşandı. Çatışmalarda vurulup düşenlerin hepsi gencecik insanlardı. Hepsinin anneleri babaları, kardeşleri, sevgilileri, arkadaşları vardı. Geride kalanlar kayıpları için bir dil bulmuşlar mıdır? Bunu konuşabiliyorlar mıdır?
Onlar belki bu dili hiç bulamayacaklar ama en azından neyin dilini aradıklarını hep bilecekler. Ya tecrübenin kendisine sahip olmadan dilini kurmak isteyenleri ne yapacağız? Sabah akşam şehitlerin kanından, anaların acılarından bahsedenler ve bunun üzerinden politika yapanlar aslında neden söz ettiklerini biliyorlar mı? Bu acının dilini bulmuşlar mı?
Ya da Genelkurmay Başkanlığı, Lice'de Ceylan Önkol'un ölümünün, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı bir propaganda malzemesi gibi kullanılmaya çalışıldığını, “asimetrik kapsamlı ve organize bir psikolojik harekat” sürdürüldüğünü söylerken bu olayın bilgisini aktarabiliyor mu? Bir çocuğun öldürülmesini, bu askeri ve mesafeli dille kaplamak, onu anlatılabilir ve anlaşılabilir kılıyor mu?
Bu dil yaşananları anlatmaktan çok uzak. Birbirimizi anlamak istiyorsak, bunu artık bırakmak gerekiyor. Yeni bir dil bulmak gerekiyor. Selimoviç’in yaptığı gibi.

BEŞİKTAŞ MİLLİYETÇİSİ


BirGün/ 15:25 25 Ekim 2009

Beşiktaş’ı çok sevdiğimi daha önce yazmıştım. Ama bu sevginin nasıl başladığını anlatmamıştım. Üniversitedeki ilk senemdi. Beşiktaşlı bir oğlana aşık olmuştum. Onun benim varlığımdan haberi bile yoktu. Ama bu önemli değildi. Beşiktaş’ta oturduğunu bildiğim için, arada bir gidip orada vakit geçiriyordum. Kamburun Bahçesi’ni keşfedişim de aynı zamana rastlar. Ne zaman fırsat bulsam, okuldan kaçar oraya giderdim. Belki gelir de görürüm umuduyla değil. Daha çok ona yakın bir yerlerde olmanın tadını çıkarmak için. Param varsa Yedi-Sekiz Hasanpaşa Fırını’ndan saç örgülü kurabiye alıp çaya batırır, onun gamzeli çenesini ve zeki ışıltılarla dolu gözlerini düşünerek yerdim. Bunu o kadar uzun süre yaptım ki, sonraları o çocukla her karşılaştığımızda burnuma kurabiye kokusu geldi.
Her şey gibi bu da dağılıp gitti bir zaman sonra. Araya bir sürü şey girdi. Ben o oğlandan vazgeçtim. Sonra daha nelerden nelerden vazgeçtim. Ama Beşiktaş sevgisi baki kaldı.
Onun içindir ki, okuduğum kitaplarda Beşiktaş lafı geçince çocuk gibi sevinirim. Hatta karakterlerin yolu Beşiktaş’a düşerse daha da hoşuma gider. Mesela Celil Oker’in detektif karakteri Remzi Ünal, sık sık Beşiktaş iskelesine gidip Üsküdar’a geçer. Oralarda dolaştığı için bir gün karşılaşıverecekmişiz gibi gelir, daha da bir ısınırım ona.
Alper Canıgüz’ün ‘Tatlı Rüyalar’ı da Beşiktaşlı bir romandır. Onu bir öğrencim getirip elime tutuşturmuştu. Çok da iyi yapmıştı. Romanda bolca Beşiktaş vardı. Hatta ondan ötesi de vardı. Fakat öyle bir döneme rast geldi ki, hikaye ne zaman gelip Balık Pazarı’na dayansa, o aralar bende kalan bir arkadaşımla beraber soluğu orada alıp bir masaya kurulduk. Onun için okunması zaman aldı.
Mehmet Açar’ın son romanı ‘Çok Uzaklarda Bir Yaz’ın kahramanı da Beşiktaş’ta yaşıyor: “Bu satırları iki binli yıllarda, Beşiktaş’ın arka sokaklarındaki ucuz, güneş görmez bir bodrum katının rutubetli duvarlarının arasında emektar ve külüstür bir PC’de yazıyorum. İşsiz, borçlu ve yalnız biriyim. (…) Aslında çok da mutsuz olduğum söylenemez. Bazen Abbasağa Parkı’nda köpekleri, kedileri severken ya da sahilde balıkçıların yanında Boğaz’ın sularını seyrederken, var olmaktan keyif aldığımı düşünüyor, kendimi iyi hissediyorum.”
Beşiktaş’ın böyle onarıcı bir tarafı vardır gerçekten. İşsiz ve parasız bile olsanız, insaflı davranır size. Parklarda oturup simit yiyebilir, seyyar kahveden bir bardak çay alıp sahilde oyalanabilirsiniz. Ya da iyice içiniz sıkılıyorsa vapura atlar karşıya geçip geri dönersiniz. Beşiktaş, kim olursanız olun size mutlu olmak için bir şans tanır.
Geçenlerde bir arkadaşıma, çarşıdan ayrılmanın benim için ne kadar zor olduğunu anlatıyordum. Ben bu simitler, kahveler, vapurlar tiradını attıktan sonra, bana ne dese beğenirsiniz? “Sen Beşiktaş milliyetçisi olmuşsun, haberin yok!” Çok bozuldum. Sonra düşündüm, varsın öyle olsun, dedim kendi kendime. Bir semtin “milliyetçisi” olacaksam, o Beşiktaş olsun.
Beşiktaş kalender bir semttir çünkü. Orada herkese yer vardır. Kimse kimseye yan bakmaz, afra tafra yapmaz. Travestiler başörtülü eczacıdan alışveriş eder. Muhafazakar lokantacı ekmeğini Kürt bakkaldan alır. Emekli ilkokul öğretmeni, köşede çiçek satan kıza okuma yazma öğretir. Yaşını başını almış esnaf, sen yoldan geçerken saygısından ayağa kalkar. Öğretmensin diye yapar bunu. Utanır yerin dibine girersin. Kamburun Bahçesi’nde garson, duble çayını şekersiz içtiğini bilir ve sormadan getirir. Yaşlı teyzeler sokakta kalmış çoluk çocuğu ve meczubu itinayla besler. Yaz gelince, herkes kapısının önüne su koyar ki, sokak köpekleri susuzluktan helak olmasın. (Kimi esnaf zaten yaz kış dükkanın önünden kedi mamasını eksik etmez.) Çocuklar, komşulara ya da bakkala bırakılmış anahtarı alıp girerler evlerine. Cüzdanını bir yerlerde unuttuysan, pastanedekiler cebine poğaça tıkıştırmakla kalmayıp bir de yol parası için borç vermeyi teklif eder. Filipinlisinden Afrikalısına kadar yetmişiki milletin insanı sokaklarında dolaşır.
İşte gönül rahatlığıyla söylüyorum: Keşke bütün Türkiye Beşiktaş olsa! Bütün farklılıklara rağmen anlayış içinde dostça yaşasak.

