29 Haziran 2014
Geçen gece Nuri
Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” adlı ödüllü filmini görmeye gittik.
Kalabalık bir
grupla film izlemenin ne kadar zevkli olabileceğini unutmuşum. Bolca lafladık,
ince eledik sık dokuduk falan filan.
Bir kısım
arkadaşla filmden önce Türk sinemasında Rus etkisi konulu muhabbetler etmiştik.
“Kış Uykusu”nu izlerken de elimizde olmadan filmdeki Ruslukların çetelesini tutmaya
başladığımızı fark ettik. Hatta hikayenin ikinci yarısında, ilham alınanın
hangi Rus olduğu konusunda değişik görüşler ortaya atıldı. Yönetmen her ne
kadar referanslarını açık açık söylemiş olsa da, tartışmalar filmden sonra da
devam etti.
Filmin iyi
bölümlerinden biri olan istasyon sahnesinde, hikayenin baş kişisi Aydın Bey’in
yanında kahyası olduğu halde istasyona gelmesi ve kar altında raylar boyunca
yürümesi bu tartışmayı iyice alevlendirdi. “Çehov etkisi varsa, bu trene asla
binemez,” dedim ben. “Dostoyevski ise biner, ama ancak sürgüne gider,” dedi
biri. “Tolstoy da olabilir bak!” dedi
öteki, “O zaman sonu raylarda biter, söyleyeyim.”
Böylece bir tren
yolunda insanın başına gelebilecek neredeyse bütün felaketleri sıralamış olduk.
Rus ya da değil. İşin içinde tren olunca bunlardan biri ya da diğeri olmalıydı.
Bunun üzerine aklıma
içinden tren geçen başka romanlar geldi. Sevdiklerim, sevmediklerim, bu niyetle
düşünmesem belki de bir daha hiç hatırlamayacaklarım.
Önce çocukluk kitaplarımdan
biri olan “Demiryolu Çocukları”nı düşündüm. Orada trenler çocukların hayatının
merkezinde duruyordu. Mutlu ve refah içindeki yaşantılarını geride bırakıp
anneleriyle birlikte küçük bir köye taşınmak zorunda kalan üç kardeşin
hikayesiydi bu. Roberta, Peter ve Phyllis (çocukken bunu ‘pihilis’ diye
okuyordum) uzaklara giden babalarını özlüyor ve kentteki hayatlarına geri
dönmek istiyorlardı. Onun için her gün istasyonu gören tepeye çıkıp Londra’ya
doğru giden trenleri izliyorlardı. Kitap tanıtımları bu romana dair hep neşeli
şeyler yazar. Ama acıklı bir hikayedir bence. Araya bir erkek kardeş katıldığını
ve akşam yemeklerinin İngiliz usulü zavallılığını saymazsanız, Çehov’un “Üç
Kızkardeş”inin çocuk versiyonu gibi bir şeydir. Geri dönmek isteyip de
dönemeyenlerin hikayesi yani.
Sonraki trenli
hikaye, “aslan okuyucu” olduğum ergenlik yıllarından kalma: “Şark Ekspresinde
Cinayet.” Okuduğum iyi Agatha Christie’lerden biri. Neden iyi? Çünkü Hercule
Poirot ve “küçük gri hücreleri” var. Çünkü tek mekanda geçiyor ve acayip
klostrofobik. Üstelik bir de yetmiş iki milletten türlü çeşitli karakteri var.
O kadar heyecanlı ki, ben de trende olmak istiyorum. Bunun için bir cinayeti
çözmem gerekecekse, ona da hazırım. Daha sonra öğrendiğim şey ise, bu romanın
gerçek bir olaydan esinlenerek İstanbul’da yazıldığı oldu. Romanda sözü geçen
çocuk kaçırma olayı, 1932’de Charles Lindbergh’in oğlunun kaçılırılıp
öldürülmesi olayından alındığı gibi, Agatha Christie’nin kendisi de 1929
senesinde Şark Ekspresi ile seyahat ederken bir kar fırtınası nedeniyle
Çerkezköy’de altı gün mahsur kalmış.
