BirGün Pazar
24 Kasım 2013
Çocuk sahibi
olmaktan çekinen birinin yapabileceği en iyi şey bir sınıf edinmektir. Bunu bir
yerde okumuş muydum, yoksa kendim mi düşünüp bulmuştum hatırlamıyorum. Ama
sonuçta yaptığım aynen bu oldu. Sandım ki böylesi tehlikesiz bir şeydir. Düşük
sorumlulukla idare edilebilecek bir ara alan. Yarı-zamanlı ebeveynlik. Siniri
alınmış annelik. Bunun gibi bir şey işte.
Beni çok iyi tanıyan annem, bu hamlemi hemen görmüş ve yüzüme vurmuştu. Düşündüğünü saklayan biri sayılmazdı. “Ne yaptığını fark etmediğimi sanma,” dedi, “Bana yutturamazsın. İyi bir öğretmen olabilirsin. Ama ikisi çok farklı şeyler.”
Beni çok iyi tanıyan annem, bu hamlemi hemen görmüş ve yüzüme vurmuştu. Düşündüğünü saklayan biri sayılmazdı. “Ne yaptığını fark etmediğimi sanma,” dedi, “Bana yutturamazsın. İyi bir öğretmen olabilirsin. Ama ikisi çok farklı şeyler.”
Halbuki o zaman
ben bundan da emin değildim. Sınıfın karşısına geçtiğimde, hissettiğim şey
düpedüz korkuydu. İlk dersimde o kadar endişeliydim ki, yanımda götürdüğüm su
şişesini hiç elimden bırakmadım. Bir avuç genç insan, yüzünü bana çevirmiş
bakıyordu. “İyi halt ettin,” dedim kendi kendime, “Al sana düşük sorumluluklu alan!”
Karşımdaki yüzlere göz ucuyla şöyle bir baktım. Benden ne bekliyorlardı? Akıllı
bir şeyler söylememi mi? Herhalde. Ya da belki hayatta arzu ettikleri şeyleri mümkün
kılacak bilgiyi edinmek istiyorlardı. Ama ben bunların hiçbirini veremezdim ki!
O yaşta bile “öğretmek” denen şeye dair ciddi şüphelerim vardı. Nereden
başlayacağım konusu ise başlı başına bir muammaydı zaten.
Yine de şansım
yaver gitti ve benden beklenenin ne olduğunu bir zaman sonra el yordamıyla
buldum. Anladım ki, bütün öğrenciler önce kabul edilmeyi beklerler. Yaşları, cinsiyetleri,
inançları, kimlikleri ne olursa olsun, hepsi önce onları oldukları gibi kabul
ettiğinizi ve benimsediğinizi görmek isterler. Dersler, akıllı laflar, akademik
işler, hepsi bundan sonra gelir.
Can Candan’ın LGBT
bireylerin aileleri ile ilgili belgesel filmi Benim Çocuğum’u izlerken bütün salonla beraber ben de ağladım. Film
bittikten sonra dışarıda bir öğrencimle karşılaştım. İkimiz de birbirimize
göstermeden gözyaşlarımızı silmeye çalıştık. Sonra baktık ki olmayacak, filmden
neden bu kadar etkilendiğimizi konuşmaya başladık. “Ben öyle her şeye ağlayan
biri değilim,” dedi öğrencim, “Ama bu filmde annelerin babaların çocuklarına
sahip çıkmaları beni çok duygulandırdı. Kendi ailemden böyle bir kabul görüp
görmediğimi düşündüm. Emin olamadım.”
Ben de aynı şeyden
etkilenmiş ama başka bir yerden düşünmüştüm. Anne olsaydım bu kadar cesur olur
muydum, diye sormuştum kendime. Çocuğumun arkasında durabilir miydim? Onu her
zaman anlayıp sevebilir miydim? Bunları aklımdan geçirmiş ama söylememiştim.
Öğrencim benden daha açık sözlüydü.
Vicdanlıydı da
üstelik. Ailesine haksızlık etmemesi gerektiğini eklemeyi unutmadı. Onlar böyle
zor zamanlarla sınanmamışlardı. Bazen koşullar beklendiğinden ağır olabilir,
çocuklar sıradan olanın çok ötesinde tecrübeler yaşayabilir ve anne babaların ne
olursa olsun ortaya çıkıp “Her şey yolunda, sen güvendesin,” demesi
gerekebilirdi. Çocukları gerçekten güvende olmasa bile. Her gece kabus görseler
bile.