BABAMA NOT: Takım tutsaydım bu Beşiktaş olurdu, evet. Affet beni, baba!

Edebiyatımızın "Kekeme Çingenesi"


Bir Minör Edebiyatçı olarak Murat Uyurkulak

BirGün Kitap Eki

“Bütün güzel kitaplar bir tür yabancı dilde yazılmıştır.” Edebi metinler üzerine denemelerini bir araya getirdiği ‘Kritik ve Klinik’ adlı kitabında Gilles Deleuze, bize aslında Proust’a ait olan bu sözü hatırlatır.

Deleuze’e göre, iyi yazarların tümü ana dillerinin içinde başka bir dil yaratırlar; yani “major” bir dilde “minör” bir dilin oluşmasına yol açarlar. “Minör” edebiyatçılar, dili alışıldık yollardan saptırır ve “yeni dilbilgisel ya da söz dizimsel güçleri gün ışığına çıkarır.” Deleuze’un “kekeleme” ya da “sabuklama” dediği bu hal, yazmanın temel halidir aslında. Bu olmadan hakim dilin dışına çıkmak ve yeni bir şey söylemek mümkün değildir. Melville böyle yazar. Kafka böyle yazar. Joyce kesinlikle böyle yazar. Hepsi dil içinde kendi özel alanlarını yaratır, oradan konuşurlar. Bunun içindir ki, onların elinden çıkan metinler, bize bambaşka bir mecraya girdiğimiz duygusunu verir. Alışık olduğumuzdan farklı bir alana ayak bastığımızı hisseder, bu yeni dünyanın kurallarını anlamak için çaba sarfederiz. Tanımadığımız bir dilbilgisini çözmek gibidir bu. Yabancı bir dille ilk karşılaşmadır. Heyecan verir insana.

Bizim yazarlarımız arasında da “minör” edebiyatçılar var elbette. Sayıları çok değil. Ama varlar. Oğuz Atay, Bilge Karasu, Leyla Erbil ilk aklıma gelenler arasında.
‘Tehlikeli Oyunlar’ı, ‘Göçmüş Kediler Bahçesi’ni ya da ‘Cüce’yi eline alıp da yeni bir kapının eşiğinde durduğunu hissetmeyen yoktur herhalde. Kimi bu daveti kabul etmez ve o kapıdan girmez. Bunlar sapa yolları seçmeyenler, ana dilden şaşmayanlardır. Yabancı dil bir yana, herkes her lehçeyi de konuşamaz. Ama bu kapılar hep vardır ve yepyeni yerlere açılırlar. Oraya doğru yürümeye cesareti olanlar gelir ve içeri girerler.

Yeni nesil romancılar arasında da bizi arka sokaklara sokup daha evvel geçmediğimiz yollara çıkaranlar var. Mesela, son on yılın bir numaralı “minör” edebiyatçısı kim diye sorarsanız, hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim: Murat Uyurkulak.

