BirGün
2 Nisan 2011
Doğu’dan çıkıp gelen herkes gibi ben de, Batı ile ilişki kurmanın şöyle sakin aklıbaşında bir yolu olmadığını sonunda idrak ettim. Ya yaka silkiyor, ya ayılıp bayılıyor, ya da -- Allah göstermesin -- ikisini birden yapıyorsunuz. Her şey uçlarda yaşanıyor. Dengeli, düzgün, makul bir ilişki yok.
Çok tanıdık bir hikaye bile olsa kendiniz yaşayınca, sanki yeni bir şeymiş gibi tecrübe ediyorsunuz. Öyle garip bir durum ki, iki omzunuzda iki şeytan oturuyor sanki. Biri Batı’nın sunduğu her kolaylığı körü körüne beğeniyle karşılıyor ve her cümlesini “abi, adamlar yapmış işte” diyerek bitiriyorsa; öteki de, “ama bizde de insanlık var, kardeşim” diye devam ederek habire “memleket güzellemesi” yapıyor. Birincisi bizi sağlıksız bir hayranlığa ve teslimiyete davet ederken, ikincisi de gizliden gizliye milliyetçiliğe ve muhafazakarlığa göz kırpıp duruyor. Birinden kaçarken öbürüne tutuluyor, bu iki uç arasında savrulup gidiyorsunuz.
Hikayeye başından başlamak gerekirse, önce şunu söylemeliyiz: yolu Batı’ya düşen her Doğulu, ister araba fabrikasında bant işçisi olarak çalışmaya başlasın, ister bir konferansta makale sunacak olsun, önce “medeniyet” denen o yekpare duvara bütün şiddetiyle toslayıp – afedersiniz – kaba etlerinin üzerine bir güzel oturur. Almanya’ya çalışmaya gidenlerin yakınlarına yolladıkları fotoğrafları bilir misiniz? Yarı mağrur yarı tedirgin bir takım insanlar suç üstü yakalanmış gibi garip bir şekilde gülümserler hani? Tedirginlikleri yere düştüklerinde içlerine oturan acıyı unutmadıklarındandır. Mağrur durmaları da, en azından medeniyete kafayı koydum ya, diye içten içe sevinmelerinden gelir.
Sonuçta herkes dünyayı fethetmenin yolunun Batı’ya “başvurmaktan” geçtiğini bilir.
Ancak, Batı kollarını açmış sizi beklemiyordur elbette. Kim olursanız olun, sizi taşradan gelen uzak bir akraba gibi karşılayacaktır. Önceleri, tanıdıklarınıza sıkıntı vermiş gibi hissedersiniz. İlla ki bir yanlış yaparsınız. İlla ki utanırsınız. Oysa bilmemek ayıp değildir. Öğrenmemek ayıptır. Öyle söylemişlerdir size. Olsun yine de çekinirsiniz. Birileri bir yerlere sizden önce gitmiş, sizden fazlasını görmüş, sizden daha büyük binalar yapıp daha esaslı romanlar yazmıştır.
Ne kadar zaman geçirirseniz geçirin, hep biraz yabancı kalacaksınızdır. Sonuçta uzun bir misafirliktir sizinki. Oradasınızdır ama dahil olamazsınız. Bir türlü rahatlayamazsınız. Siz kendinize itiraf etmeseniz bile – Cemal Süreya’nın lafıyla – hep bir “güvercin kuşkusu” içinde yaşarsınız.
Sonra bir gün artık rabıtalı davranamadığınızı hissedersiniz. Onlar gibi konuşmaya, gülmeye, kendi adınızı bile anlaşılsın diye eğip bükerek söylemeye başlamış olabilirsiniz. Ne de olsa uyum sağlamanın en kolay yolu taklit etmektir. Ama bunu yapmadıysanız, hemen sevinmeyin. Henüz darbe almadan bu işten sıyrılmış sayılmazsınız. Bu sefer de öteki şeytanın eline düşmüş olabilir misiniz? Bütün bunları bir tür hafiflik olarak görüyorsanız muhtemelen öyledir. İçinizdeki itiraz sesinizin tonuna, ağzınızın kıvrımlarına sinmeye başlar. Üzerinize bir kibir gelir oturur. Buna kendiniz bile şaşırırsınız. Sesiniz alaycı çıkar. Bazen de öfkeyle yükselir. Bir de bakarsınız ki, herkesten daha fazla konuşur olmuşsunuz. Efendinin hoşuna mı gitmek istiyorsunuz? Orası belli değildir artık. Daha çok rahatı bozulsun istersiniz.
Bu öfkede bir hastalık gizlidir. Öyle bir hastalık ki, kimi zaman insanı tamamen sakatlayabilir. James Baldwin “Yerli Bir Çocuğun Notları” adlı otobiyografik öyküsünde, Harlemli bir rahip olan babasının beyazlara beslediği hınca teslim olarak nasıl yavaş yavaş aklını yitirdiğini anlatır. Karaderililere yönelik ırkçılık yüzünden, hayatı boyunca kendi memleketinde bir yabancı gibi yaşamaya mahkum edilmiş bu adam sonunda dengesini tamamen kaybetmiştir. Her şeyde bir sahtelik kokusu alır. Her davranışta inceden inceye bir düşmanlık sezer. Bir “sahicilik” inadı tutturmuş gidiyordur. Ama belli ki kimse yeterince sahici değildir, kimseye sonuna kadar güvenilemiyordur. Sonunda ailesinden bile şüphelendiği için zehirlenme korkusuyla yemek yemeyi reddeder ve kimbilir hangi zihinsel işkenceler içinde ölür gider.
Demem o ki, efendinin rahatı öyle kolay kolay bozulacak bir şey değildir. Onun rahatı bozulmasin diye koca bir medeniyet yaratılmıştır.
Bozulan şey olsa olsa sizin ruhunuzun ayaridir.
No comments:
Post a Comment