BirGün
5 Haziran 2011
Norveçli yazar Henrik İbsen'in 1882 yılında kaleme aldığı “Bir Halk Düşmanı” adlı oyun, inandığı değerler uğruna sahip olduğu her şeyi gözden çıkarabilen doğru sözlü bir adamın iktidara karşı tek başına mücadele edişini anlatır.
Oyunun baş kişisi Doktor Stockmann yaşadığı sahil kasabasındaki kaplıcaların halk sağlığına zararlı bir takım kimyasallar içerdiğini tespit eder. Fakat bunu kanıtlayabilmek için verdiği mücadelede yapayalnız kalacaktır. Çünkü başta belediye başkanı olan ağabeyi olmak üzere, kimse kasabanın temel gelir kaynağı olan kaplıcaların kapatılmasını istemez. Sonuçta, olaylar Stockmann'ın “halk düşmanı” ilan edilip taşlanmasına, ailesi ve arkadaşlarıyla birlikte toplumdışı kalmasına kadar varır. Ancak, bütün bunlar doktoru yolundan döndürmez. Stockmann vazgeçmeyecek ve sonuna kadar direnecektir.
Geçen hafta Başbakan Erdoğan'ın Artvin Hopa Meydanı'nda yaptığı miting öncesinde HES'leri protesto etmek için "Su haktır, satılamaz" pankartı açan Metin Lokumcu, polisin kullandığı yoğun biber gazının etkisiyle kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Eğitim-Sen tarafından yapılan açıklamada, Metin öğretmenin hükümetin doğayı talan eden politikalarını protesto ederken polis şiddetine maruz kalarak öldüğü hatırlatılıyor ve AKP’nin “kendisinden başka hiçbir kimliğe, ideolojiye yaşama hakkı tanımaya” niyetli olmadığı ifade ediliyordu.
Metin Lokumcu’nun ölümü yeterince sarsıcıydı. Ama bundan sonra olanlar daha da garipti. Başbakan Erdoğan bu konuda verdiği beyanatta, “Tabi bu arada bir tanesi de kalp krizi geçirerek ölmüş. Kimliğini bilmiyorum, üzerinde durmak gereğini de duymuyorum,” diyerek olayı önemsemediğini belirtti. Üstelik bir kasaba dolusu insanı kendi fikirlerine katılmıyorlar diye “eşkiya” ilan etti.
2007 Genel Seçimleri’nin hemen ertesinde Başbakan Erdoğan’ın yaptığı konuşmayı hatırlıyor musunuz, bilmiyorum. Benim dün gibi aklımda. Seçim günü akşamı, henüz resmi sonuçlar açıklanmamış ama tablo belli olmuşken, AKP Genel Merkezi’ne gelerek binanın önünde toplananlara bir teşekkür konuşması yapmıştı. Ertesi gün bütün gazeteler başbakanın uzlaştırıcı bir dil tutturduğunu yazdılar. Hepsi konuşmanın tek bir mesajı olduğunda birleşiyordu. Erdoğan özetle şunu söylüyordu: Kime oy vermiş olursanız olun, ben hepinizin başbakanıyım. Görev sürem boyunca bunun bilinciyle davranacağım.
Ama anlaşılan şimdi işin rengi değişti. Bu olayla beraber, Erdoğan’a oy verecek olanlar arasında değilseniz “halk” sayılmayacağınız ortaya çıkmış oldu. Hopa’da meydana çıkana kadar halktan biri sayılan Metin Lokumcu, AKP’yi protesto eden pankart açınca ‘bir halk düşmanı’ haline gelmiş ve hükümetin gözünde itibarını yitirmişti. O derece ki, hayatını kaybettiğinde ailesine başsağlığı bile dilenmiyordu.
Öyle görünüyor ki, AKP hükümeti çoğunluğun desteğini arkasına aldığı müddetçe, geri kalanın varlığını hiçe saymakta beis görmüyor.
Bu dışlayıcı çoğunluk fikrinden yola çıkıldığında, insanlığın en temel değerlerinden birinin, yani bir kişinin hayatına duyulan saygının bile kaybolup gidebileceğine hep birlikte şahit olduk.
Bunu fark etmemiz için Metin Lokumcu’nun ölmesi gerekiyor muydu? Ne yazık.
Metin Hoca, içinde yaşadığı toplumun büyük bir kısmının duyarsız kaldığı bir meseleye sahip çıkarak sokağa çıktı ve fikrini söyledi. Ibsen’in unutulmaz kahramanı gibi o da, yanlışlar ve doğrular söz konusu olduğunda, tek tek hak arayan bireylerin iktidara gelmiş kalabalıklardan çok daha önemli olduğunu hatırlattı. Bizi çoğunluktan ziyade azınlığın sesine kulak vermeye çağırdı.
Türkiye’de anlamakta zorlandığımız şeylerden biri de bu değil mi zaten? Demokrasi aslında çoğunluğun iktidarını değil azınlığın varlığını güvence altına almak için işlemesi gereken bir rejimdir.
O zaman azınlığa kulak verelim, çünkü Stockmann’ın dediği gibi, “azınlığın haklı olma ihtimali vardır; oysa çoğunluk her zaman haksız olacaktır.”
No comments:
Post a Comment