30 Kasım 2014
Geçenlerde elime
çok güzel bir kitap geçti: Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun kaleme aldığı ve
İspanyol illüstratör Isidro Ferrer’in resimlediği “Helena’nın Rüyaları.” Bir
kısmı daha önce Galeano’nun meşhur üçlemesi “Ateş Anıları”nın bir parçası
olarak da yayınlanan rüyalar, bu baskıda bir araya getirilmiş ve Altuğ Akın’ın
sade ve güzel çevirisi ile Türkçeye kazandırılmış.
Kitabın başında
Galeano, karısı Helena’nın her sabah kahvaltıda kendisine anlattığı rüyaları
kıskandığını ve sonunda yazarak onlardan kurtulmaya karar verdiğini söylüyor.
İşin içinde kıskançlık olmasa bile biraz gıpta var sanıyorum. Çünkü her gece
uykusunda başka dünyalara giden ve rüyalar ülkesinden inanılmaz hikayelerle
dönen Helena, bir süre sonra yazarın hayal gücüne meydan okur hale geliyor.
“Ben de intikamımı onun rüyalarını yazarak alıyorum,” diyor Galeano. Rüyalar
hakikaten harika. Kıskanılacak kadar var yani. Ressam Isidro ise, ayrı bir
hikaye. Ben resimden grafikten pek anlamam. Ama şunu söyleyebilirim: Malzemeden
kaçmamış. Akla hayale gelmeyecek ne kadar materyal varsa onu kullanarak rüyaların
anlamını kuvvetlendirecek bir görsel dil oluşturmayı başarmış.
Ben de iflah
olmaz bir rüyacı olduğum için kitaptan çok etkilendim. Rüyaların hepsini okudum.
Resimlere alıcı gözle baktım. Bazıları o kadar güzeldi ki, sayfaların üzerinde
parmaklarımı gezdirdim. Bütün arkadaşlarını kucaklayabilmek için kollarını
uzatınca kendisi ufacık kalan Cortazar çizimine bayıldım mesela. Bir göçmen
gemisinde, torunun kucağında Buenos Aires limanına ilk kez bakan büyükannenin
hikayesini okurken gözlerim yaşardı. Kaybettiği arkadaşı Pepa ile rüyasında
yeniden karşılaşan Helena’nın acısını ise içimde hissettim. Arkadaşının dibi
delik bir tencerede yemek pişirmeye çalıştığını görmüştü çünkü. Yemek pişmek
bilmiyordu ve Pepa ölü olmaya hiç alışamamıştı.
Hiçbir şey
rüyaların dili kadar acımasız olamaz. Herkes gibi Galeano da bunu biliyor.
Rüyaları anlatırken Helena’nın diline sadık kalması ve bu kadar sade bir üslup
kullanması da bundan.
Birinci turu
bitirdikten sonra geri dönüp sevdiğim rüyaları bir kez daha okumak istedim.
Derken gözüme bir detay takıldı. Sayfalardan birinin kulağı kıvrıktı. Benim
yapacağım gibi yukarıdan işaretlenmemişti, aşağıdan bir yerden kıvrılmıştı.
Sanki biri o sayfadaki rüyaya dikkatimi çekmek için özel bir çaba göstermişti. Galeano’nun
“Sürgünün Sonu 1” adını verdiği bu kısa metni yeniden okudum. Helena rüyasında valizini
kapatmak istediğini ama bunu yapamadığını görmüştü. Ne kadar uğraştıysa bunu
bir türlü başaramamıştı: “Elleriyle bastırmış, dizleriyle yüklenmiş, valizin
üstüne oturmuş, hatta ayaklarıyla üstüne basmış ama valiz hiç oralı olmamış.
Valiz kapatılmaya izin vermemişti.”
Birçok Latin
Amerikalı aydın gibi, gençliklerinin büyük bir kısmını sürgünde geçirmek
zorunda kalan Eduardo ve Helena’nın hayatında valizlerin önemli bir yer
tutmamasına şaşırmadım. 1973'teki askeri darbe nedeniyle Uruguay'daki siyasi
iktidar el değiştirince Eduardo Galeano’nun önce hapse atıldığını, sonra da
sürgüne yollandığını biliyordum. Bunun üzerine Arjantin'e yerleşen yazarın,
1976'da orada gerçekleşen askeri darbenin sonucunda, bu sefer karısı Helena ile
birlikte İspanya'ya gitmek zorunda kaldığını da okumuştum.
