Monday, July 24, 2017

Dolunay, yunuslar ve kestane ağacı



Kötülükler büyüdükçe üzerimizde koyu ve yapışkan bir çamur birikiyor. Patlayan bombalarla can verenler, bodrum katlarında ölüme terk edilenler, yerinden yurdundan edilenler, tutuklanan akademisyenler, adliyede dövülen avukatlar, tecavüze uğrayan çocuklar... Bütün bunlara dayanmak çok zor. 

Mevsimler aylar gelip geçiyor. Çamur her yeri kaplıyor. Vereceğimiz tepkileri yavaşlatıyor, duyularımızı felce uğratıyor. Geçen gece bir arkadaşımla beraberdik. Dışarıda harika bir dolunay vardı. Arkadaşım pencereden baktı ve “Eskiden olsa bu beni çok mutlu ederdi, ama artık hiçbir şey ifade etmiyor,” dedi. O kadar çok kötülük var ki, bir şey hissedemez hale geldik. Hissetmek acı çekmekle eş değer hale geldiği için belki de. 

Bana kalırsa, bu hissizlik hali en büyük düşmanımızdır. En çok da bizi gitgide yayılan bu kötülüğe alıştırdığı için. Alışın alışın, deyip duruyorlar ya? İşte üzerimizdeki çamura bir katman daha eklemek için söylüyorlar onu. Derimiz kalınlaşsın, hislerimiz körelsin, önümüzü bile göremeyelim diye üsteleyip duruyorlar. Alışmamanın yolu nereden geçiyor peki? Duyularımızı felce uğratan bu hissizleşmeyi nasıl alt edebiliriz? Peki ya hissizleşmezsek bu kadar acıyla nasıl başa çıkabiliriz? 

Bunları düşünüp dururken, elime çok ilginç bir kitap geçti: Victor Frankl adında bir psikoterapistin “İnsanın Anlam Arayışı” (Der Mensch auf der Suche nach Sinn) adlı kitabı. Meğer çok meşhur bir kitapmış ama benim bu vakte kadar haberim olmamıştı. Frankl, 1930’ların sonunda Viyana’da gayet başarılı bir hekim iken, II. Dünya Savaşı başlayınca ailesiyle birlikte toplama kamplarına yollanıyor. Savaşın sonunda bütün ailesini ve arkadaşlarını kaybediyor. Kendisi ise, Auschwitz de dahil olmak üzere, kapatıldığı dört toplama kampından da sağ kurtulmayı başarıyor. Savaş bitip de serbest kaldığında, bütün bunlara maruz kaldıktan sonra yaşamaya devam etmesinin bir anlamı olup olmadığını soruyor kendine. Bu kitabı da o sorunun cevabı olarak yazıyor. 

Kitap beni çok etkiledi. Sadece bir toplama kampı hikayesi olduğu için değil. Zaten Frankl daha kitabın başında yazdıklarını acıma duygusu ile okumamamızı söyleyerek bizi uyarıyor. Anlatmak istediği toplama kamplarında çekilen acıların büyüklüğü değil. Onu zaten belki de anlatılabilir bir şey olarak görmüyor. İnsanlık dışı bu muamelenin kendi bilinci üzerinde yarattığı dönüşümü aktarmaya çalışıyor daha çok. Yaşanan acının yasını tutmaktan ziyade, bu acıyla ne yapabileceğimizle ilgileniyor. Aslında anlatmak istediği acıyı dindirmek ya da hissedilmez kılmak da değil. Daha çok onu dönüştürmek ve birlikte yaşanabilir hale getirmekle ilgileniyor. Frankl’ın “logoterapi” adını verdiği bu ruhsal sağaltım biçimi, insanı kendi varlığının anlamına dair düşünmeye zorlayan ve kaçınılmaz olanla baş etmesini kolaylaştırmaya çalışan bir bakış açısını benimsiyor. 

