22 Eylül 2013
Her yaz İzmir
Mordoğan’a babamı görmeye gidiyorum. Bu sene yolda bir arkadaşıma uğramak için
mola verdim. Urla’da geçirdiğim güzel hafta sonunun ertesinde sarılıp
vedalaşırken, arkadaşım elime bir kitap tutuşturdu: Yağmurlarla Topraklar.
Kitabı yeniden
elime alana kadar aradan birkaç gün geçti. Yaz bitti. Eylül ayı geldi. Necati
Cumalı’nın Tütün Zamanı Üçlemesi’nin
ikinci kitabı olan bu romanı okumaya başladığımda, artık havada sonbaharın
izleri hissediliyordu. Bahçedeki salıncağa kuruldum. Serince esen rüzgarla
ürperdiğim için ayaklarımı altıma alıp ilk sayfayı çevirdim. İlk bölümün
üzerindeki tarihi görünce kendi kendime gülümsedim. Kitap 1951 senesinin 5
Eylül’ünde adli yılın açılması ile başlıyordu. Bizim evde de takvim aynı günü
gösteriyordu: 5 Eylül.
Romanla birlikte
bir iki gün önce geçtiğim yollara, sokaklara, Urla’nın meşhur meydanına geri
döndüm. Küçük bir kasabanın ileri gelenlerine, belediye başkanına, doktoruna,
savcısına ve hikayenin kahramanı olan Avukat Nihat’a yakından baktım. Hepsi
bana çok tanıdık geldi. Havadaki sonbahar kokusu bile aynıydı sanki.
“Yaz böyle biter
işte! Bir gün durduğunuz yerden gözleriniz kamaşmadan bakarsınız göğe.
Çitlembikler, iri ağaçlar yazın bol ışığını emer, toprağa çekerler. Akasyalar
salkımlarını dökmeye başlarlar. Bir sabah denize diye evden çıkar ama
gitmezsiniz. Ertesi gün denize gitmeye üşenir, bir iki gün daha geçmeden denizi
büsbütün unutursunuz. Daha sıcakların ardı kesilmeden kapalı bir gömlek giyer,
kravat takarsınız. Avukatsanız ceketiniz cübbeniz sırtınızda adliyenin bir
köşesinde bulursunuz kendinizi...”
Tütün işçileri,
zeytin bahçeleri, dalları komşu tarlalara uzanan ağaçlar, bu ağaçlar yüzünden
açılan davalar ve yağmurlar yağmurlar yağmurlar... Bunların hepsi aynıydı. Ama
asıl ilginç olan, romanın arka planını oluşturan siyasi gelişmelerdi. Şu anda
memlekette olanlarla, 1951 yılında Demokrat Parti iktidarı altında Ege’nin
küçük bir kasabasında yaşananlar arasında bu kadar büyük benzerlik görmeyi
beklemiyordum.
Roman açıldıktan
kısa bir süre sonra tanıştığımız ve Avukat Nihat’ın daha başından beri vurgun
olduğu (ama utangaç olduğu için hemen açılamadığı) Perihan Öğretmen’in bir
yerde içini çekerek söylediği gibi, 50’li yılların başında bütün ülkeye bir
sakillik hakim olmuştur. Birbirlerinden tamamen habersiz olmalarına rağmen
nasıl oluyor da bu kadar benzer çirkinlikleri yaratabiliyorlar diye sorar bir
yerde. Nihat’ın buna verecek yanıtı yoktur.
Ama Perihan gibi Nihat da bu küçük kasabada hayatlarının gitgide zorlaşacağının farkındadır. İkisi de Urla’da büyük göz altında yaşadıklarını bilirler ve ona göre davranırlar. Tutuculuk ve sakınma hızla artmaktadır. Demokrat Parti’nin kendisi gibi düşünmeyenlere tahammülü yoktur. Hükümete karşı olduğu düşünülen gençler hakkında yürütülen soruşturma ve takibatın haddi hesabı kalmamıştır. Bu tedirginlik yavaş yavaş hikayenin her tarafına yayılır.
