Saturday, January 09, 2010

Yerim seni, tombul sosis!


9-29 Ocak, 2010
Karşı Sanat YEMEK Sergisi Yazısı

Modern romanın en iyi örneklerinden biri sayılan Ulysses’de tümü yemek üzerine olan bir bölüm vardır. James Joyce romanının bu bölümüne, Homer’ın Odyssea destanında da sözü geçen dev yamyamlar kabilesine istinaden ‘Lestrygonians’ adını vermiştir. Ulysses’in bu bölümü, Dublin’de yüzyılın başında geçen tek bir günü konu alan romanın ortalarında bir yere, öğle yemeği saatine denk gelir. Neredeyse tamamı bir restoranda geçen bu epizotta, romanın ana kişisi Leopold Bloom, hiç üşenmeden bize herkesin ne yediğini ve nasıl yediğini anlatır. Kendisi de bu arada, bir yandan peynirli sandviçini kemirirken, bir yandan da değişik yemeklerle çağrışan anılarla baş etmeye çalışır.

Bloom’un bize en ince detaylarına kadar tarif ettiği, herhangi bir sofra değil, düpedüz bir yemek orjisidir aslında.

“Bardaki yüksek taburelere tünemişler, şapkaları arkaya doğru kaykıtılmış, masalarda oturmuş, bardakları kafalara dikerek, koskoca mundar lokmaları ağızlarına tıkarak, aç gözleri yuvalarından fırlamış, yağlanan bıyıklarını sile sile garsonlardan hesaba dahil edilmeyen ekmek üstüne ekmek istiyorlar.” (8/781-785)

Boyunlarına peçete dolamış öfkeli bir şekilde yemeğini bekleyenler, gırtlağından aşağıya habire “kepçe kepçe çorba boşaltanlar,” dişsiz ağızlarıyla önlerindeki pirzolaları bir an önce yutmak için çiğneyip duranlar, ağızlarına yiyebileceklerinden çok daha büyük lokmalar tıkıştıran pisboğazlar… Sürekli bir parçalama, bölme, öğütme ve yalayıp yutma halidir anlatılan. Herkes aynı faaliyetin içindedir.

Bloom da, bu faaliyete dair bir sürü şey düşünür. Vejetaryenlere hak verir gibi olur bir ara. Hayvanlar, onların iç organları, mezbahalar birer birer aklından geçer. Kemikler, kıkırdaklar, bağırsaklar derken, metnin başında da karşımıza çıkan bir imgeye geri döneriz:

“İnce hastalığa sıcak taze kan salık verirler. Her zaman istenir kan. Riyakarlar. Buharı çıkarkene yalarsın kanı, tatlımsı koyu. Yüreği ezilen hayaletler.

Ah acıktım.” (8/ 878-881)


Bir vampir hikayesinden alınmış gibi duran bu pasajdan sonra, o vakte kadar etrafındaki yeme-içme faaliyetinden midesi bulanıyormuş gibi görünen Bloom’un kandan bahsettikten hemen sonra birdenbire ‘Ah acıktım’ deyivermesine şaşırırız.

Oysa bu kadar basittir her şey. Acıkırız hepimiz. Her şeye rağmen ve her koşulda. Üstelik, Ulysses’deki bu bölüme hakim olan duygu açlıktır. Sadece yemeklere duyulan bir açlık değildir bu. Yasak olan her şeye, dünyevi zevklere ve cinselliğe de duyulan arzudur aynı zamanda. Bloom da elbette muaf değildir bütün bunlardan. Metin açıldıkça görürüz ki, lokantadaki insanlar önlerindeki tabaklara şehvetle yumulurken, onların açgözlülüğünden iğrenen Bloom bile yavaş yavaş kendi arzularına saplanır. Dolayısıyla, bedenin kendi dışında kalana duyduğu istek, her iki anlamda da bir ‘et düşkünlüğü’ olarak temsil edilir. Yemek edimi, ötekini kendi parçamız (kendi “kanımız”) haline getirmek olarak tarif edildiği andan itibaren de, kaçınılmaz olarak kanibalizmin bir ifadesi haline gelir.

Joyce şaşmaz sezgisi ile yeme-içmenin varlığın trajik yanıyla ilişkisini farketmiş ve edebi dehasını kullanarak bunu Dublin’in merkezindeki Burton Restaurant’da kurguladığı “açlık” temalı bölümde ölümsüzleştirmiştir.