Onu ilk kez okuduğumda, Kafka’nın yüzme şampiyonuna söylettiği ve Deleuze’ün de pek beğendiği şu lafı hatırlamıştım: “Sizinle aynı dili konuşuyorum ve yine de söylediklerinizin tek kelimesini bile anlamıyorum.” Kitapçıda elimde Uyurkulak’ın ilk romanı TOL’u tutuyor ve hayretler içinde bakıyordum: sözcükler benim de bildiğim sözcüklerdi, ama böyle bir araya getirildiklerine daha önce hiç tanık olmamıştım. (Deleuze yanı başımda durup omzumun üzerinden bakıyor olsa, üslup denen şeyin tam da bu olduğunu söylerdi herhalde.) Hemen orada bir sandalyeye çöküp okumaya başladım. Okudukça kalbim çarptı, heyecanlandım. Bu tren daha evvel gitmediğim bir yere doğru gidiyordu.

Roman ilerledikçe, dil de katmer katmer açıldı. Uyurkulak anlatılamayacak olanı anlatmanın yolunu bulmuştu sanki. En zor olanı bile söyleyebiliyordu. Hem de hiç bayağılaştırmadan, sıradanlaştırmadan, içini boşaltmadan. Kenarda duranların, kaybedenlerin, dünyayı değiştirmek isterken kendilerine o dünyada küçücük bir yer bile bulamayanların hikayesini anlatıyordu oysa. Acı vardı, evet. Hem de çok. Ama bu kitapta kendine yepyeni bir dil buluyordu: “Çocukları kulaklarından, kadınları saçlarından, birbirlerini damarlarından tutup sağa sola fırlatan bütün o erkeklerinse, öyle öfkeli ve çarpılmış yüzleri var ki, dokunsan ağlayacaklar, cılız gövdeleriyle öyle bir kasıntı üzre yürüyorlar ki sokaklarda, fiske vursan dağılacaklar.”
Kendi becerisinin farkında olan bir yazarın hince buluşlarından, ya da Uyurkulak’ın daha çok hoşuna gidecek tabirle, “tilkiliğinden” kaynaklanmıyordu bu üslup. Bir “şıklık” olsun diye yapılmamıştı. Bundan çok farklıydı. Dünyayı başka bir ışık altında görmek gibi bir şeydi. Eşyaya yeniden isim vermek gibi bir şeydi. Kalbim çarpmasın da, ne yapsındı?

Kitabın dönüm noktası olan 12 Eylül’e geldiğimde, yazarın, bu kadar ağır bir tecrübeyi aktarmak için ne tür bir dil kullanacağını merak ediyordum. Bulduğu dili görünce, nefesimi tuttum. Çünkü bu dil tanıdık bir yerden başlıyor ama tansiyon arttıkça şirazesinden çıkıyor ve dağılıyordu. Uyurkulak, telefon mesajlarından ve internetten tanıdığım bir ifade biçimini alıyor ve onu bambaşka bir şeye dönüştürüyordu. Bu dilin, anlattığı hikayeyle bir araya geldiğinde yarattığı karşıtlık öyle güçlüydü ki, neredeyse fiziksel olarak sarsıldığımı hatırlıyorum.

"Ve sabahı ezip geliyorlar. toplarıyla, tüfekleriyle, kasaturalarıyla, hınçlarıyla geliyorlar. hepsi çok iri, hepsi çok haki. başlarına yeşilli sarılı bezler sarılı, yüzlerine siyah yağlar sürülü, postalları kocaman, bir karış eninde palaskaları, kn kırmızı madalyonları, yüzkleri, kn dondran gülşleri...

Vhşi bir dörtgn çiziyorlr... Komutahne, şkenchan, myhne, tecavzha...

Yakaladkları gnçlri kurşn diz... Esmr'i, Sle'i, KMam'yı, Brc'yu ve dğerlern mydna sürkl... parç... soyy... sryla... dflrc... dövrk satlerc... bcklrnn arsndan kn... gğslr lm lme...

Şr srünerk çıkıyor şknchndn... Biri klna giryor, Salih, kamyonet az ileride... hadi... Hd... Şr bakı... Esm... ğzndn kn kn... gözleri bembeyaz... gzlr bmbyz...

Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa..... "

Üstelik metin boyunca kullanmadığı sesli harfleri, bu bölümün sonuna uzun bir çığlık halinde koymuş, bir tokat da oradan çakmıştı. Deleuze’ün “kekeleme” dediği şey bu değilse neydi? Afallamıştım.

İkinci roman HAR çıkınca da devam etti bu şaşkın halim. Bu sefer biraz daha hazırlıklı, biraz daha soğukkanlı olabileceğimi düşünüyordum. Ama yine gafil avlandım. O üslup beni yine yerime mıhladı, yine kitapçıda rafların önünde dikilip okurken buldum kendimi: “Kardeşimin vefatından önce, parklarda dolanırken çitlediğimiz çekirdek ailemizi muadillerinden ayıran hiçbir özellik yoktu. Bir kalıp teneke peynirine benzerdik, öyle bildik, ak, delik ve peynirin kalıbını aşan sıfatlarla sürünür giderdi cümle ailemiz: Babam, annem, ben, kardeşim erkek... Âlem yaygarasına karşı teksesli ve kederli bir kuartet...”

Böyle başlayan bir romanı kapatıp yerine bırakabilir misiniz? Yeniden aldığınız rafa koyabilir misiniz? Koymayın da zaten. Hazır Kitap Fuarı da başlamışken, gidip kendinize bir iki roman alın. Ama dikkat edin aralarında mutlaka Uyurkulak’inkiler de olsun.

Çünkü o, edebiyatımızın “kekeme çingene”sidir. Zurnanın ucundaki yepyeni çingene.

‘MAVİ FENER’İ ARARKEN


BirGün/ 16:40 18 Ekim 2009

Geçenlerde kafeteryada yemek sırasında beklerken eski bir öğrencimle karşılaştım. Birlikte yemeye karar verdik. Biraz o anlattı, biraz ben söyledim. Sonra laf lafı açtı ve kitaplardan söz etmeye başladık. Bana sevdiği bir yazarı önerdi. Bir Rus yazar: Victor Pelevin. Kimi öykülerinden, romanlarından söz etti. ‘Mavi Fener’deki öykülerden birini, en büyük hayali bir bisiklete dönüşmek olan kulübenin hikayesini anlatışını dinlerken, birden bu konuşmayı daha önce yaptığımız hissine kapıldım. Aynı diyaloğu kelime kelime tekrar ediyor gibiydik. Bunu ona söyledim. “Hayır. Bunu daha önce konuşmadık. Böyle olsaydı mutlaka hatırlardım,” dedi ve genç bir insanın hafızasına duyduğu güvenle ekledi, “Ben hiç bir şeyi unutmam.”
Onunla vedalaştıktan sonra, aklımda Pelevin ve bu garip konuşma olmak üzere kütüphaneye doğru yürüdüm. Hafızam hayatımın hiç bir döneminde parlak olmamıştır. Ama şu aralar iyice kötüledi, diye düşündüm. Artık olup biteni unutmakla kalmayıp yalancı hatıralar da mı üretmeye başlamıştım acaba? Bu konuşmayı daha evvel yaptığımızdan neredeyse emindim. O zaman kütüphaneye gidip ‘Mavi Fener’i aramış mıydım? Bunu hatırlayamadım. Ama bu sefer mutlaka bakacaktım.
Kütüphaneye girince sakinleşir gibi oldum. Boğaziçi’nin kütüphanesi evim gibidir. Orada kendimi güvende hissederim. Öğrenciliğimden beri düzenli bir şekilde gidip geldiğim için, hangi kitap nerededir üç aşağı beş yukarı bilirim. Hatta artık kimi rafları ezberlediğim için, bazı kitapları numaralarına bile bakmadan elimle koymuş gibi bulurum. Rus edebiyatının yerini biliyordum. Kataloğa bakmak zahmetine katlanmadan, büyük bir güvenle üst kata tırmandım. Rafların arasında dolaşmaya başladım.
Ama bir gariplik vardı. Raflardaki kitaplar tanıdık gelmiyordu. Elimde olmadan ürperdim. Hiç bir şey aynı değil gibiydi. Bilgisayarın başına geçip ‘Mavi Fener’in kodunu not ettim. Tamam. Bildiğim gibiydi. Rus edebiyatı rafında olmalıydı. Bir daha baktım. Rus edebiyatının yerinde yeller esiyordu. Onun yerini bir takım mühendislik kitapları almıştı. Tedirginliğim iyice arttı. Endişe içinde en iyi bildiğim raflara doğru seyirttim: İngiliz edebiyatı, felsefe… Hiç biri yerinde yoktu. Gözlerime inanamadığım için dönüp dolaşıp aynı yerlere bir daha bir daha baktım.
Neredeyse ağlamaklı bir halde kütüphane masalarından birine çökmek üzereydim ki, halimi farkeden memurlardan biri yanıma yanaştı ve kütüphanenin yenilendiğini, kitapların yavaş yavaş üst kata taşındığını söyledi. ‘Rafları etiketleme işlemini henüz tamamlayamadık ama aradığınız kitabı yukarıda bulabilirsiniz’ dedi. Onu dinlerken, geçen hafta posta kutuma düşen ve kütüphanede yeni bir bölümün açıldığını duyuran mesajı hatırlayıverdim. Evet, bu her şeyi açıklıyordu. Kitapların yeri değişiyordu, hepsi buydu. Rus edebiyatı havaya uçmamıştı, İngilizlere halel gelmemişti, felsefe bölümünde de Hegel ve Schopenhauer birbirlerine dudak bükerek hala aynı rafta yan yana duruyorlardı. Bunda insanın içini rahatlatan bir şey vardı.
Kütüphaneden elim boş çıktım. ‘Mavi Fener’ kütüphanede kayıtlıydı ama anlaşılan biri benden önce davranıp almıştı. Telaş içinde bunu farketmemiştim. Yine de bunun keyfimi bozmasına izin veremezdim. Nasıl olsa her şey yoluna girmişti artık.
Kantinde çayımı içerken, kitapları yerinde bulamayınca verdiğim tepkinin şiddetini düşündüm. Yıllardır aynı işi yaptığı için hiç tereddüt etmeden alıştığı raflara doğru yürüyen bedenimin başka kitaplarla karşılaşınca uğradığı şaşkınlığı. Bir kaç adım gerileyip raflara yeniden bakışımı. Gözlerime inanamayarak bir daha bir daha kontrol edişimi. Ve olan bitene anlam veremediğim için duyduğum kaygıyı.
Birden gözümün önüne yaşlılıktan buğulanmış yeşil gözleri ile bana tanımadan bakan anneannem geldi. Hep şaşkındı son zamanlarında. Hep sorar gibi bakıyordu. Ölümünden kısa bir süre önce, hastanede birlikteydik. Bir ara bana döndü, hafızasını delik deşik eden Alzheimer’in zerre kadar etkileyemediği kibarlığıyla “Sizi çıkaramadım. İsminiz nedir?” diye sordu. Boğazıma bir şey oturdu. Ama onu cevapsız bırakamazdım. Boğazımı temizleyip ismimi söyledim. Bu tesadüfe inanamayarak o güzel gözlerini açmış: “Benim torunumun da ismi aynı,” demişti.
O şaşkınlık. O kaybolmuşluk hissi. Aynı rafa yeniden ve yeniden bakmanın boşunalığı. Hiç bir şeyi ait olduğu yerde bulamamanın yarattığı düşkırıklığı.
Bir an için anlar gibi oldum.
Anneannem, kendi ‘Mavi Fener’ini sonsuza dek kaybetmişti.

