Türkiye’de
yetişmiş çoğu kadın gibi ben de, sokakta yürürken kendimi sakınmam gerektiğini
düşünerek büyüdüm. Bizim memlekette kadınlar, kafalarını öne eğerek ve
bedenlerini koruma altına alarak yürürler. Dışarıdan gelen herhangi bir tehdide
meydan vermemek için yaparlar bunu. Hepimiz üç aşağı beş yukarı aynı beden
dilini kullanırız. Omuzlarımızı kasar, gözlerimizi hedefe doğru diker ve mümkün
olduğu kadar hızlıca ilerlemeye gayret ederiz. Kalabalık bir sokakta yürüyorsak
gereksiz temaslardan kaçınmak için sırtımızı duvara vermeye çalışırız. Sokak
ıssızsa daha da kötü. Sürekli sağımızı solumuzu kontrol etmek, birilerinin
etrafımızda dolaşmadığından emin olmak için dönüp bakmak zorunda kalırız. Onun
için, çoğu zaman kötü bir Hollywood filminden çıkma gizli ajanlar gibi yürürüz
dışarı çıktığımızda.
Artık hayal gücü
eksikliği mi dersiniz, yoksa daha elle tutulur sosyolojik bir açıklama mı
ararsınız bilmiyorum, dünyanın başka yerlerindeki kadınların da sokakta benzer
şekilde davrandığına dair kuvvetli bir hissim vardı. Ta ki, Latin Amerika’yı
görene kadar.
Bundan bir iki
sene önce kocamla birlikte Meksika’ya gittik. Orada geçirdiğimiz bir aya yakın süre
içinde, beni en çok şaşırtan kadınların davranışları oldu. Kendilerini
taşıyışlarında, vücut dillerini kullanışlarında, yere sağlam basarak yürüyüşlerinde
daha önce rastlamadığım bir şey vardı. Başlarını dik tutuyorlar, cinselliklerinden
utanmıyorlar ve içlerinden gelen bir melodiye eşlik edermiş gibi yürüyorlardı.
Kendi bedenlerinin içinde rahat görünen ve dişiliklerini gururla taşıyan
kadınlardı bunlar. Yaşını başını almış teyzelerin ellerindeki pazar torbalarına
aldırmadan sokak orkestrasının çaldığı müziğe uyarak dans etmeye başladığını
gördüğümde, kendisine laf atan adama pazılarını göstererek cevap veren bir genç
kızla karşılaştığımda, ya da “Gel benim mangomdan ye!” diye bağırarak yoldan
geçen genç erkeklere takılan bir kadın satıcı gördüğümde hayretler içinde
kaldığımı hatırlıyorum.
Seyahatin bir noktasında
kendimizi Oaxaca’da bulduk. Şansımıza o gün yaz festivali başlamıştı. Sokaklar
renkli giysileri içinde yürüyen, dans eden, şarkı söyleyen insanlarla doluydu.
Onların peşinden nefesli sazlardan büyük orkestralar yürüyordu. Biz de bir süre
onlarla beraber şehri arşınladık. Ama sonunda yorulduk ve meydana bakan
masalardan birine kurulup yiyecek bir şeyler ısmarladık. Hava limonata gibiydi.
Uzaktan müzik sesi gelmeye devam ediyordu. Keyfimiz yerindeydi. Gece
ilerledikçe etrafımızdaki masalar doldu ve sağdan soldan neşeli sesler
yükselmeye başladı.
Derken masamıza
dalgalı kısa saçlarını renkli bir eşarpla bağlamış gözlerinin içi gülen bir
kadın yanaştı. Kırklı yaşlarının başında olmalıydı. Sanki içinde çok büyük bir
kahkaha varmış da onu güçlükle zapt ediyormuş gibi duruyordu. “Ne içiyorsunuz?”
diye sordu bize kırık dökük bir İngilizceyle. Elimizdeki bira bardaklarını
gösterdik. “Burada bu içilmez!” dedi bir elini beline koyarak. Sonra içeride
bir adama seslendi ve masamıza iki mezcal
yollattı. “Bunlar benden,” dedi yine gülerek. Bu bölgeye özgü olduğunu
bildiğimiz ama daha önce hiç denemediğimiz bu içecek önümüze gelince
birbirimize baktık. “Korkmayın ısırmaz,” diye takıldı bize. Arkadaki masada
oturan arkadaşları bunu duyunca alkışlayıp tezahürat yaptılar. Çaresiz birer yudum
aldık. Bunun üzerine, sonradan adının Lupita (Guadalupe’nin kısaltılmışı) olduğunu
öğreneceğimiz bu cevval kadın, kendine de bir mezcal söyleyip bir hamlede kafaya dikti. “Böyle içilir,” dedi
ardından. Sonra da konuşmanın başından beri tutuyor gibi göründüğü kahkahayı
patlattı.