Şark
Ekspresi’nden söz etmişken, Graham Greene’in “İstanbul Treni”nde bahsetmemek
olmaz. Siyasi ve ahlaki meseleleri felsefi bir derinlikle ortaya koyan
romanları ile ünlü olan Greene, kendisini tanınır kılan bu romanı için
“eğlenmek için yazdım” demiş. Ama yine de karanlık karakterler ve siyasi
tartışmalardan uzak durmamış. Yine Şark Ekspresi’nde geçen bu roman, hepsi yeni
bir başlangıç yapmaya çalışan bir avuç karakteri aracılığıyla Ostend’den
İstanbul’a kadar süren bir yolculukta dönemin siyasi ikliminin de resmini
çizer. 1930’ların başında bir yandan sosyalizmin Balkanlar’da yükselişini
anlatırken, öte yandan da İkinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da kendini
göstermeye başlayan Yahudi düşmanlığının işaretlerini verir. Agatha
Christie’nin romanından çok daha derinlikli bir şekilde olsa da, suç ve tehlike
bu romanın da merkezinde duruyor. Graham Greene’e göre anlaşılan bir tren
yolculuğunda başınıza gelecek en fena şey hırsızlar ve katillerdir.
Aynı soruyu
Patricia Highsmith’in üzerinde denemek isterseniz, cevap değişebilir. Highsmith
size bunun “istenmeyen yakınlıklar” olduğunu söyleyecektir. Daha evvel de
yazmıştım, en sevdiğim Highsmith romanlarından biri olan “Trendeki Yabancılar,”
tam da bu mesele hakkındadır. Bir trende başınıza gelebilecek en büyük felaket,
bir daha asla kurtulamayacağınız bir yakınlık tesis etmektir. Yanınızdaki kişi
konuşur durur. Siz de yavaş yavaş istemediğiniz kadar çok şeyi anlatmaya
başladığınızı hissedersiniz. Bu hoş değildir. Ama duramazsınız bir türlü.
Karşıdaki sorular sormaktadır. Cevap vermemek kabalık olur. O ilk soruya cevap
vermemiş olsaydınız belki. Ama şimdi artık çok geçtir. Ayrıca yolunuz da
uzundur. Zaten bu kişiyi bir daha nerede göreceksinizdir! Böyle devam eder
gider. Sonunda kendinizi sonu gelmez bir belanın içinde buluverirsiniz.
Trenli bir
durumda bundan da büyük bir felaket var mıdır diye sorarsanız, o da yol
arkadaşınızın size henüz basılmamış romanını okumaya başlamasıdır derim. Eğer
yol arkadaşınız Murat Uyurkulak değilse tabii. Uyurkulak’ın ilk romanı TOL, tam
da böyle bir hikayeyi anlatır. Romanın başında hayatla bağları iyice
zayıflamış genç bir adam olan Yusuf, iyice içip küfelik olduğu bir gecenin
sabahında bir tren vagonunda ayılır. Bir süre sonra yalnız olmadığını fark
eder. Yol arkadaşı kendisi gibi bir kaçak olan Şair’dir. İstanbul’dan
Diyarbakır’a uzanan bu yolculukta Yusuf, yol arkadaşının kendisine uzattığı
hikayeleri okuyacak ve onlarda hem ülkenin hem de kendisinin tarihine dair
gerçekleri bulacaktır. Şair’in hikayeleriyle birlikte roman da yavaş yavaş
gözümüzün önünde şekillenir ve son halini alır. Güzel kitaptır. Hala
okumadıysanız, hazır trenli mevzulara girmişken hemen alın derim.
Trenler, istasyonlar, romanlar falan derken bir torba
dolusu laf ettim. Kusura bakmayın. Son bir şey ekleyip kapatacağım.
Haydarpaşa Garı’nın boşaltılmasından sonra, geçenlerde
Kadıköy yakasındaki tarihi istasyonların da “dönüştürüleceği” haberi geldi. 1871
yılında yapımı tamamlanan 91 kilometrelik Haydarpaşa-Pendik banliyö tren hattı zaten
bir senedir çalışmıyor. Marmaray çalışmaları kapsamında yenilenecek tren
hattının bünyesinde olan tarihi istasyonlar da yıkılma tehlikesiyle karşı
karşıyaymış.
Diyeceğim şu ki, trenler edebiyatın da sinemanın da
ayrılmaz bir parçasıdır. İstasyonu olmayan milletin romanı da filmi de eksik
kalır.
Hepinize iyi pazarlar.
No comments:
Post a Comment