13 Temmuz 2014
Arjantinli yazar
Jorge Luis Borges, “Borges ve ben” adlı kısacık anlatısını bir ikilik üzerine
kurar. Öykünün anlatıcısı, daha en başından olayların merkezinde duranın başka
biri olduğunu söyler bize. Kendisi sadece izleyen, algılayan ve yaşayan
kişidir. Öteki Borges ise, bizim anlatıcının yaşadığı her şeyi edebiyat haline
getiren, ondan faydalanan ve bununla meşhur olan şahıstır.
“Ben kum
saatlerini, haritaları, on sekizinci yüzyıl baskılarını, kahvenin tadını ve
Stevenson’ın düzyazılarını seviyorum. Öteki bu beğenileri benimle paylaşıyor,
ama onları bir oyuncuya özgü davranışlara dönüştürerek sahtekârlıkla yapıyor
bunu. İlişkilerimizin düşmanca olduğunu söylemek biraz fazla olacak: durum öyle
ki ben yaşıyorum, yaşamı kabullenip sürdürüyorum, işte Borges böyle yaratıyor
yazınını ve bu yazın benim varoluşumu doğruluyor.”
Böylece bir kez
daha sanat ve hayat arasındaki karmaşık ilişkiye işaret eder, Borges. Bu
hikayeden anladığımız kadarıyla, sanat hayatın “kötü ikizi”dir. Onu bir gölge
gibi takip eder ve ondan beslenir. Ama beslenmenin de çeşitleri vardır tabii.
Borges’e göre, bu vampirik bir ilişkidir. Sanat hayatın ışığını emer ve onu
kendi malzemesine dönüştürür. Bu öyküde anlatıcının kendi sahiciliğini korumak
için gösterdiği çaba acıklıdır. Tecrübe ettiği her şeyin bir bir elinden
alındığını söyler bize. Çünkü anlatı haline geldiği andan itibaren tecrübenin gerçekliğinden
bahsetmek olanaksızdır artık. Her şey gibi o da, “kötü ikiz”in – yani yazar
Borges’in – malzemesi haline gelmiş ve “abartılıp çarpıtılarak” sahiciliğini
yitirmiştir.
Ani bir rüzgar
ile kendimizi Latin Amerika’da bulduğumuzdan beri, Borges’i ve bu hikayeyi
düşünüyorum. Bunun bir nedeni, hikayenin anlatıcısı gibi, olayların başka bir
kişinin başından geçtiği hissine kapılmış olmam ise, diğeri de bütün bunları
sonunda yazmak zorunda kalacağımı bilmekten gelen rahatsızlık herhalde.
Mesele şu ki, çocukluktan
beri görmek istediğim bu kıtaya sonunda ayak bastığıma inanmakta zorlanıyorum.
Bazı hayallerin gerçekleşmesi hiç gerçekleşmemiş olmasından daha sarsıcı
olabiliyor. Ben de buna hazır değildim galiba. Onun için, kendi tecrübeme kıskanç
bir şekilde yapışacağımı ve onu anlatmakta her zamanki kadar istekli
olmayacağımı hissediyorum. Anlattıkça bozulacak çünkü. Benim olmaktan çıkacak.
Fakat yazma
arzusuna direnmek çok zor, çünkü bu olağanüstü şehirde dolaşıyorum
ve birçok şey görüyorum. Yüksek tavanlı kasvetli binaları, o binaların akıl
almaz bir taş işçiliği ile süslenmiş girişlerini, demir kapıların zarif detaylarını
zihnime kaydediyorum. Her şeyden önemlisi insanları izliyorum. Yazmazsam belki hepsini unutabilirim. Sonuçta
Borges’in dediği gibi, ben de kendime ihanet ediyorum işte: “Uslanmak bilmez abartma ve yalan
söyleme huyunun çok iyi ayrımında olsam da yavaş yavaş her şeyi açıklıyorum
ötekine.”
