2 Şubat 2014
Bazı kişilere erken maruz kalır insan.
Kıymetini bilemez onların. Bazen de hayatınıza öyle biri girer ki, oturup
hayıflanırsınız bunca senedir neredeydi diye. Aynı kural yazarlar için de
geçerlidir. Kimi yazarları erken yaşta okuduğunuz için üzülürsünüz, çünkü pek
bir şey anlamamışsınızdır. Kimileriyle de bu vakte kadar neden karşılaşmadığınıza
şaşarsınız. Hayatınıza daha önce girseler her şey daha farklı olacakmış gibi
gelir size.
2013 Nobel edebiyat ödülünü alan
Kanadalı öykücü Alice Munro benim için bu ikinci gruba giriyor.
Munro edebiyat sahnesinin alçakgönüllü
yıldızlarından biri. Küçük bir çiftlikte büyümüş, daha çocukken hasta annesinin
sorumluluğunu almak zorunda kalmış. Sonra da genç yaşta evlenip bir eş ve anne
olmuş. Kendisiyle yapılan bir söyleşide, önceleri öykülerini çocuklar uyurken
ya da iki alışveriş arasında yazdığını anlatıyor. Bunu söylerken o kadar rahat
görünüyor ki, insan öykülerin kendi kendine yazıldığı hissine kapılıyor. Ama bu
hissin sizi yanıltmasına izin vermemelisiniz. Alice Munro, incelikli
tahlilleri, derin karakterleri ve en dramatik olayları hiç “drama”
yaratmadan anlatabilme becerisiyle çok
özel bir yazar.
Munro’nun, hayatın içinde bocalayan ama
bir şekilde ayakta kalmayı başaran kadın karakterleriyle karşılaşınca, keşke bu
öyküleri daha önce okusaydım diye hayıflanmaktan kendinizi alamıyorsunuz.
Yirmili yaşlarda kafası karışık bir genç kadınken, otuzlara geldiğinizde
duygusal yükünü almış ve kendinizi biraz tanımaya başlamışken, bu yazar hayatınıza
girmiş olsaydı ne iyi olurdu diye düşünüyorsunuz. Gerçi artık kırklarınıza
vardıysanız da geç kalmış sayılmazsınız. Munro, çocukların yuvadan uçtuğu, anne
babanın elden ayaktan düştüğü ve pişmanlıkların umutlardan daha fazla olduğu bu
yaşlarda da size pek güzel eşlik edecektir.
Sevdiğim yazarlara dadanmak adetinde
olduğum için, Munro’nun kitaplarını da arka arkaya okudum. Aralarında en çok
beğendiğim Dilenci Kız: Flo ve Rose’un Hikayeleri (The Beggar Maid: Stories of
Flo and Rose) adlı öykü derlemesi oldu. Birbirine
bağlı öykülerden oluşan bu kitapta olaylar, Rose ve Flo adlı iki karakterin
etrafında dönüyor. Bu iki kadının hayatlarından kimi bölümleri önümüze sererken,
Munro bir yandan da hepimize çok tanıdık gelecek büyüme, yetişme ve kimlik hikayeleri
anlatıyor.
Kitaba adını veren öyküde bunların
hepsini bir arada görüyoruz. Öykünün ana karakteri Rose, diğer kasabalı kızlar
gibi biraz oyalanıp evlenmek yerine şehre gelmiş ve üniversiteye başlamıştır. Okula
başlar başlamaz hayatının çok da kolay olmayacağını anlar. Burslu bir
öğrencidir o. Boş zamanlarında kütüphanede çalışması, pek de hoşlanmadığı yaşlı
Dr. Henshawe’un yanında pansiyoner olarak kalması ve
bütün bunlar için minnet duyması gerekecektir. Öykü boyunca kendini hep biraz
aç hisseder Rose. Yatağının altında kurabiyeler, kekler, bisküviler saklar. Ne
zaman yalnız kalsa onları kemirip durur.
