Amerikalı
bilimkurgu yazarı Ursula LeGuin hikayelerinden birinin ismini, Salem’den
dönerken şehrin tabelasını gördüğünde uydurduğunu söyler. Tabelayı aynada
görünce, aklına bu ismi tersten okumak gelmiş ve ondan esinlenerek türettiği
Omelas adlı kentin öyküsünü yazmıştır.
“Omelas’ı Terk
Edenler” bir kaç sayfalık kısa bir hikayedir. Ursula LeGuin’in en iyi
metinlerinden bile değildir belki. Fakat önemlidir, çünkü yazarın temel meselelerinden
birini çok sade ve etkileyici bir şekilde anlatır.
Öykü deniz
kenarındaki parlak kuleleri masmavi gökyüzünün altında ışıl ışıl parlayan
Omelas adlı bu güzel kentte bir yaz şenliğinin tasviri ile başlar. LeGuin, Omelas’ın sakinlerinin basit insanlar olmadığını söyler bize. Mutlu
insanlardır bunlar. Refah içinde yaşamaktadırlar. Hayatın kimi nimetlerinden faydalandıkları
gibi, bu lüksleri sorumluluk içinde kullanmaktadırlar. Yönetimleri baskıcı ve
ceberrut değildir. Hatta merkezi bir idare bile yoktur ülkelerinde.
“Kılıç kullanmıyorlar, kimseyi esir etmiyorlardı. Barbar
değildiler. Toplumlarının kurallarını ya da yasalarını bilmiyorum ama
muhtemelen çok az sayıdaydılar. Monarşi ve kölelik olmadan yaşadıkları gibi
borsaya, reklamlara, gizli polislere ve bombalara ihtiyaç duymadan da gayet rahattılar.”
Yazar böylece kendi ütopyasını kurar. Özgür ve mutlu bir
toplumu hayal edebilmemiz için yüreklendirir bizi. Kimi detayları da bizim
eklememizi ister. Sonra bu benzersiz ülke ortaya çıktığında, dönüp şunu sorar
bize: “İnanıyor musunuz artık? Festivali, şehri, neşeyi kabul ediyor musunuz?”
Bunun üzerine, “Hayır!” cevabı alacağını düşünerek devam
eder. Der ki, madem inanmıyorsunuz, o zaman durun size tek bir şey daha
açıklayayım.
Sonra hikayesinin en vurucu yerini anlatmaya başlar. Bir
rüya şehri gibi görünen Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrumunda
kilitli bir oda, bu odada da küçük bir çocuk vardır. Bir oğlan ya da kız çocuğudur
bu. Altı yaşlarında görünür. Ama neredeyse on yaşındadır. Belki sakat doğmuştur
belki korku, yetersiz beslenme ve bakımsızlık yüzünden böyle görünmektedir.
Günde sadece yarım kâse lapa verilir ona. Çırılçıplak bir şekilde soğuk ve
küflü taşlar üzerinde oturur. Bedeni yaralarla kaplıdır.
Omelas’ın tüm sakinleri onun orada olduğunu bilirler. Hatta
belli bir yaşa geldiklerinde gidip görürler bu çocuğu. Ama kimse onu bu odadan
çıkarmaya teşebbüs etmez. Hepsi onun orada tutulması gerektiğine inanır. Çünkü
bu ayrıcalıklı toplumun sürekliliği ancak o çocuğun bodrumda tutulması ile
mümkün olacaktır. Omelaslılar, “mutluluklarının, şehrin güzelliğinin,
arkadaşlarının şefkatinin, çocuklarının sağlığının, bilginlerinin zekasının,
zanaatkârlarının maharetinin hatta hasadın bolluğunun ve yumuşak havanın bile
oradaki çocuğun berbat yaşamına bağlı olduğunun farkındadırlar.”
Belli ki LeGuin dünya üzerindeki birçok refah ülkesinin
durumunu bu benzetme üzerinden düşünmeyi tercih etmiştir. Bazılarının rahatı
için başkalarının hayatının feda edildiği bir toplumu, sayıları abartarak
yeniden kurmayı denemiştir. En ideale yakın toplumlarda bile, eğer çoğunluğun
refahı azınlığın acıları üzerinden tarif ediliyorsa, bunun bir ütopya
sayılmayacağını söylemek istemiştir.
İçinde yaşadığımız toplumu, ideale yakın bir toplum
olarak tarif etmek elbette mümkün değil. Bizim ülkemiz Omelas’tan kim bilir kaç
ışık yılı uzaktadır. Ama hükümetimiz kendince ideal bir toplum inşa etmektedir.
Sosyal hayatın bütün alanlarına müdahale ederek sistemli bir şekilde toplum
mühendisliği yapmaktadır. Bütün bu politikalarını da, ülkenin ekonomik
kalkınmasını garanti altına alarak bize yutturmaya çalışmaktadır.
O zaman bizi Omelaslılardan farklı kılan nedir? Ne kadar
rahat yaşadığımız mı? Az refah ya da çok refah fark eder mi? LeGuin’in
örneğinde mutluluğun ve huzurun yaygın, acıların ve eziyetin ise yok denecek
kadar az olduğu bir durumla karşılaşırız. Bizde hal böyle değildir. Ama işleyiş
tamamen aynıdır.
Devlet
eliyle sunulan refah, her zaman toplumu denetleme biçimlerinden biri olarak
kalacaktır. Onun içindir ki, rahat içinde yaşamaya başladığımız
andan itibaren, başkalarının yoksullaştırılmasına, yerinden yurdundan
edilmesine, ya da zindanlara kapatılmasına göz yummamız istenir.
Aynı Omelaslılar gibi.
Her zaman birilerinin hapislerde çürümesi, birilerinin
bombalamalarda canını kaybetmesi, birilerinin yanıp gitmesi gerekir. Bizim de
bütün bunlara sırtımızı dönmemiz, ama memleket ekonomik olarak iyiye gidiyor,
istatistikler harika, rakamlar mükemmel, dememiz beklenir.
Genellikle de olan budur. Birçokları, bu korkunç
adaletsizliği fark ettiğinde onu kabullenmeyi seçer. Hatta kimileri için bodrumdaki
çocuğun varlığı sadece ödenmesi gereken bir “maliyet”tir.
Ama bazıları vardır ki, işte onlar bu durumu kabul
edemezler. LeGuin bunu çok güzel anlatır:
“Bazen çocuğu görmeye giden genç bir kız veya erkek eve
gözyaşları içinde ya da öfkeyle dönmez. Aslında eve hiç dönmez. Kimi zaman da yaşlı
bir adam veya kadın birkaç günlüğüne sessizleşir, sonra evini terk eder. Bu
insanlar tek başlarına sokağa çıkar ve yürümeye başlarlar. Omelas’ın güzel
kapısından dışarı adım atar tarlalardan geçerek yürümeye devam ederler. Hepsi
tek başınadır, genç yaşlı, kadın erkek…”
Bu kişilerin sayıları azdır. Ama kendi refahları için
başka birinin acı çekmesine dayanamayanlardır. Onlara göre çocukların
bodrumlarda ölmeye bırakılmadığı bir yer vardır. Bunu aramak için yola
çıkarlar.
“Size orayı anlatabileceğimi bile sanmıyorum,” der
LeGuin. Hatta belki de yoktur böyle bir yer. Ama nereye gittiklerini bilir gibi
görünür, Omelas’ı terk edenler.”
1 comment:
dünyayı terk etmemiz lazım,sanırım.
Post a Comment