13 Nisan 2014
Geçen gün yine
bir kafede oturmuş kağıt okurken, annesiyle gelen küçük bir kız dikkatimi
çekti. Kapkara bukleleri ve pembe yanaklarıyla çok güzel bir çocuktu bu. En
fazla üç-dört yaşında olmalıydı. Ama iri siyah gözlerinden düşünceli bir
ağırbaşlılık akıyordu. Benim ilgimi çeken de buydu zaten.
Kafenin sahibi ve
çalışanları bu anne-kızı tanıyorlardı belli ki. Hemen etraflarını sardılar. Küçük
kızı sevdiler, anneyle şakalaştılar. Ardından kadın uzun uzun siparişini verdi.
Kahve yapın ama sütü ısıtmayı unutmayın, suflenin sosu üzerinde değil yanında
olsun ve, hayır dondurma değil, taze krema ile servis edilsin falan filan.
Bütün bu konuşmalar gerçekleşirken küçük kız başka bir dünyada gibiydi. Yavaşça
koltuğa yerleşti ve önüne konan boya malzemelerine pas vermeden pencereden
dışarı bakmaya başladı.
Bir süre sonra
kafenin çalışanlarından biri servisi yaptı. Sevimli genç bir adamdı bu. Anneye
kahvesini uzattı. İstediği gibi olup olmadığını sordu. Olumlu cevap alınca
gülümsedi. Sonra elinde bir parça
çikolata ile küçük kıza yanaştı. Ama çikolatayı hemen vermedi. Önce bir öpücük
istedi ondan. Hatta kendinden emin bir şekilde yanağını uzattı. Neden böyle
şeyler yaparlar, bilmem. Huzursuz huzursuz yerimde kıpırdandım. Kızın annesi
de durumdan pek hoşlanmamış gibi görünüyordu. Ama o da oyuna katılıp “Öp abiyi
kızım,” dedi. Herhalde kabalık olmasın diye.
Küçük kız
çikolataya uzun uzun baktı. Sonra başını “hayır” anlamında birkaç kez salladı.
Genç adam reddedildiği için çok şaşırmıştı. Annesine dönerek “Çikolata sevmiyor
mu yoksa?” diye sordu. Kadın hafifçe omuzlarını silkti. Bu durumdan bir an
evvel kurtulmak ister gibiydi. Bir süre ağır aksak konuşmaya çalıştılar. Baktılar
ki olmuyor, garson gitmeye yeltendi. Tam arkasını dönmüştü ki, “Seni
sevmiyorum,” dedi küçük kız. Yüzünde kararlı bir ifade vardı.
Genç adam neye
uğradığını şaşırdı. Şakaya vurmaya çalıştı başaramadı. Gülmek istedi olmadı.
Kız yüzünü çoktan pencereye dönmüştü bile. Konuşma bitmişti. Adam çikolatasını
alıp gidebilirdi.
“Vay be!” dedim
içimden. Dışımdan da söyleyebilirdim ama genç adamın duygularını incitmek
istemedim. İnsan her gün üç yaşındaki bir çocuktan ayar almaz. Aldıysa da
etrafta seyirci olmasa daha iyi olur. Ben de hemen başımı kağıtlarıma gömdüm.
Biraz utançtan biraz da şaşkınlıktan.
Ama bu sahneyi
unutamadım bir türlü. Eve dönerken, küçük kızın yüzündeki kararlı ifade bir kez
daha aklıma geldi. Sevmediği şeyi ifade etmekte hiçbir sıkıntı duymamıştı. Kendisine
dayatılan davranış biçimine karşı direnmiş ve kibarlık için bile olsa bir bedel
karşılığında hoşlanmadığı birine sevgi göstermeyi kabul etmemişti. Yetişkinler
çikolatayı sevmiyor olabileceği fikri ile oyalanırken, o kendi iradesini ortaya
koymuş ve bu yanılgıyı düzeltmişti. Sevmediği şey çikolata değil, gerekli
gereksiz öpülmekti. Belki de sadece rüşvetten hoşlanmıyordu. Sonuçta itirazını
tereddüde meydan bırakmayacak şekilde dile getirmişti.
Yolda yürürken,
bu türden bir itaatsizliğin kimliğimizin en önemli parçası olduğunu düşündüm.