“İnsanın Anlam Arayışı”ndan geçen gün okuduğum bölümde müthiş bir hikaye vardı. Hikaye şöyle: Frankl tıp eğitimi alan herkes gibi kaldığı kampta da doktorluk yapıyor. Bu işin büyük bir kısmı da, kamptaki ağır hastaların başında durarak onların ölüme doğru gidişini kolaylaştırmaktan ibaret aslında. Herkes eninde sonunda başta dizanteri ve tifo olmak üzere bulaşıcı hastalıklardan birine yakalanıp ölüp gidiyor çünkü. Ya da açlıktan ve takatsizlikten tükeniyor. Bunlardan biri de yakında öleceğinin farkında olan genç bir kadın. Kadının korkmuş ya da üzgün görünmediğini fark eden Frankl, ona ne hissettiğini soruyor. Biraz da bilimsel bir merakla yapıyor bunu. Kadın pencereden görünen bir kestane ağacını gösteriyor ona “Bu ağaç benim tek arkadaşım,” diyor. “Bazen onunla konuşuyorum,” diye ekliyor sonra. Hastanın acı ve korkunun etkisiyle sanrılar görmeye başladığını düşünen Frankl, “Peki, o da seninle konuşuyor mu?” deyince, “Evet” diye yanıtlıyor kadın, “Buradayım--Buradayım--Ben hayatın ta kendisiyim, sonsuz hayat benim diye sesleniyor bana.” 

Victor Frankl, sonsuz hayatın küçücük bir parçası olarak varlığımıza anlam verenin ne olduğunu bulmaya çalışmanın çok önemli olduğunu düşünüyor. Ona göre, kişinin yaşamda kendi anlamını bulması üç yolla mümkün: Bir eser yaratabilirsiniz, bir insanı sevip onun acısını dindirebilirsiniz, ve en önemlisi de, kaçınılmaz olanla karşılaştığınızda onu anlamlı bir şeye dönüştürmek için çaba gösterebilirsiniz. “Hayat sizden büyüktür diyor,” Frankl, “siz ondan ümidi kesmiş olsanız bile o sizden ümidini kesmemiş olabilir.”
 
Bu sabah haberleri okurken, bana Frankl’ın söylediklerini ve yukarıda anlattığım hikayeyi hatırlatan bir şey oldu. Gazeteler her zamanki gibi haksızlıklarla, şiddetle ve memlekette gitgide büyüyen umutsuzluğun işaretleriyle doluydu. Sonra gözüme kötü haberlerin arasına sıkışmış güzel bir fotoğraf çarptı. İstanbul’a yunuslar gelmişti. Pırıl pırıl güneşli bir havada çekilmiş bir fotoğraftı bu. Her sene baharda yaptıkları gibi Boğaz’ın mavi sularında sıçrayıp duruyorlardı. “Haberleri yok diye düşündüm,” sonra, “Hiçbir şeyden haberleri yok! Bombalardan, parçalanan bedenlerden, üzerimize çullanan karanlıktan. Bunların hiçbirini bilmiyorlar.” 

Sonra nasıl olduysa, aslında haberi olmayanın ben olabileceğim geldi aklıma. Belki ben hiçbir şey bilmiyordum. Belki yunuslar biliyordu. Her şey yoluna girecekti. Yaralar sarılacak, doğa kendini onaracak ve güzel günler gelecekti. Her bahar onların güzelim bedenlerinde yeniden can bulan sonsuz hayat bir şekilde devam edecekti. Ben orada olsam da olmasam da böyleydi bu. Endişeye gerek yoktu.
Bunları düşünürken içim birden sevinçle doldu. 

Olur ya bazen öyle? Sevinçle dolar içi insanın? Bu sefer sevinçli olduğum için utanmadım üstelik. O sevince ihtiyacım olduğunu fark ettim çünkü. Sadece benim değil hepimizin ihtiyacı var. Yunuslara, dolunaylara, kestane ağaçlarına muhtacız. Kötülüklerin geçici olduğunu fark etmek ve acıları baharlara dönüştürebilmek için. Üzerimizde birikerek bizi hareketsiz bırakan o koyu çamuru söküp atabilmek ve yeniden hayata dahil olabilmek için.

No comments: