23 Şubat 2014
Eskiden üniversitede
bazı bölümlerde bitirme tezi adı altında uzunca bir makale yazılırdı. Bu son
görevi tamamlamadan lisans eğitiminden mezun olamazdınız. Ancak tezi yazdıktan
sonra rüştünüzü ispat etmiş kabul edilir ve okuldan hayata doğru yollanırdınız.
O zaman
bilgisayar yaygın bir şekilde kullanılan bir araç olmadığı için hemen her şey
elle yazılırdı. Okulda bir bilgisayar binası vardı ama orada mühendisler
yaşıyordu. Sadece bir iki kez girebildiğim bu binada, bilim kurgu filmlerinden
fırlamış gibi görünen bir oda vardı. Orada “ana bilgisayar” denen dev bir
makina dururdu. Sonra yavru bilgisayarları da görmek kısmet oldu ama onları
kullanmak için daha seneler geçmesi gerekecekti.
Bazı havalı
şahıslar ödevlerini daktilo ile yazarlardı. Ama ben tez yazma zamanı gelene
kadar bütün ödevlerimi bilek gücüyle yazdım. Uzun kuyruklu harfleriyle hiçbir
yere sığmayan elyazım da böylece ehlileşti ve makul boyutlara indi. Dolmakalem
kullanmaya da o zaman alıştım ve bu adeti hiç bırakmadım. Babamın o dönemde
hediye ettiği kalemi şimdi de sınav kağıtlarını okurken kullanıyorum.
Fakat işte bütün
öğrencilerin başına gelen şey sonunda beni de buldu. Tez yazma zamanı geldi ve
bir daktilo bulmak gerekti. Ödevler falan oluyordu da, tezin elle
yazılmayacağını birinci sınıflar bile bilirdi.
Birkaç hafta yana
yakıla daktilo aradım. Sonra bir gece o zamanlar sahaflık yapan sevgili bir
arkadaşım elinde bir kutuyla kapıda belirdi. Kutunun içinden biraz hırpalanmış
bir daktilo çıktı. Küçük güzel bir Triumph’du bu. Gri çantasının üzerinde
yağlıboyayla yazılmış bir numara vardı. Sonradan öğrendiğime göre, daha evvel okulda
bir gözaltı olmuş ve polis bildiriyi yazanlarla beraber daktiloyu da içeri
almıştı. Böylece bizim daktilo birkaç çizikle birlikte bir de sicil numarası kazanmıştı.
Dünyanın en ince düşünceli
insanlarından biri olan arkadaşım, daktilo ile birlikte bir de kitap getirmişti
bana: Kendi Kendine Daktilo Dersleri (Bakmadan On Parmakla Hatasız Metotla). Galiba daktilografiyi esas tutan meslek
liselerinden biri için hazırlanmış bir kitaptı bu.
Sabıkalı daktilo ile maceralarımız böyle başladı. Bir hafta on gün kadar çabaladığımı
hatırlıyorum. Her sabah kalkar kalkmaz kitabı açıyor ve daktilo derslerini
çalışıyordum. Aynı seslerden oluşan birtakım saçmasapan cümleleri art arda
yazdım durdum. Fakat sonra baktım ki olacak gibi değil. Böyle giderse tez asla
yetişmeyecek. Bunu anlayınca oturup kafama göre yazmaya başladım. Sonuçta “Bakmadan On Parmakla Hatasız Metotla”
kısmı hikaye oldu ama lisans tezimi yazıp bitirdim. Hem de daktilo marifetiyle.
Küçük Triumph’un her türlü numarasını bu süreçte öğrenmiştim. Mürekkebi
biter gibi olunca şeridi geri sarmayı, birkaç kopya yazmak istiyorsam karbon
kağıdı kullanmayı ve tuşlara yanlış basınca karışan çubukları zarar vermeden
birbirinden ayırmayı başarabiliyordum.
Daktilonun asıl eziyetli tarafı bazı harfleri silik basması, bazılarını
da hiç basmamasıydı. Benim yaptığım hataları da üzerine koyarsanız, daktilo
edilmiş her sayfanın sonradan iyice bir gözden geçirilmesi gerekiyordu. Hep
silik çıkan “g” harfini elle tamamlıyor, neredeyse hiç görünmeyen “e”lerin
üzerinden birer birer kalemle geçiyordum. Fakat en fenası hatalı basılmış
harfleri ve sözcükleri düzeltmekti. Elektrikli daktiloların kaset şeklinde
şeritleri ve ona uygun silicileri olurdu. Fakat eğer mekanik daktilo kullanıyorsanız,
eski usul daktilo silgisi ile başbaşa kaldınız demekti.
Daktilo silgisi kurşun kalemsilgisine benzemez. Yumuşak ve rahat
kullanımlı kurşunkalem silgilerinin aksine, kumlu ve sert bir malzemeden
yapılmıştır. Sayfanın üzerindeki inatçı mürekkebi sökmek için böyle bir şeye
ihtiyacınız vardır çünkü.
İzlediğiniz yol kabaca şöyle bir şeydir: 1) Hata yaptığınızı fark edince
iç geçirmek, 2) Serbest tuşuna basıp şaryoyu sağa doğru kaydırmak, 3) Silindiri
birkaç diş çevirip yukarıya döndürmek ve hatayı görünür hale getirmek, 4) Şerit
yeni ise önce yumuşak silgi ile silip boyasını almak, 5) Sonra daktilo silgisi
ile olaya müdahale etmek,
6) Kağıdı yırtmak, 7) Küfrü basmak.
Doğruyu söylemek gerekirse, daktilo silgisi ile giriştiğim her teşebbüs
kağıdı yırtmakla sonuçlanmıyordu. Kimi zaman da hatayı düzeltmek mümkün
oluyordu. Ama ne yaparsam yapayım kağıtta silmeye çalıştığım sözcüğün hafif bir
gölgesi kalıyordu. Çünkü aslında yaptığım şey, kağıdın derisini yüzerek yazdıklarımı
oradan sökmeye çalışmaktan ibaretti. Bazen deriyi kazıyordunuz ama izi
kalıyordu işte.
Geçenlerde daktilo ile yazdığım bir makaleyi buldum. Öğrencilik
yıllarından kalma acemice bir yazı. Daktilo silgisi ile defalarca üzerinden
geçilmiş. Kimi yerler aşınmış, kimi sayfalarda mürekkep dağılmış. Ama hataların
izlerini fark etmek mümkün. Dikkatle bakarsanız, sözcüklerin altında başka
sözcükler olduğunu bile görebiliyorsunuz.
Daktilo silgisini böyle hatırladım. Artık arkaik bir nesne haline gelmiş
bir ofis malzemesiyle duygusal bir bağım olduğunu düşünmenizi istemem. Ama bu
silginin benim için bir silgiden fazlası olduğunu söylemeliyim. Daktilo silgisi
değerli bir bilgiyi taşıyordu, çünkü bana yazdığım hiçbir sözcüğü gerçekten
silemeyeceğimi söylüyordu. Yazdığım her şey ortadaydı. Kusurlu ve eksik bile
olsa onu tamamen yok etmek mümkün değildi. Gölgesi kağıtta kalacak ve metni
tehdit etmeye devam edecekti.
Biliyorsunuz, şimdi işler çok farklı. Artık silebiliyorum. Hem de her
şeyi. Bilgisayar bu işe yarıyor. Bu sayfaya yazdıklarımı da sildim. Çoğu artık
burada değil. İnsanın derisini yüzen tecrübelere dair yazmıştım mesela. Bizi
sonsuza kadar yaralayan tecrübeleri anlatmak istiyordum. Ama hemen sildim. Sonra
da unuttum hepsini.
Arkalarında hiçbir iz bırakmadan kayboldular. Zamanla solup
giden rüyalar gibi.
3 comments:
Sevgili Sokrat'in sevgili yegeni, daktiloyla hic yazmamis olsan da eminim kalemle kagida onemli birseyler yazip sayfanin sonunda hata yapmak korkusyla artan bir kalp carpmasi yasamissinsir, daktiloyla yazmaya projeksiyonun oradandir diye tahmin ediyorum.
Post a Comment