Ondan hoşlanan bir genç adam vardır. Patrick. Varlıklı bir aileden gelen, tutuk, renksiz ve biraz da eski
moda bir adamdır bu. Rose’a idealize ettiği şövalyece hislerle bağlıdır. Ama
taşralı alışkanlıklarından dolayı onu sürekli eleştirmekten de geri durmaz. Kendini
hem sınıfsal olarak hem de entelektüel açıdan Rose’dan üstün görür. Onun arkadaşlarını,
davranışlarını, kullandığı sözcükleri ve giyinişini beğenmez. Mümkün oldukça
bütün bunları “düzeltmeye” çalışır. Rose bunda bir terslik olduğunu hisseder
ama tam olarak anlayamaz. Patrick kendi kafasında yarattığı bir ideal kadını
sevmektedir. Sevgilisini Kral ve Dilenci Kız adlı tablodaki mağrur ve
sessiz genç kıza benzetir. Kendini de onun kurtarıcısı olarak hayal etmekten
hoşlanır. Rose’un yüksek sesli neşesi ve hayata duyduğu iştah ona itici ve
anlaşılmaz gelir.
Öykünün bir yerinde, Rose sevgilisini ailesiyle
tanıştırmak üzere Hanratty’deki çiftliğe götürür. Babası ve üvey annesi Flo
ellerinden geleni yapmış ve bu özel konuk için hazırlayabildikleri en iyi
sofrayı kurmuşlardır. Sofrada patates ve sosisten oluşan basit bir yemek
vardır. Masanın üzerinde her zamanki muşamba örtüye ek olarak kuğu şeklinde
tasarlanmış plastik bir peçetelik bile koymuşlardır. Herkes diline dikkat
etmeye çalışır, küfretmeden konuşmayı başarırlar, ama aksanlarını saklayamazlar.
Patrick önündeki yemeğe dokunmaz bile. Ailesinin bu başarısız teşebbüsü ve
Patrick’in çaba bile göstermiyor olması, Rose’u utandırır.
“Rose bir konuşma başlatmaya çalıştı,
neşeli ve hafif bir sohbet. Ama sesi yerel bir çiftle söyleşi yapmaya gelmiş
bir gazetecininki gibi çıkıyordu. Sayabileceğinden çok daha fazla seviyede
utanç duyuyordu. Yemekten, kuğudan ve muşamba masa örtüsünden dolayı utanç
içindeydi. Patrick adına ayrıca utanıyordu. Suratsız züppenin biriydi! Flo ona
kürdan kutusunu uzattığında suratındaki çarpılmış sırıtışı görmüştü. Flo için
de ayrıca utanıyordu. Yabaniliği, riyakarlığı ve sahte kibarlığı ile dayanılır
gibi değildi. Ama en çok kendisi için utanç duyuyordu. Doğal bir şekilde
konuşmayı, iki laf etmeyi bile becerememişti. Flo’nun, Billy Pope’un,
Hanratty’nin aksanı şimdi onun da kulaklarını tırmalıyordu... Onları Patrick’in
gözlerinden görmek, onun kulaklarıyla duymak, Rose’u da hayretler içinde
bırakmıştı.”
Bu olay, Rose’a artık aynı insan
olmadığını hissettirir. İki ayrı Rose var gibidir sanki: Biri Patrick ile
pastanelerde ve şık lokantalarda dolaşan Rose, diğeri ise küçük çiftlik evinde
büyümüş olan Rose. Bu ziyaretten sonra Rose anlar ki, artık o küçük çiftlik
evine geri dönmek mümkün değildir. Ama Patrick’le devam etmek de mümkün
değildir. Onunla kaldığı müddetçe, Hanratty’deki o aile yemeğini, Patrick’in
yüzündeki çarpık gülücüğü ve şehre dönerken aldırışsız bir şekilde söylediği şu
cümleyi hatırlayacaktır: “Haklıymışsın, burası tam bir çöplük. Kurtulduğun için
mutlu olmalısın.”
Rose bunları anlayacak kadar akıllı,
kendine itiraf edecek kadar dürüst ve yoluna devam edecek kadar güçlüdür. O bir
Munro kadınıdır çünkü.
Kısa hikayeleriyle tanınan Alice Munro'ya ''Kanada'nın
Çehov'u'' diyorlarmış. Bence hata ediyorlar. Kendine has karanlığı, mesafeli anlatımı
ve neredeyse rahatsız edici açık sözlülüğü ile Munro dikkat çekici bir yazar.
Bu haliyle kendinden başka kimseye benzemiyor.
Bir iki kitabını okuduktan sonra siz de onun elinden
çıkan bir öyküyü daha ilk satırdan tanır olacaksınız. Bütün büyük yazarlarda
olduğu gibi.
No comments:
Post a Comment