Yine de romanın en çarpıcı sahnelerinden biri bir
kovuşturma hikayesi değil, Demokrat Partili yeni belediye başkanının Urla’yı
dönüştürmeye karar verdiği bölümdür. Hiçbir şeyden haberi olmayan ve aşkı
başına vurduğu için evden uçar adımlarla çıkan Nihat, meydana yaklaşınca önce
balta sesleri duyar, sonra köşeyi dönünce gördüğü şey yüzünden ağlayacak gibi
olur:
“O sokağın içinde kasabanın en büyük çınarlarından biri
vardı. Kökleri sokağın altından dereye iner, dalları sokağın iki yanında
sıralanan esnaf dükkanlarını altına alır, gölgelerdi. O koca köprüyü gövdesi
üzerinde tuttuğunu, çınarın köprünün ayaklarından biri olduğunu sanırdınız. Çınarın
altı üstü kaynıyordu. Ellerinde baltalar, keskiler, nacaklar, yedi sekiz kişi
ağacın dalları arasına dağılmıştı. Halatlar urganlarla, ayrıca yedi sekiz kişi
de aşağıdan yukarıdakilerin baltayla nacakla inceltip üst yanından bağladıkları
dalları asıla asıla yere indirmeye çalışıyorlardı. Uykudaki Güliver’i bağlamaya
çalışan cücelere benziyorlardı tümü. Yaptıkları çirkin işe sevinçle dalmış
görünüyorlardı.”
Belediye Başkanı’nın parayla tuttuğu adamlardır bunlar.
Ne yaptığını bilmeyen bu cahil insanların çınarı kesmek için gösterdikleri
hevesi uzun uzun anlatır, Cumalı. Nihat’ın bu konudaki şaşkınlığının ve hayal
kırıklığının okuyucuya geçmesini sağlar. Romanın başından beri lafı edilen,
Urlalıların yaz boyunca gölgesinde oturduğu, koca kovuğunda bir kunduracının yaşadığı
bu efsanevi ağacın kesilişini hikayenin kahramanıyla beraber acıyla seyrederiz.
Aslında Nihat gibi biz de bir çözüm bulunacağını umar,
belki de ağacın kesilmeyeceğini duymak isteriz. Ama Belediye Başkanı, bütün
önemli kararların ertesinde olduğu gibi kasabayı terk etmiş ve İzmir’e
gitmiştir. Sonuçta kasabanın geleceği böyle girişimlere bağlıdır, o da
kendisine düşeni yapmış ve kararını vermiştir: Meydanın yüzü değişecek,
kalkınma gerçekleşecektir. Yenilikçilik ve demokratlık böyle bir şeydir.
Yağmurlarla
Topraklar, 1951’in Eylül ayından 1952’nin Ağustos’una kadar
neredeyse bir senelik bir zamana yayılır. Belli ki Necati Cumalı, hikayesini mevsimlerin
döngüsü üzerine yerleştirerek anlatmak istemiştir. Roman boyunca ışık değişir,
gökyüzü renkten renge girer, toprak yağmurlarla ıslanır. İnsanlar savaştan
döner, işsiz kalır, aşık olur. Yazar, doğa ile ilişkisini hiç kesmeden nakleder
bütün bu olayları. Buna şaşırmayız: Kaliforniya’nın Steinbeck’i neyse, Ege’nın
Cumalı’sı da odur çünkü. Onun yarattığı roman kişilerinin bir kolu bir ağacın
beline sarılmış, bir eli orağa yapışmıştır. Toprağa yakın insanlardır hepsi.
Hikayenin bir yazdan bir yaza uzanmasının bir başka
nedeni de, Cumalı’nın ülkenin bir sene içinde maruz kaldığı siyasi dönüşümü
anlatmak istemesidir. Bu kadar kısa bir süre içinde bile, Urlalıların Demokrat
Parti idaresi altında yaşadıkları değişimi görebiliriz. Bu küçük ve sevimli bir
kasabanın nasıl el değiştirip yozlaştığına şahit oluruz.
O zaman, yağmurlarla topraklar işin yalnızca bir
kısmıdır. Esas mesele muhterislerle fırsatçılardır.
Ne diyelim? Necati Cumalı bu konuda da Steinbeck’le
kardeş sayılır.
No comments:
Post a Comment