Monday, December 10, 2012

Delilik

BirGün
9 Aralık 2012

Çocukluğumda bizim mahalleye ara sıra gelip giden bir deli vardı. Yaz akşamları kapı kapı dolaşır, popüler şarkılardan tutun da reklam müziklerine kadar aklına ne gelirse bağıra çağıra söylerdi.

Sesi berbattı aslında. Ama sevimli bir adamdı. Çocuklarla şakalaşır oynardı. Oğlanlara yoldan topladığı bilyeleri verirdi bazen. Tamamen zararsız göründüğü için kimse ilişmezdi ona. Hatta balkondan uzanıp bozuk para atarlardı. Arada bir kötü niyetli kişilerin para yerine düğme ya da gazoz kapağı attığı da olurdu gerçi. Bizimki hepsini aynı güler yüzle toplar, itinayla cebine yerleştirirdi.

Bir gün onu bakkalda alışveriş yaparken gördüm. Ekmek arası helva yaptırmış, parasını ödemeye çalışıyordu. Tezgaha bir avuç düğme bıraktı ve kendinden emin bir şekilde yürüyüp çıktı. Bakkal önce ne diyeceğini bilemedi. Peşinden koşsun mu karar veremedi. Dükkanın önünde oturan gençler, “Allahın delisi işte!” dediler. Bakkal da, “Hep bizi bulur!” diye söylendi biraz. Sonra da boş verdi gitti.

Geçen gün kantinde kahve alırken cüzdanımdan bozuk para yerine dalgınlıkla bir düğme çıkarıp kasaya uzatınca, kasadaki çocuk gülümsedi. Paltomun düğmesini utanç içinde cebime koydum. Böyle şeyleri arada bir yapıyorum.

Kahvemi alıp sınıfa doğru yürürken, birden mahallenin delisini hatırladım. Güneşten rengi iyice açılmış kumral saçları, yüzünü sildikten sonra cebine tıkıştırdığı mendili ve hatta ayağını yere vurup tempo tutarak söylediği reklam şarkısına kadar her şey bir bir canlandı: “Ekiz zeytin yağları/Ekiz zeytin yağları/Hem nefistir hem leziz/Ekiz zeytin yağları.”

Beni o adamdan farklı mıyım, dedim kendi kendime. Neticede ikimiz de düğme karşılığında bir şeyler almaya çalışmıştık. O zaman benim maceramı kabul edilebilir kılan neydi? Sonradan özür dileyip düğmeyi cebime koymuş olmam mı? Kantinci çocukla karşılıklı gülüşmemiz miydi yoksa? Peki, ya düğmeyi kabul edip bana kahve verseydi ne olacaktı? Her şey bir yana, düğmeyle kahve almanın aynı şeyi bir kağıt parçası uzatarak yapmaktan ne farkı vardı? Geçerliliği konusunda fikir birliğine vardığımız kimi toplumsal kabuller mi? Ya da bunların kurumsallaşmış olması mı?

Altın Defter’de Doris Lessing, bizi delilikten alıkoyanın sadece toplumsal hayata değil, varlığımıza dair de bir ön kabul olduğunu söyler. Ona göre akıl sağlığımız sadece, “ayağımızın altında halının kaba dokusunu hissetmenin, tenimizde güneşin sıcaklığını duymanın ve kemiklerin kaslarımızın altında kolayca hareket ettiğini bilmenin iyi bir şey olduğuna dair kanaatimize” bağlıdır.

Bunu söyleyerek, güzel olduğu kabul edilen bütün bu hislerin aksinin de mümkün olduğunu ve farklı bir algıda bunların hepsinin cehennem azabına dönüşebileceğini ima eder, Lessing. Varlığımıza dair en dolaysız tecrübemizi soruya açmış olur böylece.

Aklımızı kaybetsek de, insan olmanın akıldan ziyade duyularla ilgili olduğunu düşündüğümüz bu yanına hep sahip olacağımıza inanmak isteriz. Benliğimizin hazza dayalı olan kısmının deliliğin tehdidine açık olduğu hiç gelmez hatırımıza.

Güneşin herkesi aynı şekilde ısıttığını, çimenlerin hepimizin ayağını aynı şekilde gıdıkladığını, rüzgarın saçlarımızı hep aynı şekilde dağıttığını düşünürüz.

Oysa bütün bunların hiçbir garantisi yoktur. Güneşin bizi kavurmayacağından, çimenlerin birer yılan olup ayağımıza dolaşmayacağından emin olamayız. Bir gün rüzgarın kulağımıza delice sözler fısıldayıp fısıldamayacağından da.

Şimdilik güvendeyiz elbette. Ama ötesini kim bilebilir? Belki de sonrası kolayca aşılacak bir eşiktir. Ardından da varsa yoksa Ekiz Zeytin Yağları.



1 comment:

N.Narda said...

çok güzel, bütünlüklü bir yazı...