İstanbul’un keşmekeşini andırıyor olmasına, Buenos Aires
çok daha yavaş bir şehir aslında. Belki de bu benim gevşekliğimdir bilmiyorum.
Alışkanlığı kırmanın kendine özgü bir yavaşlığı var. Sokaklarda amaçsız bir
şekilde dolaşmanın da öyle. Burada bunu yapmak için şansımız oldu. Buenos
Aires’de hayat, Arjantin maçlarının olduğu saatler dışında, hep tatil havasında
geçiyor gibi geldi bana. Evet, sokaklarda ellerinde evrak çantaları ile dolaşan
insanlar var. Ama onlar bile gerektiği kadar hızlı bir şekilde yürümüyorlar.
Soğuk ve yağmurlu havaya rağmen herkesin üzerinde bir rehavet görüyorum.
Yemekler uzun uzun ve sohbet eşliğinde yeniyor. Gençler sokak kahvelerinde
aylaklık ediyor. Yaşlı teyzeler köpekleriyle bistrolarda oturuyor. Dükkanlar geç
saatlere kadar kapanmıyor.
Bütün bunlara bakınca, burada ciddi bir ekonomik kriz
yaşanmış olduğuna inanmak çok güç. Hala sonuçlarını hissettikleri siyasi ve
ekonomik sorunlara rağmen, Arjantinlilerin keyfi yerinde görünüyor. Bunu belki
de Dünya Kupası’na borçluyuz. Tek başına Messi bile bütün ülkeyi kurtarabilir
sanki. Buenos Aires’te her yerde Messi’nin dev fotoğrafları var. Dükkanların
vitrinleri bayraklarla kaplı. Çoğunda büyük harflerle “Vamos Argentina” (“Yürü
be! Kim tutar seni, Arjantin!” diye de okunabilir herhalde) yazıyor.
Arjantin-Belçika maçını, zorla yer bulduğumuz bir kafede
her sınıftan ve yaştan insanla izledik. Kadınlı erkekli neşeli bir kalabalıktı.
Önümüzde oturan Arjantin bayrağına sarınmış amca, her gol pozisyonunda derin
bir “Ah!” çekip eliyle gözlerini kapatıyordu. Sonunda ekrana sırtını döndü.
Muhtemelen kalp krizi geçireceğinden korktuğu için. Neyse ki, sonunda Arjantin
kazandı. Amca da bayrağı ile kafenin içinde küçük turunu attı.
O gece ıvır zıvır bir şeyler almak için uğradığımız büfedeki
adam, “Dünya Kupası için mi geldiniz?” diye sorduktan sonra azıcık böbürlenerek
“Zaten Arjantin hep kazanır,” dedi. Biz de “Si, si,” falan dedik. Pek
İspanyolca bilmiyoruz.
Arjantin hakikaten kazanıyor. Brezilya içinse aynı şeyi söylemek
mümkün değil. Kupanın bu kadar yakınına gelmişti halbuki. Takımının Almanya
karşısında yaşadığı hezimetten sonra, Rio’da yaşayan arkadaşımız Marco’ya çok
üzüldüğümüzü söyleyen bir mesaj attım. “Hangisi daha kötü olurdu bilmiyorum,”
dedi “kazanması mı, yoksa kaybetmesi mi?” Brezilya’da bunca yoksulluk varken, kupayı
düzenlemek için harcanan paranın büyüklüğünden söz etti sonra. “Yine de böyle
bir fiyaskoyu hak etmedik,” diye ekledi. “Brezilya çok büyük takım. Yakında
size bunu unutturur,” dedim ben de. “Neyi unutturur?” diye bir cevap geldi. Böyle
de komik bir arkadaşımızdır.
Edebiyatla başlayıp futbolla bitirdim. Kusura bakmayın.
Bu coğrafyada başka türlüsü mümkün değil galiba. Hele de Dünya Kupası
oynanıyorken.
Önümüzdeki birkaç hafta Uruguay’dan yazacağım. Haberlerimi
bekleyin.
No comments:
Post a Comment