Filmdeki anne
babalar tam da bunu yapmışlardı. Bizi duygulandıran ve Benim Çocuğum’un anlattıklarını evrensel kılan da buydu.
Can Candan,
filmini “bir aile filmi” diye tanıttığı zaman da muhtemelen bunu kastediyordu.
Çünkü film, en basit haliyle söylemek istersek, anneler babalar ve çocuklar
hakkındaydı. Hatta daha çok anneler ve babalar hakkındaydı. Her biri lezbiyen, gey, biseksüel, travesti veya transseksüel çocukları olan bir
grup anne babanın, bu durumla yüz yüze geldiklerinde yaşadıklarını anlatıyordu.
Dahası bu insanların, çocuklarını anlamaya çalışırken yavaş yavaş içinde
yaşadıkları muhafazakar ve homofobik toplumun ikiyüzlülüğünü fark etmelerini ve
birer eylemci haline gelmelerini hikaye ediyordu.
Bu hikayelerin
bazılarını dinlemesi zordu. En ağır olanı, çocuklarına dair en önemli gerçeği
bilmediklerini fark ettiklerinde anne ve babaların yaşadığı yabancılık
duygusuydu. “Meğer benim sevgili oğlum, aslında benim sevgili oğlum değilmiş,”
diyen bir anneyi unutamıyorum mesela. “Hep bir kızım olsun istemiştim,” diyen
babanın sesindeki acıyı da. Çocuklarının başka birer insan, kendi kimlikleri ve
hatta seçimleri olan birer birey olduğunu fark eden ebeveynlerin duyduğu
şaşkınlık ve korku vardı bu ifadelerde.
Yine de filmin
beni en çok sarsan kısmı, ergen çocuklarının okulda yaşadıkları sorunları
anlatırken anne ve babaların sessizliklerle ve gözyaşlarıyla bölünen
konuşmaları oldu. Hepsi yutkunup duruyordu. Belli ki acılar anlatılamayacak
kadar büyüktü. Kimi çocuklar hastalanmış, kimileri okula gitmekten vazgeçmiş,
bazıları intihara kalkışmıştı. Katı eğitim sistemi, cahil okul yönetimleri ve
ayrımcılığı teşvik eden toplumsal yapı, bu genç insanları derin bir umutsuzluğa
sürüklemişti. Çocuklarının ellerinden kayıp gittiğini düşünen anne ve babaların
çaresizliğini hissetmemek mümkün değildi.
Can Candan’ın
filminin, ebeveyn ve çocuk arasındaki iktidar ilişkisini yeniden tesis eden tanıdık
bir “sahiplenme” hikayesi anlattığını söyleyenler oldu. Hatta doğası ve tarihi
itibarıyla muhalif olan LGBT hareketini, “aile kurumunun” muhafazakarlığı içine
hapsetmeye çalışan bir film olduğu da iddia edildi. Ancak, benim izlediğim
filmin bununla alakası yoktu. Benim
Çocuğum’da anlatılan, bir “sahiplenme” değil “sahip çıkma” haliydi. Anne
babalar, çocuklarının önünde değil yanında duruyordu. Üstelik, hikayenin
sonunda gençler muhafazakar bir aile düzeninin içine sıkışmıyor, tam tersine
anneler ve babalar çocuklarının mücadelesine katılıp sokaklara dökülüyordu.
Aile kurumuna
bayılıyor sayılmam. Bu konuda romantik fikirlerim olsaydı, çoktan çoluğa çocuğa
karışmış olurdum. Eğitim kurumlarına da şüpheyle bakmayı öğrendim. Tahakkümün
beterinin oradan geldiğini bilecek kadar zamanım oldu çünkü. Ama bu durum, ne
aileyi ne de eğitimi topyekun reddetmemizi gerektirmez. Genç insanların ikisine
de ihtiyacı olduğuna göre, aileyi değişmeye zorlayan dinamiklerin eğitim
kurumlarını da dönüştüreceği koşulları hayal edebiliriz. Kişilerin bütün
farklılıklarıyla beraber kabul gördüğü bir dünyayı isteyebilir ve bunun için birlikte
çalışabiliriz.
Not1. Henüz
izlememiş olanlar için, Benim Çocuğum
27 Kasım'da Başka Sinema kapsamında İstanbul ve
Ankara’da dört sinema salonunda gösterilecek.
No comments:
Post a Comment