BirGün Kitap
22 Aralık 2012
Her yazarın bir meselesi olur. Hatta denir ki, iyi romancılar aslında aynı metni yeniden ve yeniden yazıp dururlar. Meselelerine her seferinde biraz daha yaklaşmayı hayal ederek. Onları yazmaya iten sebep her ne ise, onu kıskıvrak yakalayıp gözlerinin içine bakmayı umarak.
Perihan Mağden de aslında her zaman iki kadının hikayesini anlatıyor. Bunun zor bir ilişki olduğunun farkında. Bu ilişkideki karmakarışık dinamikler, tehlikeli dönemeçler ve beklenmedik ihanetler onu büyülüyor. Sadece bunu anlatıyor denemez elbette. Birçok başka şeyin de yazarı o. Ama esas meselesi kadınlar. Onları anlatırken ustalaşıyor, derinleşiyor, ilginçleşiyor.
Son romanı Yıldız Yaralanması da, bu ilişkilerin en esaslısı olan anne-kız meselesi etrafında dönüyor. Mağden’in anne-kız meselesine dokundurması ilk değil. Bu konu, yazarın daha önceki romanlarında da değişik şekillerde karşımıza çıktı. Birbirine hayranlıkla bağlı biri yetişkin diğeri çocuk (ya da çocuksu) iki kadının yoğun ve marazi ilişkisinin, Mağden’in romanlarında bir izlek haline geldiğini, hatta Refakatçi’den bu yana neredeyse her hikayede baş köşeye yerleştiğini söyleyebiliriz.
Perihan Mağden’in çok iyi bildiği ve ustalıkla anlattığı şeylerden biri, anneliğin uzun ve ağır seyreden bir hastalık olduğu gerçeğidir. Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? adlı romanında, öldürücü bir bağlılık üzerinden tanımlanan bu ilişkinin, her iki tarafı da mahvedecek kadar güçlü olduğunu gösterir bize. Roman, kızını “çoklar ve kötüler” diye tarif ettiği kişilerin vereceği zarardan koruyabilmek için durmadan kaçan bir annenin hikayesidir. Romandaki anne karakterinin korktuğu şey aslında, kızının dünyaya çıkması ve annesiyle kurduğu mutlak bağlılık ilişkisinden uzaklaşarak bağımsız bir birey haline gelmesidir. “Çok ve kötü” olan ötekiler, anne ve kızdan oluşan bu “iki kişilik deliliği” bozacak, ona engel olacak olanlardır. Dışardaki dünyanın, kendi yarattığı masala (Bambi ve annesi) sızmasına engel olmak için kızını mütemadiyen sakatlayan bir annedir bu. Onu kendi anlatısına, kendi dünyasına, kendi deliliğine ortak etmek ister.
Yıldız Yaralanması’nın iki baş kişisi Yıldız ve Sun’un ilişkileri de bence benzer bir dinamikle besleniyor. Popüler bir şarkıcı olan Yıldız’la ona büyük bir hayranlıkla bağlı olan Sun’un hikayesini okumaya başladığımızda, “herkesin sevdiğini öldürdüğü” bir Perihan Mağden dünyasında olduğumuzu hemen anlıyoruz. Ancak roman açıldıkça, hem birbirleriyle hem de anneleriyle olan ilişkileri içinde, Sun ve Yıldız’ın yalnızca kurban değil aslında birer cellat da olduğunu görüyoruz.
Kendi kifayetsiz annesinin yerine parlak bir şarkıcıyı koyan Sun, bütün aşkını ve bağlılığını ona yöneltir. Onun dizinin dibinde olmaktan, ışığında durmaktan başka hiçbir arzusu yoktur. Yıldız ise bir oyuncak haline getirdiği Sun’a sürekli zarar verir. Roman boyunca, hepsi şiddet içeren bir seri davranışına şahit oluruz. Genç kızın sevgisi ve hayranlığı ile beslendiğinin farkındadır. Her gün eli biraz daha yükseltmekte hiç çekinmez: “Sen koluna dövmemi yaptırırsan koluna, benim için dünyalar ifade eder, havuzumun perisi.” Sun ise Yıldız’ın kendisine yaptıklarına sessizce boyun eğer: “Sol kolunu uzatıyor kuzu kuzu. Yıldız kolunu kaptığı gibi bir saniye bile tereddüt etmeden jiletle bir s harfi çiziveriyor. Canı incecik ama o kadar şiddetle yanıyor ki!” Kadının her eziyetini, onun ayak ucuna kıvrılıp uyumanın ayrıcalığı hatırına kabul eder. “Yıldızına” her zaman bir köpeğin teslimiyeti ve sonsuz sadakati ile cevap verir.
