29 Eylül 2013
En güzel öyküler
sıradan insanlara dair olanlardır. Rus edebiyatının babası sayılan Nikolay Gogol’un
“Palto” adlı öyküsü de bunlardan biridir. Gogol bu hikâyede, St. Petersburg'da yaşayan
yoksul bir memurun, sabahları işe giderken “yüzünü ısıran, bacaklarını dalayan”
soğukla baş edebilmek için verdiği mücadeleyi ve bunun sonunda yeni bir palto
almaya karar vermesini anlatır.
Bütün hikâye bundan
ibarettir: Yoksul bir memurun palto alışı. Ama öyküye daha ilk görüşte ısınırız.
Çünkü yedinci dereceden memur Akaki Akakiyeviç’in macerasında, küçük insanların
sıradan hayatlarında gizlenen büyük hikâyelerin işaretini görürüz. Zamana ve
mekâna meydan okuyan bir evrenselliğin vaadini hissederiz. Hatta bazen öyküyle
kendi hayatımız arasında bir bağ kurabiliriz.
Benim de bu
öyküyle böyle bir bağım var. Bugün size onu anlatacağım.
Annemin babasını
çok severdim. Müthiş bir adamdı. Zeki, meraklı, eğlenceli. Onun koltuğunun
altında büyüdüm. Daha önce de defalarca yazdığım gibi, hayatımın her köşesinde
dedemin izi vardır. Onunla uzun zaman geçirebildiğim için kendimi hep şanslı
sayarım.
Babamın babasını ise
çok kısa süre görebildim. Ben yedi yaşındayken kötü bir hastalığa yakalanıp
öldüğünde, ona dair hatırladığım tek şey beni kucağında sallayıp koklamış
olmasıydı. “Neden kokluyor acaba,” diye düşünmüştüm, “Çiçek miyim ben?”
Anlaşılan
öyleydim. En azından büyükbabam için. Dokuz çocuğu ve sayısız torunuyla
büyükbabam geniş bir kabilenin lideri gibiydi. Belki de bu kadar insanı ancak
koklayarak ayırt edebiliyordu. Beni de herkes gibi koklamış sonra da kucağına
oturtup zıplatmıştı. Bunu hatırlıyorum. Sehpanın üzerinde babaannemin akide
şekerleri vardı. Pencereden bahçedeki kedileri görebiliyordum. Ve koklanmak da o
kadar fena bir şey değildi.
O zaman daha
bilmiyordum ama aslında garip bir tesadüfün ürünüydüm. Büyüyüp de aklım erince,
bizim ailenin hikâyesinin pek de sık rastlanan bir şey olmadığını kavrar gibi
oldum. Hatta o kadar acayipti ki, Türk filmi senaryosu olsa acemi birinin
elinden çıktığını düşünürdünüz.
Annemin babası araba
tamircisiydi. Komünistti. Gençliğinde TKP üyesi olmuştu. Hatta bir ara arkadaşlarıyla
dergi çıkarırken tutuklanmış ve kısa süre hapis yatmıştı. Hayatını önce
devrime, sonra da tek kızının eğitimine adamıştı. Babamın babasının ise, bildiğim
kadarıyla, siyasetle pek alakası yoktu. Büyükbabam gitgide genişleyen ailesini
geçindirmeye çalışan küçük bir polis memuruydu. İstanbullu bir ailenin
çocuğuydu. Şişli’nin arka taraflarında küçük bir evde kıt kanaat yaşıyor ve
Teşvikiye Karakolu’nda görev yapıyordu.
Annem ve babam burslu
birer öğrenci olarak gittikleri Almanya’da tanışıp evlenmeye karar
verdiklerinde, bu iki aile karşı karşıya geldi. Sene 1965’ti. Babamın ailesi, o
dönemde Ankara’da yaşayan annemin ailesini ziyarete geldiğinde neler oldu? Bir
eski tüfek ile bir polis oturup neler konuştular? Bunları bilemiyoruz.