“Ölümlü dünya! Layık olduğun yere koyardı seni. Şölende tanrıların altın kaplarından kana kana nektar içmek, ölümsüzlük veren yemekleri yemek sırf. Bizim altı penilik aşlarımıza benzemez – haşlanmış koyun, havuç ve şalgam, bir şişe de Allsop. Nektar, elektrik içmek gibi bir şey olmalı. Tanrı aşı. Güzel kadın bedenlerinin Junovari yontuları. Ölümsüz güzellikte. Oysa biz yiyeceğimizi bir delikten tıkar, arka delikten çıkarırız: Besin, kilüs, kan, gübre, toprak, besin: Bir lokomotifin kazanına kömür atmak gibi beslemen lazım onu.” (8/ 1108-1116)

Tanrılar ölümsüzdür. Onların hayatta kalabilmek için dışarıdan gelene ihtiyaçları yoktur. Öteki olmadan da varlıklarını sürdürebilirler. Oysa insan, tanım itibarıyla, kendine yetemeyen, bağımsız olamayan, yani varlığı ötekine bağlı olandır. Bir özne olarak nesnesinden bağımsız bir şekilde düşünülemez.

İnsan yemekle yaşar. Yemezse ölür. Cenaze evlerine götürülen ilk şeyin yemek olması bundandır. Ölümün ardından hayatın hatırlanması ve kutsanmasıdır bu aslında. Geride kalanların yaşamaya devam edeceğinin işaretidir. Yiyecek getirenler şunu demek ister gibidirler: “Herkes için yeterince yemeğimiz var, biz henüz ölmeyeceğiz. Şimdi birlikte yiyeceğiz ve hayatta kalacağız.”

Bedenin beslenmesi gerekir. Bloom’un dediği gibi, dev bir kazana kömür atmak gibidir bu. Hiç durmadan tekrar edilir. Beden tam da bu nedenle, kırılgan ve zavallıdır aslında. Her yemek ona ölümlü olduğunu hatırlatır.

Yalnızca varlığı sürdürmek açısından değil, varlığın bilgisini edinmek açısından da önemli bir yeri vardır yeme-içmenin. Yeme-içme, bedeni kendi dışıyla temasa geçiren edimlerin başında gelir. Öznenin nesneye en yakın olabildiği an, onu yiyebildiği andır. Çünkü bu, öznenin nesneyi kendisinin bir parçası haline getirerek “içeriden” bilebildiği yegâne tecrübedir.

Yeme-içme, her halükarda bir özne-nesne ilişkisi üzerinden açılmak zorundadır. Bu ilişkinin tanımı da içerme (incorporation)’ dir. Başka bir deyişle söylemek gerekirse, yemek öznenin nesnesini “kendileştirme”sinden başka bir şey değildir. Yemeğimizi öğütür parçamız haline getiririz. Ama her özne-nesne ilişkisinde var olan diyalektik burada da kendini gösterir: özne, nesneyi kendi parçası haline getirirken, kendisi de nesnenin şeklini alır: Ne yersek, o oluruz sonunda.

Farklı dinlerin yemek konusunda gösterdikleri hassasiyete bakılırsa, hepsinde ne yiyorsak onun şeklini alacağımız fikrinin ne kadar önemli bir yer tuttuğu görülür. Hristiyanlıkta, tanrısal olan ile kurulan ilişkinin bir yemek metaforu üzerinden tanımlanması tesadüf değildir: İsa’nın kanı ve eti, Katolik ayinin bir parçası olan ekmek-şarap sembolizminde karşımıza çıkar. İsa’nın, kendisine inananların bedeninde çoğalması, onlarla bir olması ancak böyle sağlanır. İslam’da domuzun haram olması inancının altında, domuzun kendi cinsi de dahil olmak üzere her şeyi ayırdetmeden yemesinden duyulan rahatsızlık da vardır. Musevilik etle sütün karıştırılmasını istemez: yavru olan kuzunun etini yerken annesinin sütünü aynı anda tüketmiş gibi olursunuz ve bu durumun gaddarca olduğu düşünülür. Masum olanla vahşi olanın aynı anda insanın bedenine girmesi midir sorun olan? Herhalde. İnançlı bir Hindu olan Gandhi, vejetaryenliğinin sebeplerini anlatırken, yine aynı düşünceye işaret etmiş ve aslı Sanskritçe olan ‘Ne yersen, ona dönüşürsün’ ilkesine uyduğu için basit yiyeceklerle hayatını sürdürmeyi tercih ettiğini söylemiştir.

Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bunların hepsinde, yeme-içme eylemi, özne-nesne ikiliğinin aşıldığı bir yer olarak karşımıza çıkar: yiyenle yenen bir olduğunda, özne ile nesne arasındaki sınırlar da erir ve yok olur.

Bu düşünceyi öznenin nesneyi yuttuğu ve ikisinin aynılaştığı bir tekdüzelik gibi okumak mümkünse de, bunu daha kolektif bir bilince doğru açılan bir yol olarak görmek de mümkündür. Yemek sadece, özneyle nesneyi birbirine açmaz; bir yandan bunu yaparken, bir yandan da birbirinin nesnesi haline gelmiş özneleri birbirine açar, onların aralarındaki sınırları kaldırır.