Senelerce süren
bu sürgün hayatının, Galeano ve karısı Helena Villagra üzerinde derin izler
bıraktığını görmek mümkün. Eduardo Galeano, kendisinin de bir keresinde
söylediği gibi, hatırlamayı çok önemsiyor. Hatta neredeyse tümüyle hafızaya
odaklanarak yazıyor. Onun elinden çıkan metinlerde geçmişi hatırlamak, insanın
nereye ait olduğunu unutmamak için gösterdiği bir çaba halini alıyor.
Helena’nın rüyalarının ana izleği ise, bir yolculuk hikayesi aslında. Bir
göçmen gemisi ile başlayan ve toplanıp boşaltılan valizlerle, bir türlü
yerleşilemeyen odalarla, açılamayan kapılarla devam eden bir yolculuk bu.
Bunu bir işaret
olarak gördüğüm için mi yoksa bir zamandır gitmek üzerine kafa yorduğumdan mı
bilmiyorum, Helena’ın valiz rüyası uzun süre benimle birlikte dolaştı durdu.
Onu kafamda o kadar uzun süre evirip çevirdim ki, sonunda benim rüyalarımdan
biri gibi oldu.
Önce geride bıraktığım evleri ve insanları hatırladım. Üniversite için İstanbul’a gelirken, annemin güzelce hazırladığı ve en üstüne benim için ördüğü kazağı yerleştirdiği lacivert bavulum. Ayrılırken annemin “Bu bavul evden bir kere çıktı mı bir daha zor girer,” deyişi. Bizimkilerden habersiz ilk evimi tutuşum. Eşyasız bir evde ne yapacağımı bilemeden valizin üstüne oturuşum. Sonra bir öğrenci evinden diğerine taşınıp dururken sadece bir bavulu dolduracak kadar eşyaya sahip olmakla övünüşüm. Gitmekten vazgeçtiğim için boşalttığım valizler, kalacağımı düşünürken toplayıp gittiklerim, istasyonlarda otobüs garlarında havaalanlarında senelerce peşimden sürüklediklerim. Kitaplarla doldurduğum için külçe gibi olup yerinden kalkmayanlar, arkadaşların evlerinde unutulup çürümeye bırakılanlar, fermuarı bozulunca atılanlar. Ne çok valizim oldu. Ne çok gittim. Hepsini bir bir hatırladım.
Sonra geleceği
hayal ederken buldum kendimi. O valizler bir daha o raflardan inecek, o
dolaplardan çıkacak mıydı? Ben yine bütün hayatımı derleyip toplayıp bir valize
tıkıştıracak mıydım? Eşyalarım artık bir bavula sığmayacak kadar fazlaydı. Gerçi
eşya neydi ki? Bırakıp giderdi insan. Ama arkadaşlar öyle miydi? Onlar öyle
kolay kolay derdest edilip toplanacak gibi değildi. Seneler içinde kişiler,
yerler, ilişkiler biriktirmiştim. Hayatım dallanıp budaklanmıştı. Şehrin bir
sürü köşesinde izler bırakmıştım. Ne zaman bu kadar kök salmıştım? Ne zaman bu
kadar yerleşik, bu kadar kalabalık olmuştum?
Bütün bu anıları,
bu insanları bir valize koysam kapanır mıydı? Hepsini alıp yanımda götürsem
olur muydu? Koca İstanbul bu valize sığar mıydı?
Mümkün değil,
diyordu Helena’nın sesiyle Galeano. Olmazdı, valiz bütün bunları almazdı. Bir
şeyler mutlaka geride kalacaktı.
O zaman geride
kalan ben olayım dedim kendi kendime. En azından şimdilik. Valizi kapatmanın
bir yolunu bulana kadar.
No comments:
Post a Comment