Dedemle
büyükbabamın birbirlerinden çok hoşlandıkları anlatılır hep. İlk karşılaşmalarında
uzun uzun sohbet etmişler. Komünist dedemin neler söylediğini hayal
edebiliyorum. Herhalde Engels’den falan alıntılar yapmış ve uluslar gibi
insanların da kendi kaderini tayin etme hakkı olduğundan bahsetmiştir. Belki İkinci
Dünya Savaşı’nın ülkemiz üzerindeki “şumullü tesiri”nden söz açmış ve sözlerini
Neruda’nın bir şiiriyle bitirmiş bile olabilir. Hatta böyle olduğundan
neredeyse eminim.
Büyükbabamı çok
iyi tanımadığım için onun bu sohbette neler söylemiş olabileceğini
kestiremiyorum. Ama gözlerimi kapatınca, masanın başında oturuşunu
görebiliyorum. Fotoğraflarda hafifçe kamburunu çıkararak duran ve kapakları düşük
yorgun gözleriyle objektife bakan incecik dal gibi bir adam.
“Adam gibi
adamdı,” derdi dedem onun için. Onun lügatindeki en büyük iltifatlardan biriydi
bu.
Ona dair en güzel
hikâyeyi bir keresinde babam anlatmıştı. Büyükbabam bir kış günü eli kolu dolu eve
geliyor. Keyfine diyecek yok. Çünkü o gün biraz gecikmeli de olsa kışlık
kıyafetler dağıtılmış. İstanbul’da hava gerçekten çok soğuk. Onun da sonunda kalın
bir üniforması var artık. Üniforma bir yana, birer de gocuk vermişler herkese. İyi
kalite yünlü kumaştan yapılmış, içi kürklü, Boğaz’ın ıslak ayazına dayanacak
türde sağlam bir palto.
“Aman çok şükür,” diyor babaannem, “Yoksa bu kar kıyamette ne yapacaktın?”
Büyükbabam Kami Gürle mesleğe başladığı yıllarda. |
Fakat ertesi
akşam kapı çalındığında, gözlerine inanamıyor. Çünkü büyükbabamın üzerinde
sadece resmi ceketi var. Eşikte öylece duruyor. Üstü başı kar içinde. Uzun uzun
yürüdüğü belli. Sırtı neredeyse buz tutmuş. Suratında karanlık bir bakış. Babaannem
ürküyor bu halden. O kadar ürküyor ki, paltoya ne oldu diye soramıyor ona.
Büyükbabam da bir
şey söylemiyor zaten. Ertesi gün yine sessizce giyiniyor. Babaannem eski
paltosunu tutuyor ona. Giyilmekten incelmiş elek gibi bir şey. Büyükbabam onu giyip
işe gidiyor. Babaannem yine bir şey demiyor. Konuşmuyorsa bir bildiği vardır
diye düşünüyor. O gün güler yüzle geçiriyor onu. Daha sonraki günler de öyle.
Çok sonra ortaya
çıkıyor ki, büyükbabam o karlı günde dayanamayıp sokakta rastladığı birine vermiş
paltoyu. Kendisinden daha fazla ihtiyacı olduğunu düşünmüş olsa gerek. Palto
üzerine zimmetli. Amirlerine söylese olmaz. Yenisini istese hiç olmaz. Soran
olmuş mudur? Olmuşsa ne demiştir? Bunları bilmiyoruz. Bildiğimiz bütün bir kışı
eski püskü ne varsa onu giyerek geçirdiği.
Bu hikâyeyi
dinlediğimde henüz çocuktum. “Ne çok üşümüştür kim bilir,” demiştim babama.
Muhtemelen söyleyecek daha iyi bir şey bulamadığım için. “Herhalde,” demişti
babam da.
“Adam gibi adamdı,” diye seslenmişti dedem yine arkalardan bir yerlerden.