BirGün Pazar
4 Ocak 2015
Çok sevdiğim bir arkadaşım
var. Birbirimize hiç benzemeyiz. Ben iyi bir sebep olmadıkça evden çıkmamayı
tercih ederim. Onun hayatı ise yollarda geçer. Arkadaşım gerçek bir seyyahtır.
Dünyanın hemen her yerini görmüştür. İki kuruşu bir araya getirir getirmez gözünü
kapıya diker. Seyahatin dışında her şey geçicidir onun için. Yaptığı işi bile
buna göre seçmiştir. Evi, arada bir dinlendiği rahat bir duraktır sadece. Her
yerde uyuyabilir. Her yemeği yiyebilir. Bir de galiba hemen her dilde “Seni
seviyorum” diyebilir.
Seyahat
dönüşlerinde onunla buluşmaya bayılırım. Her zaman benim için küçük bir şey
getirir. Genellikle sürprizli bir şey olur bu: Budist rahiplerin kullandığı
cinsten bir dua çantası, küçük bir ikona, boyanmış tohumlardan yapılmış bir kolye.
Ama onun yolunu gözlememin asıl nedeni bu değildir. Başkaları birbirine
benzeyen yüzlerce fotoğrafla sizi boğarken, arkadaşım seyahatlerden hikayelerle
döner. Çoğu kez eğlenceli, bazen de iç burkucu hikayelerdir bunlar. Onu
sofralar, çaylar, kahveler boyunca dinlemişliğim vardır. Bazen sevdiğim
hikayeleri yeniden anlattırırım. Kendi de anlatmayı sevdiği için olacak, hiç
ikiletmez böyle durumlarda. Oturup hepsini bir daha anlatır. Yetmezse kalkar
bütün sahneyi tarif eder, kimin nerede durduğuna kadar gösterir, sesleri
görüntüleri en ince detayına kadar canlandırır.
Bu hikayelerden
biri şöyledir: Polonya’da bir şehirden diğerine giderken, tren bir istasyonda
duruyor. İnenler oluyor. Arkadaşım pencereden platformda bekleyenleri,
birbirine kavuşup sevinenleri seyrediyor. Sonra kitabına geri dönüyor. Aradan
uzunca bir zaman geçiyor. Tren bir türlü hareket etmek bilmiyor. Bir ara
düdükler çalıyor. Birtakım anonslar yapılıyor. Etrafta telaşla koşuşturan
yolcular görünüyor. Sonra gözden kayboluyorlar. Platform yavaş yavaş boşalıyor.
Sonunda ortalığa garip bir sessizlik hakim oluyor. Arkadaşım başını kitaptan
kaldırdığında vagonda tek başına kaldığını fark ediyor. Merak edip koridora
çıkıyor. Yine kimse yok. Sonunda dayanamayıp inmeye karar veriyor. Birilerini
bulup trenin neden kalkmadığını soracak. Fakat platforma indiğinde onu bomboş
bir istasyon karşılıyor. Rayların üzerinde tek bir vagon var. Kendi vagonu.
Trenin önü ve arkası yok. Başka lokomotiflere takılıp gitmiş onlar. Onun vagonu
ise öylece kalakalmış.
Yeni yıl için bir
yazı yazmam istendiğinde neşeli bir şeyler anlatmak istedim. Ama bu hikaye bana
musallat oldu. Bir süre düşündükten sonra sebebini anlar gibi oldum. Bu seneki
ruh halimin özeti buydu: Her iki yöne uzanıp giden raylar ve onların üzerinde
yapayalnız duran bir vagon. Sanki bir anons yapılmış ve ben duymamışım. Ya da
duymuşum ama yabancı bir dilde olduğu için anlamamışım. Sonra işte herkes
yoluna gitmiş ve ben rayların üzerinde kalmışım. Elimde yarısı okunmuş bir
kitap ve eski püskü bir valizle platformda duruyorum.
Bu hissimde
yalnız olmadığımı biliyorum. Siyasetçiler sabah akşam aynı trende olduğumuzu
söyleyip duruyorlar bize. Sanki bu ülke herkes için bir eşitlikler ülkesiymiş
gibi yapmaya devam ediyorlar. Memleketin treni bir şekilde yoluna devam ediyor
ama hepimiz o trende miyiz acaba? Bazılarımız yolda bir yerde, kıyıda köşede
kalmış küçük bir istasyonda kalmış olabiliriz. Belki daha tam olarak farkında
bile değilizdir. Belki henüz kitabımızdan başımızı bile kaldırmamışızdır. Az
sonra yerimizden kalkacağız, perona ineceğiz ve trenin bizsiz gittiğini
göreceğiz. Zaten biz o istikamete gitmek istemiyorduk. O trenin yolcusu değiliz
belli ki. Onun için çok da üzülmeyeceğiz. Ama bu istasyonda inmişiz işte.
Kalkan tren ne
yöne gitti? Yolcuları kimlerdi? Bunları yeniden anlatmanın anlamı yok. Zaten bütün
sene onları yazıp durduk. Gazeteleri, televizyonları onlar işgal ettiler. Ben trene
binemeyenlerden, geride kalanlardan, hatta hareket halindeyken camdan
fırlatılanlardan söz etmek istiyorum. Bu tren, kar soğuğunda ayaklarını
otobüsün egzozuna tutarak ısıtmaya çalışan evsiz adamın treni değildi mesela. Öğretmeni
yeni sene için dileklerini sorunca, “Büyüyünce işsiz kalmak istemiyorum” diye
yazan işçi çocuğunun da değildi. Madende ölen oğlunun cenaze namazında
ayağında yırtık lastik ayakkabıyla saf tutan Recep amcanın da değildi. “O
zeytinler boğazınızdan nasıl geçecek?” diye soran Yırca köyü muhtarının da
değildi. Alevilerin ya da
Kürtlerin treni de değildi. Hele kadınların treni hiç değildi.
Şunu kabul
edelim: 2014 Türkiyeli kadınlar için korkunç bir sene oldu. Bu ülke kadınlar
için her gün biraz daha yaşanmaz hale geliyor. Bu sene de, ilgili ilgisiz her
türlü mevki sahibi erkek tarafından aşağılandık, horlandık, hırpalandık.
Bakanından rektörüne, imamından yargıcına kadar herkesin kadınlara dair
söyleyecek bir lafı vardı. Hamileyken sokakta dolaşmamamız gerektiğinden tutun
da çalışma hayatımızın nasıl seyretmesi gerektiğine kadar türlü çeşitli
konularda fikirlerini bizimle paylaştılar. Bununla da bitmedi. Bütün bu kadın
düşmanı politikalar sokakta, evde, iş yerindeki şiddeti de artırdı.
Bu şiddeti
önlemek için bir araya gelmiş kişilerden oluşan Kadın Cinayetlerini
Durduracağız Platformu’nun raporuna göre, 2014 senesinde 294 kadın öldürüldü.
Yine aynı kuruluşun verilerine göre, bu kadınların %47'si kendi yaşamlarına
dair karar almak – yani insan olmanın gereği olan özgür iradelerini kullanmak –
istedikleri için canlarından oldular. Çoğu gencecik kadınlardı ve sadece
hayatlarına devam etmek istiyorlardı. Ama yaşam hakları erkekler tarafından
ellerinden alındı. Koskoca devlet, mahallenin abisi gibi dükkanın önüne oturup gelene
geçene ayar vermeye başlamışken, sokaktaki adamların kendilerinde bu cesareti
görmelerinde şaşılacak bir şey yoktu.
Ama işte bu
kadınlar öldüler. İş kazalarında hayatını yitiren yüzlerce işçi ile birlikte
onlar da geride kaldılar. Bizim dalgın bir şekilde indiğimiz trenden hoyratça
fırlatıldılar.
Trenden
atılanlar, düşenler, yolda kaybedilenler... Yeni seneye bunun ağırlığı ile
başlıyoruz. Dilerim ki, Türkiye’nin bu uzun kışı artık sona ersin. Bu sene
değişik istasyonlarda bekleyen bütün bu yalnız vagonlar birleşip yepyeni bir
yol çizsin. Trenimiz güzel bir Haziran sabahında ışıklı bir istikamete doğru
yola çıksın.
2014’te
kaybettiklerimizin anısı ile birlikte...
No comments:
Post a Comment