Bu fikir en iyi ifadesini, Rus düşünür ve edebiyat kuramcısı Bahtin’de, özellikle de onun Gargantua’dan ilham alan grotesk kavramını geliştirdiği Rabelais ve Dünyası adlı eserinde bulur. Bakhtin’in grotesk kavramı kendi dışındaki dünyayla ilişki içinde bir insan bedeni algısına dayanır. Grotesk beden, dünyanın geri kalanından ayrı bir şey olarak algılanmaz. Kendi sınırları içinde tanımlanan bir şey değildir; tam tersine, sınırlarını aşan, dışarıdaki dünya ile temas kuran bir bedendir. Bedenin dış dünya ile kurduğu temas, kendini o dünyaya açtığı uzantılarıyla mümkündür. Bedeni kendi dışıyla temasa geçiren tüm edimlerin önemi vardır: yeme-içme, dışkılama, sevişme, çocuk doğurma bir bir sayılır. Ama Bahtin’e göre bu eylemlerin başında yeme-içme gelir.

Dünya ile beden arasında alışverişin sürekliliğini sağlayan edim yeme-içmedir çünkü. Bireysel beden düşüncesinin aşıldığı, onun yerine kolektif bir bedenin geçtiği karnavalın özü böyle bir yeme-içme eyleminin vücuda gelmiş hali olmasından kaynaklanır. ‘Ete veda’ anlamına gelen “carne levare” sözünden türetilmiş “karnaval” kelimesinin etimolojisi de aynı yere işaret eder: bu eğlencenin hemen ertesinde başlayacak “etsiz,” günlere inat yaşamı, yani “ete duyulan arzuyu,” kutlayan bir seremonidir karnaval. Öyleyse, “karnivor” yani etoburdur. Hatta düpedüz yamyamdır. Rabelais’nin Gargantua’sı gibi.

Bunun içindir ki, Bahtin özneden bahsederken modern dünyanın tanımladığı burjuva özneden söz etmez aslında. Onun bahsettiği özne, bedeninin sınırlarını aşabilen ve başka bedenlerle bir olabilen “kozmik özne”dir.

Böyle tanımlandığı zaman kanibalizm, yani yamyamlık, bir yok etme eylemi değil bir birleşme halidir. Öznenin başka öznelerle ilişkisi, bu noktadan açılarak tarif edilir. Birlikte yemek, birbirini yemenin sembolik ifadesi haline gelir. Birleşme arzumuzun bir neticesi olarak birbirimizi yiyemeyeceğimizi anladığımız anda, kibarca geri çekilir ve birlikte bir şeyler yemeyi tercih ederiz. Ama her iki koşulda da, ötekine ancak yemek yoluyla en fazla yaklaşılabileceği hissi baki kalır.

O zaman bütün sofralar yalnızca yaşamın kutsandığı anların değil, aynı zamanda bir tür birleşme halinin ifadesi değil midir? Mum ışığında yemek yiyen bir çiftin, sofradaki yiyeceklerden geçerek birbirlerine dokundukları söylenemez mi? Ya da aynı şeyi yiyen insanların, aynı şeye dönüşecekleri düşünülemez mi? Ve birini gerçekten çok sevdiğinde, onu yemeyi aklından geçirmeyen var mıdır?

“Yerim seni” bizim kültürümüzde bir sevgi ifadesi olarak kullanılır. Birine en yakın olacağımız anın bu olduğunu sezdiğimiz için bu lafı içimizden gelerek kullanırız. Sanki beynimizden değil de, karnımızdan bir yerden gelir. Sevgilimize, çocuğumuza, hatta dostlarımıza söyleriz bunu. Tüm zamanların en çok akılda kalan reklamlarından biri, küçük sarışın bir kız çocuğunun muhtemelen annesinden duyduğu bu lafı yetişkin bir tonlamayla bir sosise söyleyişini konu alır. Küçük kız, sosisi önüne koyup, ‘Yerim seni, tombul sosis’ diye oburca söylenir. Daha önce kendisine sevgiyle defalarca söylenmiştir bu laf. Aslında arzunun gerçekten yenebilecek bir nesneye yöneltmesinde eğlenceli olmakla beraber garip bir şekilde ‘doğru’ ve haklı lakin kimi zaman da anlamı örtük çağrışımlara yol açabilecek bir taraf da vardır. Dolayısıyla, kız çocuğunun sosise duyduğu arzunun, kendisine ‘yerim seni’ diye sevgilerini ifade eden yetişkinlerinkinden pek de farkı yoktur. Her iki durumda da dile getirilen bir bütünleşme arzusudur.

Öyleyse, yemek bir tür birleşme halidir. Düğün yemekleri, bayram yemekleri bunun değişik ifadeleridir. Her türlü kutlama yemekle kutsanır. Yıldönümleri, yaşgünleri, kavuşmalar, buluşmalar, hepsi…

Yani sonuç olarak, yemek tali bir şey değildir. O, bizim yaşama dair bütün faaliyetlerimizin odak noktasıdır. ‘Öteki’ ile bir olduğumuz anın ifadesi, devamlılığımızın, dış dünyayla bağımızın, bir başka deyişle kolektif bilincimizin tezahürüdür. Ve bütün bunların bir ifadesi olarak resmedilmeyi de hak eder.

No comments: