20. yüzyılın en önemli yazarlarından biri geçtiğimiz ay hayata veda etti. Uzun ve eziyetli bir ömürdü onunki. Ama bir o kadar da verimli ve ilginç bir hayat yaşadı. 95 yaşında öldüğünde arkasında, kendi tabiriyle “üstesinden gelemediği tecrübeler” ile birlikte, çok sayıda şiir, oyun, roman ve öykü bıraktı.
Avusturyalı yazar ve romancı Ilse Aichinger, 1921’in Kasım ayında Viyana’da Yahudi bir anne ile Katolik bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelir. Kolay bir çocukluk değildir bu. Daha küçük bir kızken, annesi ile babası boşanır. Babası Nazilerin tarafında bir polis olarak hayatına devam eder, annesi ise mesleği olan hekimliği gitgide kötüleşen koşullar altında sürdürmeye çalışır. Başarılı bir öğrenci olmasına rağmen, bir “Mischling” (yarım-kan) sayıldığı için üniversiteye kabul edilmez. Anne tarafından Yahudi olmasına rağmen, Yahudiler arasında da kabul görmez aslında. İkiz kardeşi Helga İngiltere’ye gidip kurtulur. Ilse ise, annesi ile birlikte Viyana’da kalır ve bir eczanede çalışmaya başlar. Bu sürecin sonunda, bütün akrabalarını toplama kamplarında kaybedecek ve birdenbire kayıplara karışan annesinin izini bile süremeyecektir. Yine de onu en çok sarsan, anneannesinin bir trene bindirilip toplama kampına yollanmasıdır. Yıllar sonra yazacağı “Daha Büyük Umut” (Die grössere Hoffnung) adlı romana damgasını vuran da bu tecrübe olacaktır.
Varoluşsal meseleleri konu alan ve insanın yeryüzündeki kaderini anlatan alegorik hikayeler yazdığı için, genellikle Kafka’ya benzetilir Aichinger. Haklı bir benzetmedir bu. Yalnızca seçtiği konular değil, ne kadar çaresiz olurlarsa olsunlar umut etmekten vazgeçmeyen roman kişileri de Kafka’nınkileri andırır. Ne var ki Aichinger, bazen kısa ve vurucu bazen uzun ve şiirsel cümlelerle bezeli üslubu, çarpıcı imgeleri ve çocukların dünyasını anlatmaktaki özel becerisi ile tamamen kendine has bir yazardır aslında. Bunun için de edebiyat dünyasında apayrı bir yeri hak eder.
Sonradan büyük bir hayranlık duyacağım bu benzersiz kadın ile tanışmam uzun zaman önce karşıma çıkan bir öykü sayesinde oldu. “Bağlı Adam” (Der Gefesselte) adlı bu öyküde, bir sabah yol kenarında eli kolu bağlanmış şekilde uyanan bir adamın yaşadıkları anlatılır. Adam nasıl olup da bu hale düştüğünü hatırlamaz. Önce deli gibi çırpınır, ardından birilerinin gelip onu kurtaracağını umar, en sonunda boynundan ayağına kadar uzanan bu halatın aslında sıkıca bağlanmamış olduğunu ve eğer dikkatli bir şekilde hareket ederse ayağa kalkabileceğini fark eder. Bu bilgiyle birlikte vücudunun yeni sınırlarına alışır ve zamanla bu koşulları lehine çevirerek neredeyse bir akrobat kadar beceri kazanır. Sonuçta, istese halatı çözüp kendini kurtarabilecek hale gelmesine rağmen, onu bağlayan şeyle bütünleşir ve hatta bir gün tamamen serbest kalmaktan korkar hale gelir.
“Kurt üzerine sıçradığında, akşam rüzgarı ikisinin arasında sakince esiyordu. Adam ipinin izin verdiği kadar hareket etti. Daha önce defalarca tekrar ederek öğrendiği gibi, vücudunu dikkatlice çevirdi ve hayvanı boğazından yakalayıverdi. Karşısında iki ayağı üzerinde dikilen yaratığa duyduğu şefkatle sarsıldı birden. Dört ayaklı bir varlığın içinde saklanan benzerine duyduğu şefkatti bu. Büyük bir kuş gibi ansızın pike yaparak hayvanın üzerine atıldı – tam o anda anladı ki, insan uygun bir şekilde bağlanırsa uçması bile mümkündü – ve onu yere indirdi. İnsanı yenilgiye götüren şey, kolunun bacağının tamamen serbest olmasıydı. Bu ölümcül avantajı kaybettiği için neredeyse sevinç duydu.”
