Tuesday, December 08, 2009

KEMAL USTA’NIN KANAATİ

BirGün/ 13:16 03 Mayıs 2009

Kitapları sevmeyi bana öğreten dedemdir. Yalnızca bunu mu? Hayata dair daha bir sürü şeyi de ondan öğrendim. Haksızlıklara karşı çıkmayı, kaybedenlerin yanında durmayı (futbol seyrederken hep yenilen takımı tutardı) ve sorgulamadan hiçbir şeye teslim olmamayı da o öğretti bana.
Dedem Kemal Usta araba tamircisiydi. Araba merakı yüzünden onüç yaşında evden kaçmış, İzmir’de bu işi yapan bir İtalyan ailenin yanına çırak olarak girmişti. İyi bir ustaydı: Bu işi bıraktıktan yıllar sonra bile, evimizin yanındaki yokuştan tırmanan arabaların motor seslerini dinler ve arızalarını söylerdi. Yaşama dair ustalığını ise, ne zaman ve nerede edindiğini bilmiyorum. Ben tanıdığımda yaşını başını almış bir adamdı ve gözümde asla ulaşılamayacak bir bilgeliğe sahipti.
Ne zaman onu düşünsem, gözümün önüne hep elinde bir kitapla koltuğunda otururkenki hali gelir. Okumayı öğrendiğimde, beni elimden tutup İzmir’in en büyük kitapçısına götürdü ve çocuk kitaplarının olduğu rafların önüne bırakıp ‘istediğini seçebilirsin’ dedi. Bana büyük insan muamelesi yapılması çok hoşuma gitti. Uzun uzun düşündükten sonra üzerinde sevimli bir bulut resmi olan kitabı seçtim. Alıp dedeme götürdüm. Kitabı görünce çok güldü. ‘Armut dibine düşer!’ dedi. Seçtiğim kitap, Nâzım Hikmet’in ‘Sevdalı Bulut’uydu.
Dedem gerçek bir kitap kurduydu. Fakat, çok sevdiği kütüphanesinden bir ihtilal ertesinde vazgeçmek zorunda kaldığı için, hüsranla sonuçlanmış bir gençlik macerası yüzünden bir daha kadınlara yaklaşmayı göze alamayan bir aşık gibi, bir kitaplık daha oluşturmaya cesaret edememişti. Onun için, maaş günleri hiç aksatmadan yapılan çarşı ziyaretleri sonucunda biriken kitaplar, salondaki büfede, anneannemin tabak çanağının ve pötibör bisküvileri koyduğu teneke kutuların arasında, bir süre bekletildikten sonra mutlaka başkalarına verilir, elden çıkarılırdı.
İnanılmaz bir hafızası vardı (o ‘bellek’ derdi gerçi), senelerce önce okuduğu kitaplardan alıntılar yapar, hangi sahnenin hangi romanda geçtiğini, kimin kime ne dediğini asla unutmazdı. Dünya edebiyatına hâkimdi. Yenileri de takip ederdi. Ama kendine yoldaş olarak seçtiği, bütün bu yazarlar arasında belki de en alçakgönüllü olanıydı: Romen yazar Panait Istrati’ye toz kondurmazdı. Sefalet içinde yaşamasına rağmen Fransızca orijinalinden romanlar okuyan Mihail’in hikâyesini özellikle severdi. Nazilli’deki tamirhanesinin arkasında, yağ lekeleriyle dolu işçi tulumu içinde Rus klasiklerini okuyarak kendini yetiştirmiş Kemal Usta’dan da başka türlüsü beklenemezdi zaten.
Evdeki bütün kitapları sağa sola dağıtmasına rağmen, o zaman Varlık Yayınları’ndan çıkan ve defalarca okunmaktan lime lime olmuş Istratileri bir türlü gözden çıkaramamasının nedeni de, o karakterlerle kendi arasında kurduğu bu benzerlikti herhalde. Arada bir büfeden ‘Akdeniz, Akdeniz’i çeker ve Adrien’in ağzından şu satırları okurdu:
“Zengin insanlara ve onların saadetlerine haset etmiyorum. Ama sefaletin bir yaşama örneği olması gerektiğini de söylemiyorum. Seçmek elimde olsaydı refahı yoksulluğa tercih ederdim. Bununla beraber, bugün dünyanın hemen her yanında hüküm süren ihtişamlı hayatla, korkunç sefaletin içiçeliğini aklım almıyor. Çoğunluğun sefalet içinde yüzmesi azınlığın bahtiyar olmasının tek şartı. eğer bahtiyar ve refah içinde olmam ancak böyle mümkünse yoksulluğumu tercih ederim. Başkalarının felaketine sebep olacak saadeti ne yapayım! İşte benim hayat görüşüm budur. Günün birinde bu husustaki kanaatim değişecek olursa, o zaman iğrenç bir adam olurum.”
Kemal Usta’nın ‘bu husustaki kanaati’ hiç değişmedi. Yaşamı boyunca bu hayat görüşüne sadık kaldı. Ölümünden kısa bir süre önce, bir arkadaşımla birlikte onu görmeye gittiğimizde, televizyonda ‘Türkiye’nin ilk kadın başbakanı’ işçiler aleyhinde atıp tutuyordu. Dedem birden koltuğundan fırladı, televizyonu kapattı ve ‘utanmaz kadın’, diye başlayan uzun bir söylev çekti: ‘Utanmaz kadın, senin üzerindeki elbiseyi işçiler dokuyor. Onlar olmasa sen çıplak kalırsın. Utanmaz kadın, senin ayakkabılarını işçiler yapıyor. Onlar olmasa sen yalınayak bir hint fakiri gibi dolaşırsın. Utanmaz kadın, senin oburca yediğin meyvaları işçiler topluyor. Onlar olmasa sen aç kalırsın...’ Bu böyle uzadı gitti. Ta ki, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaptığı askerliğinden beri yakasını bırakmayan bronşiti yüzünden soluksuz kalana kadar. Uzun bir öksürük krizinden sonra nefes nefese yerine çöktü. ‘Ben komünistim’, dedi. Miniminnacık ve derli toplu bir kadın olan anneannem de ‘Kemal, çocuklara böyle şeyler söyleme’, deyip çayla peksimet getirmeye gitti.
Onu son görüşümde, hastanedeydi. Zamanının geldiğini biliyordu. Hastaneden çıkmak, evine dönüp her zaman kitabını gazetesini okuduğu yüksek arkalıklı koltukta oturarak ölümü beklemek istiyordu. Bu isteğini yerine getirdik, onu hastanenin soğuk odasından çıkardık. On beş gün sonra, o çok sevdiği koltukta otururken öldü.
Onu her düşündüğümde, üniversiteye gitmek üzere İzmir’den ayrılırken bana söylediği şey geliyor aklıma. ‘Anna Karenina’dan bir alıntı. “Kendinden utanmayacağın şekilde yaşa” demişti.
Öyle yapmaya çalışıyorum.

No comments: