BirGün Pazar
1 Şubat 2015
Uzun zamandır
tiyatroya gitmiyorum. Sevmediğimden değil. Ama tiyatro incelik isteyen bir şey
ve iyisi nadir bulunuyor. Son birkaç seferdir beni girdiğime pişman eden
oyunlar seyrettim. Eğer metni tanıyorsanız, vasat bir işle karşılaştığınızda
mutsuz oluyorsunuz. Değişik bir yorum getirebilmek uğruna zevksiz uyarlamalar
yapıldığında da öyle. Sinirden tırnaklarımı yediğim ve bazı sahnelerine ancak
gözümü kapatarak dayanabildiğim Alman yapımı bir Macbeth’i hala irkilerek hatırlıyorum
mesela. Metin yeniyse, o zaman da başka sorunlar olabiliyor: Boş sokaklar gibi
uzayıp giden diyaloglar, bir türlü kurulamayan dramatik gerilim, iyice
gösterilemediği için inandırıcı olamayan karakterler falan filan. İyice zor iş
yani.
Halbuki bir
oyunun iz bırakabilmesi için her şeyin yerli yerinde olması lazım: Sağlam bir
hikaye, zeki bir yönetmen, iyi oyuncular, kostüm, dekor... Bunların hepsi şart.
Ama yeterli mi? Galiba değil. Bir de hepsinin birbiriyle en uyumlu biçimde bir
arada durabilmesini sağlayan her ne ise ondan gerekiyor. Böyle deyince Leibniz
metafiziğine giriş gibi oluyor, ama aslında o kadar karmaşık bir şey değil. Gündelik
hayatta çok iyi tanıdığımız anlardan bahsediyorum. Bedenleri birbirine
yakınlaştığında sıkıntı duymayan insanların rahatlığı gibi bir durum mesela. Ya
da aynı anda konuşsalar bile diğerinin sesini duyabilen ve diyaloğu
sürdürebilen kişilerin doğal ritmi gibi. Bazen böyle bir uyum sahnede de
gerçekleşebiliyor. İşte o zaman, “Yaşasın tiyatro!” diye bağırmak istiyorsunuz.
Geçenlerde bana böyle
hissettiren bir oyun izledim. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine, ne zamandır ismini
duyduğum İkincikat’ta POZ adlı oyunu görmeye gittik.
İkincikat’ı
muhtemelen benden başka herkes biliyordur. Onun için burada yeniden
anlatmayacağım. Ama 2010’dan beri, birçok ödüllü oyun sahneye koyan bu
topluluğun “Yarının Oyunları” adı altında yeni bir proje başlattığını
söyleyelim. Sami Berat Marçalı’nın önderliğinde yürütülen bu proje, ‘Dönüşüm’, ‘Ahlak’, ‘Adalet’ ve ‘Medya’ başlıkları altında dört oyun
hazırlanmış. Deniz Madanoğlu’nun yazdığı POZ da bu projenin bir
parçası olarak ortaya çıkmış ve geçen yazdan beri İkincikat’ta sahneleniyor.
Oyunun öyküsü
gayet basit: Gençken çektiği bir fotoğraf ile dünyayı bir katliamdan haberdar
etmiş ve bu sayede meşhur olmuş Profesör Rıdvan Kahraman bir trafik kazasında
ölmüştür. Fazilet Kahraman ise bunun bir kaza olduğuna inanmaz, kocasının muhalif
görüşleri nedeniyle bir suikaste kurban gittiğini düşünür. Bunun üzerine siyasete
atılmaya ve onun “davasını” devam ettirmeye karar verir. Olaylar profesörün hayatına
dair bir belgesel çekmek isteyen gazeteci Betül’ün eve gelmesiyle açılır. O gün
evde iki kişi daha olacaktır: Rıdvan Kahraman’ın emektar asistanı Azra ile
biraz garip bir genç kadın olan manevi kızı İrem. Bir erkeğin hayaleti
etrafında toplanmış dört kadının hikayesini anlatan bu oyunda bir iktidar
mücadelesi olabileceğini daha başından hissederiz. Fakat sonrasında olacaklar
için hazırlıklı değilizdir. Hikaye açıldıkça herkesin sırları olduğunu fark
ederiz ve odadakilerden hiçbirine tam olarak güvenemeyeceğimizi anlarız.
Sonradan öğrendim
ki, POZ Madanoğlu’nun ilk oyunuymuş. Temposu iyi ayarlanmış, sağlam bir olay
örgüsü üzerine kurulmuş ve zekice diyaloglarla örülmüş bu metnin bir ilk eser
olduğuna inanmak kolay değil. Madanoğlu, kadınlar arasındaki gerilimleri çok
iyi anlamış ve onları izleyiciye göstermek için tiyatroya özgü yollar bulmuş. Daha
oyunun başında sahnenin ortasına yerleştirilen kamera bunlardan biri mesela. Seyircinin
baktığı açıdan sahneyi gören kamera, bir süre sonra bir kontrol aracı haline
geliyor ve birbirlerinden rol çalmak için yarışan bu karakterlerin çözülmesine
neden oluyor. Kabuklar çatlıyor, maskeler düşüyor, gizlenen düşmanlıklar ortaya
çıktığı gibi beklenmeyen yakınlıklar da kuruluyor.
Fazilet Kahraman
rolünde Selen Uçer, kadınca tereddütlerin vücuda gelmiş hali olarak karşımızda.
Asker kızı, profesör karısı ve evinin kadını. O ana kadar hep birilerinin bir
şeyi olmuş. Ama artık kontrol onun elinde. Yoksa değil mi? Fazilet her şeyi
adabına uygun bir şekilde yapmak isteyen bir kadın. Ama nasıl yapacak, işte onu
bilemiyor. Samimi mi olsa, mesafeli mi? Gülümsemesi mi doğrudur, yoksa ağırbaşlı
durması mı? Ağlarsa makyajı akar mı? Bütün bu endişeler, Selen Uçer’in
abartısız oyunculuğu sayesinde kolayca izleyiciye ulaşıyor. Dikkatsiz bir
oyuncunun elinde rahatlıkla karikatürleşebilecek bu karakter, hayal
kırıklıkları ve hırslarıyla gerçek bir insan olarak karşımıza çıkıyor.
Rıdvan
Kahraman’ın ölümünden sonra Fazilet’in sırdaşı haline gelen Azra ise, ilk
bakışta geçkince bir mürebbiyeyi andırıyor. Esra Dermancıoğlu sanki bu rol için
yaratılmış gibi duruyor. Ayaklarını yere basışından saçını düzeltişine, dudaklarını
büzüp oturmasından elbisesini çekiştirmesine kadar bütün ayrıntıları maharetle
kullanıyor. Sesini idare edişi mükemmel. Zamanlaması ise harika. Gergin
anlardan genellikle gülerek çıkarıyor izleyiciyi. Bu sayede, aslında çok acıklı
olabilecek sahnelere mizahi bir yön de kazandırıyor. Zaten bir türlü acıyamıyorsunuz
Azra’ya. Belki de odadaki kadınların en güçlüsü o çünkü. Dermancıoğlu dikkatli
oyunculuğu ile karakterin bu tarafının altını çizip görünür kılıyor.
Bu arada, Selen
Uçer ile Esra Dermancıoğlu’nu bir arada seyretmenin çok zevkli olduğunu eklemek
istiyorum. Birbirlerine tehlikeli bir şekilde yakın bu iki kadını oynarken
sahnede yarattıkları gerilim, sevdiğim bazı filmleri hatırlattı bana. Mesela
“Küçük Bebeğe Ne Oldu?” (Whatever happened to Baby Jane? – 1962) sahneye konsa
ve başrollerde onlar oynasa ne kadar müthiş olur diye düşündüm. Neyse ki bunun
için daha bir sürü zaman var. İkisi de hala çok genç.
Cabbar gazeteci
Betül rolünde Banu Çiçek Barutçugil ile Rıdvan Kahraman’ın manevi kızını
canlandıran Gülce Oral da karakterlerinin hakkını veren oyunculuklar
çıkarmışlar. Oyunun dönüm noktalarından biri olan ve Dermancıoğlu ile teke tek
oynadığı bölümde, Barutçugil gerilimli bir sahnenin altından rahatça kalkıyor.
Gülce Oral ise genç bir oyuncu olmasına rağmen rahatlığı ve doğallığı ile
dikkat çekiyor. Karakterini gayet iyi anlamış. Sosyal uyumsuzluğu ve
hırçınlığıyla uzatmalı ergenliğe özgü bir ruh halini başarıyla aktarıyor.
Bir de bu
yönetmenin mi, oyuncuların mı, yoksa kostümcünün başarısı mıdır bilmiyorum,
oyuna dair çok fazla detay hatırlıyorum. Oyunu izlerken bir ara bir de baktım
ki, oturmuş bütün bu karakterlerin ayaklarını seyretmeye dalmışım. Hayır,
ayaklara özel bir ilgim olduğundan değil. Sadece hepsi bedenlerinin alt kısmını
çok iyi kullanıyorlardı. Fazilet Kahraman’ın bacaklarını neredeyse kanepeye
paralel duracak şekilde bitiştirmesi ve topuklu pabuçları, Azra’nın yanlış
basmaktan hafifçe içe dönmüş babetli ayakları, Betül’ün “4” sayısını andıran
oturuşu ve erkeksi ayakkabıları ve İrem’in yıpranmış soluk renkli çizmelerini
hep bir çocuk gibi çarpık bir şekilde yerleştirmesi. Her karakterin iç
dünyasına dair birer ipucu olarak görülebilecek bu ayrıntıların hepsini bir
resim gibi hatırlıyorum. Demek ki birileri uğraşmış ve bunların akılda kalıcı
bir şekilde sunulmasını sağlamış.
POZ’un hikayesi
ve oyuncuları için ne yazsam az olacak. En iyisi gidip kendi gözlerinizle
görün. Ben bile bir daha gideceğim ve “Bir POZ daha alabilir miyim, lütfen!”
diyeceğim.
No comments:
Post a Comment