Ağır Ceza

15 Ekim-Dünya Hapisteki Yazarlar Günü

Bundan bir kaç sene önce, okul saatini beklerken Beşiktaş’ta Kamburun Bahçesi’nde oturmuş ders hazırlıyor, bir şeyler okuyordum. Yanımda kütüphaneye iade etmek için taşıdığım bir dolu kitap vardı. O zamanlar orada çalışan Veli bey, şekersiz duble çayımı getirip önüme koydu. Veli bey hâzâ beyefendidir. Asla bir densizlik yapmaz, kibarlığından hiç bir zaman taviz vermez. Sanki Kambur’da garson değil, Şanzelize’de metrdotel falandır yani. Ama o gün hem ikram ettiğim poğaçayı kabul etti, hem de eliyle yanımdaki sandalyede duran kitap torbasını şöyle bir tarttı. “Ağırmış bunlar, hocam” dedi.” “Çok biriktirmişim de ondan” dedim ben de bilmiş bilmiş. Bana şöyle bir baktı, sonra “Cezası da ağır olur bunların,” deyip göz kırptı. Sonra poğaçasını temiz bir peçeteye sarıp uzaklaştı. Ben de Veli bey gibi bir adamın göz kırptığına mı şaşırayım, söylediği kallâvi lafa mı bilemedim. Bir süre öyle şaşkın şaşkın bakındım.

Oysa şaşırmamam gerekirdi aslında. Veli bey haklıydı. Kitabın tehlikeli bir şey olarak görüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Bizim ülkemizde, kitap yazmak bir yana, okuyana bile terörist muamelesi yapıldığı olur. Kitap yazanların ise başlarına neler geldiği malum. Bu ülkede yaşayan herkes, ülkenin önde gelen fikir adamlarının, yazarlarının, şairlerinin, gazetecilerinin yolunun illa ki hapishanelerden geçtiğini bilir. Kimler kimler yoktur ki bu listede? Neredeyse aklımıza gelen her yazar oraya bir uğramıştır.

Ama bunların arasında beni en çok sarsan hikaye İsmail Beşikçi’ninkidir. Kürt meselesine dair araştırmalar yapan bir sosyolog olan Beşikçi, öyle görünüyor ki, bu ülkenin en tehlikeli insanıdır. Neredeyse bir seri katil gibi muamele görmüştür. Yalnızca ve yalnızca yazdıkları sebebiyle, sekiz kere cezaevine girip çıkmış ve yaşamının 17 yılını hapishanelerde geçirmiştir. 1979 yılında (ben daha çocukken ve onun kim olduğunu bile bilmezken) içeri girmiş ve yirmi sene sonra (yetişkin bir kadın haline geldiğimde) ancak salıverilmiştir. 1999 yılında uygulamaya konan sınırlı afla tahliye olduğunda hakkında toplam 100 yıl hapis ve 10 milyar lira para cezası vardır. Yayımlanan 36 kitabından 32'si “zararlı” bulunmuş ve Türkiye'de yasaklanmıştır.

Bunların hepsini arka arkaya yazmak kolay belki. Ama idrak etmek aynı derecede kolay olur mu? Ya yaşamak, o kolay olmuş mudur dersiniz?

Geçtiğimiz hafta, Hapisteki Yazarlar Günü, bütün dünyada etkinliklerle anıldı. İsmail Beşikçi’nin de onur üyesi olduğu Uluslararası Yazarlar Birliği (PEN)’nin en etkin gruplarından biri olan Hapisteki Yazarlar Komitesi, her sene 15 Kasım’da dünyanın dört bir yanında düzenlediği aktivitelerle cezaevlerindeki yazarlar ile ilgili sorunlara dikkat çekmeye gayret ediyor.