O geceyi Lupita
ve arkadaşlarının masasında bitirdik. Onların İngilizcesi çok kötüydü, bizim
İspanyolcamız ise düpedüz berbattı. Ama Türk olduğumuzu anlayınca bizi hemen
evlat edindiler. Sonuçta o masada konuşmadığımız pek bir şey kalmadı.
Memleketlerimizin halinden girdik, hiçbir hükümete güvenilmeyeceğinden devam
ettik, machismo’nun fenalığından
çıktık. Üstüne bir de şarkı söyleyip geceyi kapattık. Ya da ben öyle
hatırlıyorum, çünkü üçüncü mezcalden
sonra ruhumu tatlı bir bulut sardı ve ayaklarım yere basmaz oldu.
Masadakilerin
çoğu gibi Lupita da gazeteciydi. El Sur
adında bir yerel gazetede çalışıyordu. O gecenin sonunda, ertesi gün doğup
büyüdüğü şehre gideceğini ve orada gazetesinin onuncu yıl kutlamalarına
katılacağını söyledi. Onu ziyaret etmek ister miydik? Eğer kabul edersek bizi
kendi evinde ağırlamak istiyordu. Ayrıca çok büyük bir fiesta olacaktı, bunu kaçırmak istemezdik. Aslında başka
planlarımız vardı. Ama Lupita’ya hayır demek çok zordu. Onun için teklifini kabul
ettik ve ertesi gün tam ismi Juchitán de Zaragoza olan bu Zapotek şehrine doğru
yola çıktık.
Bu küçük şehre
girer girmez başka türlü bir yere geldiğimizi hissettik. Juchitán’da kadınların
yoğun varlığını fark etmemek mümkün değildi. Zocalo denen meydanı hemen hepsi kadınlardan oluşan satıcılarla
doluydu. Tezgahlar birbiri ardına dizilmişti. Kurutulmuş balık, bölgenin tropik
iklimine özgü çeşitli meyveler ve atole
adı verilen mısırdan yapılmış içeceği satıyorlardı. Lupita’nın evinin bulunduğu
mahalleye vardığımızda, yine kadınlar ve çocuklar karşıladı bizi. Kadınlar evlerinin
önüne oturmuş, Tehuantepec Boğazı’nın nemli havasından kurtulup biraz
rahatlayabilmek için yelpazeleniyorlardı. Çocuklar kapının önünde bir kedi
bulmuş onunla oynuyorlardı. Lupita’yı görünce çığlıklar atarak ona doğru
koştular. O da onlara cebinde taşıdığı şekerlerden verdi.
Sonradan
öğreneceğimiz gibi, Orta Amerika’nın en eski yerli kabilelerinden biri olan Zapotekler
anaerkil bir topluluktu. Kent ekonomisinin çoğunu kadınlar üstlenmişti. Küçük
yaştayken çalışmaya başlıyorlar ve evi onlar geçindiriyorlardı. Erkeklerse ya
daha geri planda roller benimsiyorlar ya da eşleriyle birlikte çalışıp ev
ekonomisine katkıda bulunuyorlardı. Evde günlük hayat annelerin ve
büyükannelerin etrafında dönüyor, kadınların idare ettiği büyük aileler halinde
yaşanıyordu. Toplumsal roller de bununla birlikte şekillenmişti. Kadınlar
sosyal hayatın her alanında aktif bir şekilde yer alıyor, kentin yönetimine doğrudan
katılıyorlardı.
Lupita’nın evinin
bulunduğu bölgede bir komün hayatı yaşanıyor gibiydi. İnsanlar birbirlerinin
evine rahatça girip çıkıyor, eşyalarını ve yemeklerini paylaşıyordu. Hiç tanımadığımız
birileri bize hem yiyecek hem de bir vantilatör getirdi. Fiesta zamanına kadar o vantilatör sayesinde biraz nefes aldık.
Sonra yıkanıp temizlendik ve seyahat çantasında bulabildiğimiz en iyi kıyafetleri
giyip hazırlandık. Lupita bana şöyle bir göz attı ve “Bu şekilde gidemezsin,”
dedi. Üzerimdeki yazlık elbiseye şüpheyle baktım. “Neden?” diye sordum. Cevap
vermek yerine beni elimden tutup yakınlarda bir yerde oturan kız kardeşinin
evine doğru sürüklemeye başladı.