Ama aslında diyalektik bir ilişkidir bu. Ve eninde sonunda alt üst olacak, tersine dönecek, çocuğun annesi üzerindeki “sözü” yani hükmü ile nihayet bulacaktır.
Çünkü kız çocuğun anne ile (ya da anne yerine koyduğu kişi ile) ilişkisi, sadece taraflardan birini tehdit eden bir bağlılık değildir. Bu ilişki anne için de aynı derecede tehlikeli ve yıkıcıdır. Anne çocuğuna öyle büyük bir aşk ve sadakatle bağlıdır ki, bu derece büyük bir sevgi ve hayranlık ancak felaket getirebilir. Refakatçi’de mürebbiyenin küçük kıza, İki Genç Kız’daki annesinin Handan’a olan zaafı bu yıkıcı ilişkiden izler taşır. Ruhunun küçük kız tarafından tamamen ele geçirildiğini anladığı anda kaçmak ister mürebbiye. Fakat anneler nereye kaçabilir ki? Onlar çocuklarının ebedi gardiyanları, gönüllü köleleri ve daimi refakatçileridirler. Bu bir işkence haline gelebilir. Ama onlar için fark etmez. Çünkü işkencecilerine umutsuz bir şekilde aşıktırlar. Onun için ne kadar arzu etseler de kaçamazlar bir türlü. Ancak geride bırakılabilirler belki. Ya da inkar edilirler. İki Genç Kız’da, Handan’ın annesi kızının ihaneti ile sarsılır. “Küçük tavşanının” kendisini terk edebileceği, “bu kadar zalim olabileceği” hiç aklına gelmemiştir. Onun kendi yarattığı pembe şekerli dünyanın içinde sonsuza dek yaşayacağını hayal etmiştir belli ki.
Perihan Mağden, yeni romanında benzeri bir temaya geri döner. Çocuklar annelerinindir, der bize. Kızlar annelerinin projeleridir. Onları kendi suretlerinde yaratır ve büyütürler. Kendileri için korktukları her şeyi onlara yüklerler. Kendilerinin yeni ve belki de daha iyi bir sürümü olarak görürler onları. Tam da bu nedenle, kızlarının başarısı da en az başarısızlığı kadar büyük bir ihanettir onlar için.
Romanda geçen isimler (Yıldız, Sitare, Sun, Güneş) bu konuda da birer ipucu olarak okunabilir. Romanın anlatıcısı ve kahramanı olan genç kızın adı Sun’dur. Annesi Güneş ve anneannesi Sitare Hanım bu ismi kimin koyduğu konusunda anlaşamazlar. Güneş, kızının adını kendisinin seçip koyduğunu iddia eder, “Hayatımın bana sunduğu en güzel şey olduğu için.” Sitare Hanım ise bunu başarısız olmuş bir projenin yeniden uygulamaya konması gibi görmek konusunda kararlıdır. Silik ve etkisiz bulduğu kızının canını yakmak istermiş gibi hep aynı şeyi söyler: “Sende tutturamadık, İngilizcesini koydum ki güneş gibi parlasın torunum bari.” Halbuki Sun ne birine ne de diğerine ait olmayı seçecektir. O kendi arzu nesnesini, yıldızını, ersatz-annesini bulmuştur: Suna.
Yıldız’ın gerçek adının Suna olması tesadüf değildir. Sun/Suna benzerliğinin altını çizmek için bulunmuş bir yöntem olduğunu düşünebiliriz elbette. Ancak bunun yalnızca yazarın okuyucuyu eğlendirmek için bulduğu bir oyun olduğunu varsaymak doğru olmaz. Böyle okumak metni yüzeysel bir şekilde değerlendirmek anlamına gelecektir.
Oysa bu ikilik/benzerlik çok katmanlı anlamlara gebedir.
Kendi silik annesi (Güneş) ve ceberut anneannesinde (Sitare) bulamadığı yoğun anne-çocuk ilişkisini, her ikisinden de izler taşıyan [Güneş=Sun(a) ve Sitare=Yıldız] ama idealize edilmiş bir figür olan Suna/Yıldız’a (sembolik anneye, ebedi arzu nesnesine) transfer eden Sun, bu ilişkinin talep ettiği tahribat gücü yüksek aşkı ve onu takip eden ihaneti de yıldızıyla yaşayacaktır.