Ülkeyi saran demokrasi havasına rağmen, Türkiye’nin 173 ülke içerisinde Dünya Basın Özgürlüğü Sıralaması’nda 102. sırada bulunması, basın özgürlüğüne yönelik müdahalelerin pek de azalmadığını gösteriyor. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu Sözcüsü Necati Abay’ın yaptığı açıklamaya göre, şu anda Tekirdağ’dan Mardin’e ülkenin her bir yanındaki cezaevlerinde yatan 33 gazeteci ve yazar var.

Gerçek şu ki, bir çok vakada, yazarlar hapse atılmıyorlar ama senelerce süren uzun davalara maruz bırakılıyorlar. Sonuç hapis olmasa bile, yasal süreç o kadar uzun sürüyor ki, yalnızca maddi değil psikolojik olarak da yıpratıcı oluyor. Öyle ki, insan esas sebep belki de budur diye düşünmeye başlıyor: belki de bütün bu davalar yalnızca yazarları sindirmek amacıyla yürütülüyor. Türkiye’de şu anda devam eden 70 kadar böyle dava var. Hepsi ifade özgürlüğü ile ilgili. Bunların büyük bir kısmı muhtemelen hapis değil para cezaları ile sonuçlanacak. Ama bu yolda çekilen eziyet her zamanki gibi bakî kalacak. Üstelik bütün bunlar, yalnızca davaların muhataplarına değil, sırada bekleyen yazarlara da verilmiş bir gözdağı olacak.

Blok ders ve tanrıların ateşi


BirGün/ 12:43 11 Ekim 2009

Her dönem dersler başlarken, bir iki öğrenci yanıma yanaşıp ‘Hocam, blok mu yapıyorsunuz?’ diye sorarlar. Bunlar, ara vermeden iki saat üst üste ders yapmamdan korkan sigara tiryakileridir. Dersin belli bir aşamasından sonra gözlerini tavana diker, yerlerinde huzursuz huzursuz kıpırdanırlar. Artık durmam gerektiğini hatırlatan çalar saatler gibi görürüm onları. Sallanmaya başladıklarında zaman gelmiştir.
Bu senenin kapı önünde biriken tiryakilerini seyrederken kendi öğrenciliğimi hatırladım. Biz sınıfta sigara içebiliyorduk. Onun için ne zaman okuldaki halimi düşünsem, kendimi hep sınıfın sağ arka köşesinde pencerenin yanında otururken görüyorum. İçmeyenler genellikle öne otururdu. Biz de arkalara doluşurduk. Felsefe derslerinde soru-cevap kısmı başlamadan önce, edebiyat derslerinde romanlardan pasajlar okunurken, politika derslerinde tartışmaların en ateşli noktalarına gelindiğinde birer ejderha gibi duman püskürtmek adettendi. İyi bir şeydi demiyorum. Sadece o zaman teamül böyleydi.
Üstelik sadece biz değil, okuduğumuz kitaplarda da herkes fosur fosur sigara içiyordu. Öyle bir zamandı bu.
Bunu yazarken şöyle bir düşündüm de, sevdiğim romanların hepsinde illa ki biraz duman vardır. ‘Zeno’nun Bilinci’ sigaraya dair bir pasajla başlar, ‘Bozkırkurdu’nda Harry Haller bolca tütün tüketir. Kaptan Ahab’ın piposu ağzından düşmez, Bloom ise pürosunu fütursuzca tüttürür. Öyle ki, Thomas Mann’ın tamamı Alplerde bir sanatoryumda geçen ‘Büyülü Dağ’ adlı romanında bile karakterler bir sigarayı söndürüp öbürünü yakarlar. Polisiyelerde ise dumandan göz gözü görmez zaten. Detektif dediğin şeyin sigara içmeyeni olmaz çünkü. Raymond Chandler’ın hazırcevap kahramanı detektif Marlowe, içki ve sigara kullanan biriyle çalışamayacağını söyleyen fazlaca titiz bir müşteriye şöyle der mesela: “Peki ya portakal soysam, sizin için uygun olur mu?”
Ama herhalde en başarılı sigara güzellemesi, Tom Robbins’in ‘Ağaçkakan’ adlı kitabındadır. Robbins, tümü bir Camel paketinin içinde geçen bu romanda neden sigara içtiğimize dair bir teori geliştirir: “Dört elementten üçü tüm yaratıklar tarafından paylaşılır ama ateş yalnızca insanoğluna bağışlanmış bir hediyedir. Canımız yanmadan ateşe en yakın olabildiğimiz an, sigara içtiğimiz zamandır. Sigara içen herkes, tanrıların ateşini çalıp evine götüren Prometheus'un cisimleşmiş halidir. Güneşin gücünü elde etmek, cehennemi etkisiz kılmak, o ilk kıvılcımla özdeşleşmek, yanardağın iliğini emmek için sigara içeriz. Peşinde olduğumuz, tütün değil, ateştir.(...) Sigara içen kişinin akciğeri, ateş tanrısına kurban edilmiş çıplak bir bakiredir.”
Bu açıklama bana hep makul görünmüştür. Bilmiyorum siz ne düşünüyorsunuz? Ateşle uğraşmanın daha ehlileştirilmiş bir yolu olduğunu sanmıyorum. Herhalde ateş yiyiciler, itfaiyeciler ve fırıncılar başta olmak üzere herkes benimle bu duyguyu paylaşacaktır.
Tütüne veda etmiş olmama rağmen hala bunları yazıyor olmamın sebebi de budur belki. Ateşe olan düşkünlüğüm. Sigarayı bırakışımın üzerinden 2 yıl 3 ay 24 gün 8 saat geçtiği şu dakikada, ilk nefesi çektiğimde çıkan o çıtırtının sesini bu kadar iyi hatırlıyor olmamın başka bir açıklaması olabilir mi?
Ne sobalar yaktım, ne mangallar tutuşturdum, ne kibritler çaktım. Olmadı. Hiç biri sigaranın yerini tutmadı. Onun bunun sigarasının çıtırtısından ve dumanından otlanarak idare etmeye çalışıyordum ki, şimdi bir de bu yasak çıktı.
Karşıyım. Yasak çok sıkı. Sigara içenler için de kimi kapalı mekanlar olsa, fena mı olurdu?
Hava yavaş yavaş soğuyor. Mevsim dönüyor. Tütün tiryakisi bunca insan daha akciğer kanserine falan gelemeden kafelerin lokantaların kapılarında helak olup zatüreden gidecek. Kötü muameleden kaynaklanan kalp kırıklığı da cabası.
Sigara yasağı iyi niyetli bir çabadan kaynaklanıyor elbette. Mesajı alıyoruz, dersi anlıyoruz. Ama herkes gayet iyi bilir ki, ders ne kadar iyi olursa olsun blok olunca çekilmez.
Hayatımızı bitmeyen bir blok ders haline getirmeyiniz. Lütfen.