Lupita’nın kız
kardeşini mutfakta muz kızartırken bulduk. Tek başına yaşıyor ve dikiş dikerek
geçiniyordu. Önce bana bir tabak kızarmış muz ikram etti. Sonra arka odada
duran koca bir sandığın başına götürdü ve “Seç!” dedi. Sandıktan renk renk
etekler, işli bluzlar ve kurdeleler çıktı. İkisi bir olup beni bir güzel
giydirdiler. Saçlarımı toplayıp çiçekler taktılar. Giyinme faslı bitince,
Lupita bana şöyle bir baktı ve “Şimdi oldu!” dedi. Kahkahası yine ağzının
kenarında bir yerde duruyordu. “Kocam ne olacak peki,” diye sordum ona. Onun
kıyafeti fiesta için uygun muydu? “Erkekler
önemli değil,” diye cevap verdi bana, “Beyaz gömlek nesine yetmez?”
Böylece sonunda
partinin yapılacağı mekana doğru yola çıktık. Fırfırlı eteğim ve işli bluzumla
biraz fazla süslü olduğumu düşünüyordum. Ama alana girer girmez yanıldığımı
anladım. Bütün kadınlar saçlarını kurdelelerle süsleyip örmüşlerdi. Genç kızlar
saten kumaştan yapılma bluzlar ve eteklerini iyice kabarık gösteren dantel
jüponlar giymişlerdi. Hepsinin parlak altın takıları vardı. Bilezikler,
küpeler, kolyeler göz alıyordu. Saçlarına gerçek çiçekler takmış güzel bir
kadın bana yanaşıp “Hoş geldiniz!” dedi. Lupita kulağıma eğilip onun bir milletvekili
olduğunu söyledi. Bir başkası El Sur’un
editörüydü. Belediye Meclisi de neredeyse tamamen kadınlardan oluşuyordu ve tam
kadro oradaydılar. Lupita bize Juchitán’ın 80’li yıllardan beri solcu bir yerel
yönetim tarafından idare edildiğini anlattı. Bundan gurur duyduğu belli
oluyordu.
Selamlaşma faslı
bittikten sonra bizi en itibarlı masaya oturttular. Masamızda kadınlı erkekli
bir grup vardı, neşeyle yiyip konuşuyorlardı. Müzik başladığı anda, konuşmalar
kesildi. Orkestranın çaldığı neşeli şarkılarla birlikte herkes kendini ortadaki
piste attı. Kadınlar yine ortamın kayıtsız şartsız hakimi gibi görünüyordu. Kaygısızca
flört ediyor ve erkekleri dansa kaldırmaktan çekinmiyorlardı. Yalnızca saçları
kurdelelerle süslü genç kızlar değil, geniş kalçaları ve iri göğüsleriyle
geçkince hanımlar da dans etmekten geri kalmıyor, piste doğru ilerlerken
gözlerine kestirdikleri birini çekip yanlarında götürüyorlardı. Yelpazeler
hızla çevriliyor, etekler savruluyor, müzik hiç kesilmiyordu.
Yanımda oturan
yaşlıca bir bey de beni dansa kaldırdı ama çok beceriksiz bulmuş olmalı ki
hızlıca kocama iade etti. Bir başkası bütün gece bana Zapotek kültürüne dair
bir şeyler anlatıp durdu, arada bir de ağzıma zorla bir şeyler tıkıştırdı.
Yarım yamalak İspanyolcam yüzünden anlattıklarının çoğunu anlamadım, ama ayıp
olur endişesiyle bana ikram ettiği yemekleri geri çevirmedim. Ta ki yediğim
şeylerden birinin haşlanmış kaplumbağa yumurtası olduğunu anlayana kadar.
Sonunda müzik
sustu ve ödül töreni başladı. Gazetenin editörü olan bey ile bizim de
tanıştığımız milletvekili birer konuşma yaptılar. Lupita ile birlikte bir başka
gazeteciye plaket verildi. En çok alkışı Lupita aldı. Bizim yanımıza
geldiğinde, “Bu kağıt parçası beni duygulandırıyor,” dedi. Biraz düşündükten
sonra, “Yine de bunun yerine biraz para verselerdi fena olmazdı,” diye ekledi,
“O zaman ben de Istanbul’a sizi görmeye gelebilirdim.”
Ertesi gün Lupita’nın
evinde geceledik. Gece acıkabiliriz diye bize yiyecek bir şeyler bıraktı.
Ertesi gün bizi otobüs garına bırakırken ikimize de sıkıca sarıldı ve
geldiğimiz için teşekkür etti. Kim bilir belki o da bir gün İstanbul’a gelirdi.
Ama önce Oaxaca’daki evine dönüp kocasına iyi davranması gerekiyordu. Çünkü gazetenin
ödül töreni yüzünden onu biraz ihmal etmişti. “Deli adamın teki!” dedi kocası için.
Ama bunu sevgiyle söylediği belli oluyordu.
Lupita bizi
otobüse bindirdikten sonra bir süre el salladı. Sonra da bir elini kalçasına
dayayıp yürüdü gitti. Bütün sokaklar onundu sanki. Ayaklarını yere sağlam
basıyor, dimdik ve heybetli bir şekilde ilerliyordu.
Ardından öylece bakakaldık.