Hazine gibi bir öyküdür, Bağlı Adam. Hepsi birbirinden zengin ve çeşitli anlamlara gebedir çünkü. İlk okuduğumda çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Aichinger’in öyküsü, bizi bağlayan şeye bağlandığımız ve onsuz yapamaz hale geldiğimiz fikri bir yana, bir de özgürlüğün sınırsız bir serbestlikle değil ancak “uygun bir şekilde bağlanmakla” mümkün olduğunu söylüyor gibiydi – ki bu sonuncusu bana çok garip gelmişti. Ama hikaye beni ele geçirmişti bir kere. Aynı sahneyi yeniden ve yeniden okudum. Bağlı Adam’ın bir gün vahşi bir hayvanla karşılaştığı ve kendini savunmak için onunla dövüşmek zorunda kaldığı sahneydi bu:
İyice garip bir sahneydi. Tamam, özgürlük ve serbestlik aynı şey
değildi. Bu kadarını anlamıştım. Peki ya, bağlı olmaktan çıkarılan bu
büyük kıvancın anlamı neydi? Bunun bir çaresizliğin değil, yeni bir
olasılığın ifadesi olduğunu seziyordum. Ama nasıl bir şey olduğunu tam
olarak kavrayamıyordum. Nasıl olur da, insanın elinin kolunun
bağlanması, onu uçacak kadar özgür kılabilirdi?
Sonradan anlayacağım gibi, Aichinger bu öyküde, başka birçok şeyin yanı sıra, kendi tecrübesinin hikâyesini anlatıyordu. Dile getirilmesi zor, yazıya tercüme etmesi güç bir tecrübeydi bu. Nazi rejimi altında geçen hayatından ve bu korkunç koşullardan çıkan özgürlüğün olasılığından bahsediyordu. Bu öykü, bir varoluş anlatısı olduğu kadar, zalim bir rejimin altında yaşayan bir insanın ayakta kalabilmek için verdiği mücadelenin hikâyesiydi. “Bağlı Adam”ın ilk bakışta çelişik görünen durumunu anlatırken, bizi fiziksel olarak bağlayan ve hapseden koşulları kurtuluşumuzun umudu olarak görüyor ve onlar vasıtasıyla özgürleşebileceğimizi söylüyordu.
Varoluşun en büyük laneti, kontrol edemediğimiz ötekilerin acı verici varlığı ve bedenimizin gitgide ağırlaşan yükü ile bu dünyada hapis kalmış olmaksa; en büyük ödülü de, bu tecrübeye yön verecek bir zihnimizin olmasıydı. Bir göbek bağı gibi boğazımıza dolanan o halat, bedenimizi yere doğru çekiyordu. Ama her şey bununla bitmiyordu. Bir de o yükü taşıyan zihnimiz vardı. Ve esas önemli olan zihnin o halatla ne yaptığıydı. Zihnimiz bedenimizi hapseden koşulları anladığı sürece, onları dönüştürebileceğinin farkına varıyordu. Özgürlük de ancak böyle mümkündü zaten.
Uzun ömrü boyunca, insanlık durumuna dair bu derin bilgiyi asaletle taşıyan Aichinger’i buradan saygıyla selamlıyorum.
Kırılgan ve ölümlü bedenlerimizden çok daha fazlası olduğumuzu hatırlattığı için ona teşekkür borçluyuz. Evet, belki tamamen serbest değiliz hiçbirimiz. Hele tarihin bu karanlık dönemecinde. Sadece zarar görmeye müsait bedenlerimizle değil, hayatımızı cehenneme çevirenlerin zalimliğiyle ve doğanın acımasızlığıyla da elimiz kolumuz bağlı. Bütün bunlar doğru. Ama hiçbiri özgür olmamızın önünde engel değil. Yaratabiliriz ve dönüştürebiliriz. Hatta belki bir gün uçarız bile.
No comments:
Post a Comment