PABUÇ HİKâYESİ 2


BirGün/ 02:02 04 Ekim 2009

Bir iki hafta önce ‘Pabuç Hikâyesi’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Biraz hüzünlü bir yazıydı. Geride kalan pabuçlardan bahsediyordum. Düştüğü yerde kalan ve içimizi burkanlardan. Sahibini bekleyen ev hayvanları gibi kapı önlerine konanlar, enkazlarda tesadüfen bulunanlar, sellerde sürüklenip karşı kıyıdan çıkanlar. Vurulup yere düşenlerin, kaybedilip dönmeyenlerin, toplama kamplarında ölenlerin pabuçları.
Yerde yatan bir pabucun başka bir çağrışımı olamaz gibi geliyordu bana. Genellikle olduğu gibi, hayat beni yine düzeltti. Bana bir kez daha ayar verdi. Artık alıştım, ses çıkarmıyorum.
Neymiş? Pabuç denen şey meğer bambaşka anlamlara da gelebiliyormuş.
Evet. Selçuk Özbek’in IMF Başkanı Dominique Strauss Kahn’a fırlattığı pabuçtan söz ediyorum. Kahn’a doğru uçup yere inen bu ayakkabıya bakınca, geçenlerde yazdığım şeyleri gözden geçirmek zorunda kaldım. Semboller insanı yanıltabiliyor. Yerde yatan her ayakkabı bir kaybın, bir yenilginin işareti olmak zorunda değilmiş meğer. Bazan da bir isyanın, bir reddin, bir inadın simgesi de olabiliyormuş.
Bugün okulda hep bu pabuç konuşuluyordu. Kimi öğrencilerin gözlerinde muzip pırıltılar gördüm. Bunlar geçmişte, kariyer günlerine katılmak için gelen Shell yetkililerini bir odaya kilitleyen ve Koç Holding insan kaynakları ekibine koç yumurtası atarak “Köle pazarı istemiyoruz” diye bağıranlardı belki de. Üniversitelerin şirketlere adam yetiştiren birer “iş adamı otomatı” olmaktan ziyade, eğitim kurumları olduğunun hatırlanması için düşünülmüş eylemlerdi bunlar. Selçuk Özbek’inki de öyleydi. Bilgi Üniversitesi’nin salonuna düşen pabucu, bütün yaratıcı eylemlerde olduğu gibi etrafa mizahla karışık bir canlılık yayıyordu.
Hayır demenin en etkili yolu buydu çünkü. IMF’nin gücüyle baş etmenin yolu onunla tartışmaktan değil, ona gülmekten, onu kahkahayla alt etmekten geçiyordu. Bir an için bile olsa, Selçuk’un pabucu bu etkiyi yarattı. IMF Başkanı Kahn etrafında yaratılan büyüyü bozan ve kendini ciddiye alan bütün bu “büyük” adamları birer panayır kuklası haline getiren bir “densizlik” oldu bu.
Günlerdir şehrin her tarafına yerleştirilen “Hoşgeldin IMF!” ilanlarıyla pekiştirilen ağır hava sonunda dağıldı.
Selçuk hepimiz için konuştu. Plazalarda yaşanan donuk ve renksiz hayata, bize bundan başka bir seçeneğimiz olmadığını söyleyenlere, hayatımızdan ışığı ve umudu çalanlara bir cevabımız olduğunu gösterdi.
Biz dediğim kimdir? Başka bir hayatın mümkün olduğuna inananlar. İnsanların ölene kadar köle gibi çalıştırılmadığı, geceleri eve iş getirmek yerine sevgilileriyle sahilde yürüyüşe çıkabildiği, hazzı değil de mutluluğu hedeflediği, tüketmektense yaratmayı tercih ettiği bir hayatı özleyenler.
Kazandık mı? Hayır. Daha değil. Ama böyle yenilmekte beis yoktur. Kazanmamız için daha kaç kişinin pabucunu dev şirketlerin, medya patronlarının, plazaların suratına atması gerekecek, kim bilir. Selçuk Özbek’in pabucunun izi IMF’in yüzünde kaldı mı, kalmadı mı? Mesele budur. O kadar öğrencinin kuzu kuzu IMF’nin nakaratlarını dinlemesi, hiç bir tepki göstermeden kendisine söylenenleri alıp cebine koyması, işte en fenası bu olurdu. Bu beyefendiler karşısında asıl yenilgi bu olurdu.
Böyle zamanlarda şimdi uzaklarda olan bir dostumun sesini duyar gibi olurum. Beckett’in meşhur lafını söyler bana: “Hep denedin. Hep yenildin. Önemi yok. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.”
Böyle bir inatla yenilmenin iyi bir yenilgi olmadığını kim söyleyebilir.