Kendimde bunun izlerini aradım bir süre. Yetişkin olmak ne berbat bir süreçti! Önüme
konan seçeneklerden birini seçmek zorunda hissettiğim veya kolaycılıktan,
yorgunluktan ya da kibarlıktan teslim olduğum alanlar geldi aklıma. “Hayır” demenin
getirdiği sorumluluk ayrı bir meseleydi. Sadece sorumluluktan kaçmak için
itiraz etme özgürlüğümü askıda tuttuğum anları utanarak hatırladım. Çoğumuza aynı
şey oluyordu. Birer yetişkin haline gelirken ne tür toplumsal uyum
süreçlerinden geçiyorsak, düpedüz ehlileşiyor ve sıradanlaşıyorduk.
Bunları
düşünürken, öğrenciyken okuyup etkisinde kaldığım metinlerden birini
hatırladım. “Psikolojik ve Ahlâkî Bir Sorun
Olarak İtaatsizlik” adlı denemesinde Erich Fromm, insanlık tarihini başlatan ve
sürdüren şeyin aslında “hayır” diyebilme özgürlüğü olduğunu söyler. Fromm’a
göre bütün insanlık bir itirazla başlamıştır. Eski Ahit’te Cennetten Düşüş
hikayesi ya da Yunan Mitolojisi’nde Prometeus efsanesi buna örnektir. Fakat bu
itirazın etkisi anlaşılan modernlikle birlikte aşınmaya uğramıştır: “Kurumlaşmış
insan ya da kurum insanı, itaat etmeme yeteneğini kaybetmiştir; hatta bir itaat
eylemi içinde olduğunun bile farkında değildir.”
İtaatsizliğin,
yani iktidar odaklarına “hayır” diyebilmenin, özgürlüğün temeli olduğunu
söyler, Fromm. Ancak, bunun yanlış anlaşılmaması gerektiğini de ekler.
İtaatsizlik başlı başına bir erdem sayılmamalıdır. Aynı şekilde itaat etmek de
kendi başına kötü bir şey değildir. Çünkü insan iktidarın dayattığı anlayışa
boyun eğmeyi reddederken, aslında kendi içsel ahlakına itaat etmektedir.
Kalabalıkların ya da onları temsil eden iktidarın gücüne “hayır” demeyi başaran
kişi, insan olmanın en temel yasasına, yani vicdanına, teslim olmaktadır.
Fromm böylece
içteki ve dıştaki yasayı birbirinden ayırır: Bir kişiye, kuruma ya da güce
itaat ediyorsam, boyun eğiyorum demektir. Ama kendi akıl ve inancım
doğrultusunda hareket ediyorsam, iç yasaya itaat ediyorumdur, yani bir onaylama
eylemi içindeyimdir. İtaatsizlik de işte bu ayrım içinde anlam kazanır: “Bir
kimse yalnız itaat gösterip, itaatsizlik edemiyorsa bir köledir; eğer yalnız
itaatsizlik gösterip, hiç itaat etmiyorsa, bir isyankârdır (devrimci değil).
Böyle biri öfke, düş kırıklığı ve pişmanlıkla hareket eder, ama hiç bir zaman
bir inanç ya da ilke adına değil.”
Sonuç olarak,
inancım ve kararım beni ben yapan şeylerdir. Eğer onların peşinden gidersem,
kendim olabilirim. Aksi takdirde, sahiciliğimi kaybederim ve kalabalıkların bir
parçası haline gelirim. Bu anlamdaki itaatsizlik, özgürlüğümün ve dolayısıyla
insan olarak kimliğimin yegane garantisidir.
Elbette direnmenin
türlü çeşitli şekilleri vardır. Geçen gün gördüğüm ilanda dediği gibi, her
türlü rezistans bulunur. Ama bence itaatsizlik bunların en güzelidir.
Küçük kızın
örneğine geri dönersek, bazen sadece “hayır” demek bütün oyunu bozabilir.
Toplumsal baskı ve beklenti hep kendi kalabalıklarını yaratacaktır. Ama küçük
kız gibiler de her zaman var olacaktır. İnsanlık tarihini başlatanlar da yazanlar
da onlardır çünkü.
No comments:
Post a Comment