Monday, December 01, 2014

Omelas'ı Terk Edenler

BirGün Pazar



Amerikalı bilimkurgu yazarı Ursula LeGuin hikayelerinden birinin ismini, Salem’den dönerken şehrin tabelasını gördüğünde uydurduğunu söyler. Tabelayı aynada görünce, aklına bu ismi tersten okumak gelmiş ve ondan esinlenerek türettiği Omelas adlı kentin öyküsünü yazmıştır.

“Omelas’ı Terk Edenler” bir kaç sayfalık kısa bir hikayedir. Ursula LeGuin’in en iyi metinlerinden bile değildir belki. Fakat önemlidir, çünkü yazarın temel meselelerinden birini çok sade ve etkileyici bir şekilde anlatır.

Öykü deniz kenarındaki parlak kuleleri masmavi gökyüzünün altında ışıl ışıl parlayan Omelas adlı bu güzel kentte bir yaz şenliğinin tasviri ile başlar. LeGuin, Omelas’ın sakinlerinin basit insanlar olmadığını söyler bize. Mutlu insanlardır bunlar. Refah içinde yaşamaktadırlar. Hayatın kimi nimetlerinden faydalandıkları gibi, bu lüksleri sorumluluk içinde kullanmaktadırlar. Yönetimleri baskıcı ve ceberrut değildir. Hatta merkezi bir idare bile yoktur ülkelerinde.

“Kılıç kullanmıyorlar, kimseyi esir etmiyorlardı. Barbar değildiler. Toplumlarının kurallarını ya da yasalarını bilmiyorum ama muhtemelen çok az sayıdaydılar. Monarşi ve kölelik olmadan yaşadıkları gibi borsaya, reklamlara, gizli polislere ve bombalara ihtiyaç duymadan da gayet rahattılar.”

Yazar böylece kendi ütopyasını kurar. Özgür ve mutlu bir toplumu hayal edebilmemiz için yüreklendirir bizi. Kimi detayları da bizim eklememizi ister. Sonra bu benzersiz ülke ortaya çıktığında, dönüp şunu sorar bize: “İnanıyor musunuz artık? Festivali, şehri, neşeyi kabul ediyor musunuz?”

Bunun üzerine, “Hayır!” cevabı alacağını düşünerek devam eder. Der ki, madem inanmıyorsunuz, o zaman durun size tek bir şey daha açıklayayım.

Sonra hikayesinin en vurucu yerini anlatmaya başlar. Bir rüya şehri gibi görünen Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrumunda kilitli bir oda, bu odada da küçük bir çocuk vardır. Bir oğlan ya da kız çocuğudur bu. Altı yaşlarında görünür. Ama neredeyse on yaşındadır. Belki sakat doğmuştur belki korku, yetersiz beslenme ve bakımsızlık yüzünden böyle görünmektedir. Günde sadece yarım kâse lapa verilir ona. Çırılçıplak bir şekilde soğuk ve küflü taşlar üzerinde oturur. Bedeni yaralarla kaplıdır.

Omelas’ın tüm sakinleri onun orada olduğunu bilirler. Hatta belli bir yaşa geldiklerinde gidip görürler bu çocuğu. Ama kimse onu bu odadan çıkarmaya teşebbüs etmez. Hepsi onun orada tutulması gerektiğine inanır. Çünkü bu ayrıcalıklı toplumun sürekliliği ancak o çocuğun bodrumda tutulması ile mümkün olacaktır. Omelaslılar, “mutluluklarının, şehrin güzelliğinin, arkadaşlarının şefkatinin, çocuklarının sağlığının, bilginlerinin zekasının, zanaatkârlarının maharetinin hatta hasadın bolluğunun ve yumuşak havanın bile oradaki çocuğun berbat yaşamına bağlı olduğunun farkındadırlar.”

Belli ki LeGuin dünya üzerindeki birçok refah ülkesinin durumunu bu benzetme üzerinden düşünmeyi tercih etmiştir. Bazılarının rahatı için başkalarının hayatının feda edildiği bir toplumu, sayıları abartarak yeniden kurmayı denemiştir. En ideale yakın toplumlarda bile, eğer çoğunluğun refahı azınlığın acıları üzerinden tarif ediliyorsa, bunun bir ütopya sayılmayacağını söylemek istemiştir.

İçinde yaşadığımız toplumu, ideale yakın bir toplum olarak tarif etmek elbette mümkün değil. Bizim ülkemiz Omelas’tan kim bilir kaç ışık yılı uzaktadır. Ama hükümetimiz kendince ideal bir toplum inşa etmektedir. Sosyal hayatın bütün alanlarına müdahale ederek sistemli bir şekilde toplum mühendisliği yapmaktadır. Bütün bu politikalarını da, ülkenin ekonomik kalkınmasını garanti altına alarak bize yutturmaya çalışmaktadır.

O zaman bizi Omelaslılardan farklı kılan nedir? Ne kadar rahat yaşadığımız mı? Az refah ya da çok refah fark eder mi? LeGuin’in örneğinde mutluluğun ve huzurun yaygın, acıların ve eziyetin ise yok denecek kadar az olduğu bir durumla karşılaşırız. Bizde hal böyle değildir. Ama işleyiş tamamen aynıdır.

Devlet eliyle sunulan refah, her zaman toplumu denetleme biçimlerinden biri olarak kalacaktır. Onun içindir ki, rahat içinde yaşamaya başladığımız andan itibaren, başkalarının yoksullaştırılmasına, yerinden yurdundan edilmesine, ya da zindanlara kapatılmasına göz yummamız istenir.

Aynı Omelaslılar gibi.

Her zaman birilerinin hapislerde çürümesi, birilerinin bombalamalarda canını kaybetmesi, birilerinin yanıp gitmesi gerekir. Bizim de bütün bunlara sırtımızı dönmemiz, ama memleket ekonomik olarak iyiye gidiyor, istatistikler harika, rakamlar mükemmel, dememiz beklenir.

Genellikle de olan budur. Birçokları, bu korkunç adaletsizliği fark ettiğinde onu kabullenmeyi seçer. Hatta kimileri için bodrumdaki çocuğun varlığı sadece ödenmesi gereken bir “maliyet”tir.

Ama bazıları vardır ki, işte onlar bu durumu kabul edemezler. LeGuin bunu çok güzel anlatır:

“Bazen çocuğu görmeye giden genç bir kız veya erkek eve gözyaşları içinde ya da öfkeyle dönmez. Aslında eve hiç dönmez. Kimi zaman da yaşlı bir adam veya kadın birkaç günlüğüne sessizleşir, sonra evini terk eder. Bu insanlar tek başlarına sokağa çıkar ve yürümeye başlarlar. Omelas’ın güzel kapısından dışarı adım atar tarlalardan geçerek yürümeye devam ederler. Hepsi tek başınadır, genç yaşlı, kadın erkek…”

Bu kişilerin sayıları azdır. Ama kendi refahları için başka birinin acı çekmesine dayanamayanlardır. Onlara göre çocukların bodrumlarda ölmeye bırakılmadığı bir yer vardır. Bunu aramak için yola çıkarlar.

“Size orayı anlatabileceğimi bile sanmıyorum,” der LeGuin. Hatta belki de yoktur böyle bir yer. Ama nereye gittiklerini bilir gibi görünür, Omelas’ı terk edenler.”

1 comment:

veslal said...

dünyayı terk etmemiz lazım,sanırım.