BİR YABANCININ SIRTI

BirGün/ 15:38 27 Eylül 2009

Beşiktaş’tan taşındığımdan beri, ne zaman sokağa çıksam kendimi orada buluyorum. Artık çarşıda yaşamadığımı kabullenmekte zorlanıyorum anlaşılan. Alışkanlıklarımı terk etmekte hiç bir zaman çok başarılı olmamışımdır.
Geçenlerde yine bambaşka bir amaçla evden çıkmışken, kendimi çarşıda, bir zamanlar çok sevdiğim ama uzun süredir gitmediğim esnaf lokantasında buldum. Beni hatırlayıp önüme her zamanki gibi İzmir köfte, cacık ve pilavdan oluşan yemeğimi koydular. Çok sevindim. Kimse unutulmak istemez.
Lokanta yine çok kalabalıktı. Öğle tatilinden fırsat bulup yemeğe çıkmış sekreter kızlar, bankacılar, ofis çalışanları; bol ekmekle kuru fasülyeye talim eden inşaat işçileri; kalabalıkta kitaplarını koyacak yer bulamadıkları için üzerine oturarak yemek yiyen üniversite öğrencileri; Üsküdar- Beşiktaş hattında çalışan ve iş kaybetmemek için hızla midelerini dolduran motorcular… Birbirine benzemeyen bir sürü insan…
Dalgın dalgın yemeğimi yerken, gözüm önümdeki sırta takıldı. Üniformalı biriydi önümde oturan adam. Biraz daha dikkatli bakınca belinden sarkan silahı gördüm ve bir polisin sırtına bakıyor olduğumu farkettim. Gençten bir çocuktu bu. Ekmeğini koparıp yemeğine daldırıyor, dirseklerini sofraya dayayıp biraz bekliyor, ardından kaşığına davranıyordu. Sonra yine aynı şey. Neredeyse mekanik denebilecek bir hareketle yiyordu yemeğini. İzlendiğini bilmeden.
Senelerdir dinlediğim bütün polis hikayeleri bir bir aklımdan geçti. Gazete haberleri gözümün önüne geldi: “ ‘Dur’ emrine uymadığı için vuruldu,” “Karakol penceresinden atlayarak yaşamına son verdi,” “Gözaltında yaşamını yitirdi,” “Manisa'da çocuklara yine 'özel muamele'.” Katıldığım yürüyüşleri, miting alanlarında yaşananları hatırladım. Arkadaşlarıma yapılanlar. Onların anlattıkları. Anlatamadıkları. Bu üniformayla her karşılaştığımda duyduğum tedirginliği düşündüm.
Ama bu adamın sırtına bakınca bunları görmüyordum. Taşralı birine benziyordu. Başını elindeki ekmeğe doğru eğişinde, lokmalar arasında dinlenişinde, ayaklarını iskemlenin altında çaprazlamış oturuşunda çekingen, neredeyse çocuksu bir şeyler vardı.
Onun yemek yiyişini seyrederken, Pessoa’nın ‘Huzursuzluğun Kitabı’nda yabancı birinin sırtına dair söylediği şeyleri hatırladım. Yabancı birinin sırtına bakmak, uyuyan bir adamı seyretmeye benziyordu. Ve uyuyan herkes biraz çocuk sayılırdı aslında. Uyuduğu zaman herkes bir çocuğun dokunulmazlığına sahip olurdu. “Gözümü adamın sırtına, aralığından içeri göz atarak yarım yamalak da olsa düşüncelerini seçebildiğim o pencereye diktim. Uyuyan bir adamın karşısında ne hissedilirse, bende onu uyandırıyordu. Uyuyan herkes çocukluğuna döner. Belki de bu yüzden, yani uyurken yaşadığımızın bilincinde olmadığımız için, kimseye kötülük de yapamayız.”
Bu adamın sırtı da uyuyordu işte.
Kasada paramı ödeyip lokantadan ayrıldım. Kapıdan çıkarken dönüp yüzüne baksam mı diye geçirdim aklımdan. Ama bunu yapmak içimden gelmedi. Onu uyuyan biri olarak hatırlamayı tercih edeceğimi farkettim.