Sun/Suna: Arzumun eksik nesnesi
Sun’un tarafından bakıldığında, onu Suna olmaktan alıkoyan tek şey bir “a”dır. Sadece tek bir harf. İdealize edilen, aşkla bağlanılan kişiyle bir olabilmek için tek eksiği budur: “a”
Ne var ki bu eksiklik, sıradan bir eksiklik değildir. Bize Lacan’ı ve onun arzunun eksik nesnesini tanımlarken kullandığı “objet petit a” ifadesini hatırlatır. Lacan’a göre, objet petit a henüz konuşma diline geçmeden, yani toplumsallığın dünyasına girmeden önce, bebeğin anneyle birlikte deneyimlediği bütünlük hali süresince sahip olduğu şeydir. Dilin/temsilin dünyasına geçtiğimiz zaman –yani özne haline geldiğimizde- onu sonsuza dek kaybederiz. Bütün hayatımız onun yerine başka şeyler koymaya çalışmakla geçer. Oysa hiçbiri onun yerini tutmaz. Sonsuza kadar ertelenmiş bir şeydir objet petit a. İşte bu yüzden hep arzulanandır, hep boşluğu doldurulmaya çalışılan ama hiç bir zaman ulaşılamayacak olandır. Yani kısaca imkansız olandır.
Lacan objet petit a için, “arzunun nesnesi değil, arzu nesnesinin sebebidir,” der. Suna da, Sun için herhangi bir arzu nesnesi değildir. Arzunun yegane nesnesi olabilir ancak. Onunla (yani aslında annesiyle) yekvücut olmak ister Sun. Arzu ettiği şey, annenin “öteki” olmadığı bir durumdur. Suna/Yıldız, onun için buluşmak ve bir olmak istediği şeydir. Oysa, Sun için hep dışarıda kalacaktır Suna. Ne kadar yaklaşır gibi olsa da, onunla hiçbir zaman örtüşemeyecek, onu hiçbir zaman yakalayamayacaktır. Onu bir yere kadar tanımlayabilecek, bir yere kadar onunla aynı olabilecek, ama hiçbir zaman onu tümüyle ele geçiremeyecektir.
Sun(a)’nın “a”sı Sun’a hep yabancı kalacaktır.
Samanlıktaki Anneler
Yıldız’a gelince, o Sun’u bir yandan kendisine benzetip bir yandan da hırpalarken, kendisine benzeyen bir oyuncak bebeği hoyratça parçalayan bir kız çocuğundan farksızdır. Kendi imgesinde yarattığı ama kendisi olmayan şeyi hırpalamak anneliğin esaslarından mıdır? Yaratmak gibi zarar vermek de, bir iktidar ilişkisi olarak tesis edilen anne-çocuk ilişkisinin dinamiklerinden biridir belli ki. Çocuğu onu tümüyle inkar edene (deli/geçersiz/kalp ilan edene) kadar, anne kendi suretinde yarattığı varlığa hükmeder. Onun üzerinde kayıtsız şartsız gücü ve hakimiyeti vardır. İsterse sever onu. İsterse bu gücü çocuğuna zarar vermek için kullanır.
Ama samanlık kaçınılmazdır. Her çocuk annenin yarattığı dünyanın dışına çıkacak ve onun kurduğu “iki kişilik delilik” halinin sınırlarını zorlayacaktır. Bunu yapmanın yolu, annenin deliliğini teslim etmek, bu halin adını koymaktır. Onun deli olduğunu söyleyerek, kız çocuğu kendi iradesini annesininkinden ayırır. Böylelikle, “çokların ve kötülerin” dünyasına adım atar, yani gerçek hayata karışır.
Hayata karışabilmek için annesini tımarhaneye kapatmak zorunda kalan Yıldız’ın durumu buna örnektir. Kızına yazdığı onlarca mektuptan birinde şöyle der, Yıldız’ın annesi:
Bu yerde kaçıncı yılım bil bakalım?
Umrunda diyil tabi
Ne zaman umrunda oldum
Artık ölünce çıkarırsın beni
Meşur Yıldızanım!
Sakla bakalım Anneni samanlıkta
Samanlıkta Anne: adım bu olsun.
(67)
Yıldız, annesini tımarhaneye kapatmakla kalmamış, onun kendisine verdiği ismi bile reddetmiştir. Kendini yeniden yaratmış, kendi kendisinin “isim-vereni” olmuştur. Adın bile yalan, der annesi ona bir başka mektubunda. Ve kendisinin gerçek olduğunu hatırlatır.
Sun da, Yıldız’ın evindeki misafirliğini (yani dünyaya çıkma anındaki ilk tecrübesini) bir seri yalan üzerine kurar. Bunlardan ilki annesi ve anneannesinin varlığını inkar etmektir. Bir yetimhanede büyüdüğünü söyler herkese. Yıldız’la Sun’un anneleri ile ilişkileri tamamen benzer bir izlek üzerinden açılır böylece. İkisi de annelerini gömmek isterler. İstedikleri onları bir samanlığa kapatıp sonsuza dek unutmaktır. Ancak ikisi de fark eder ki, ömürleri boyu bu samanlığın anahtarını boyunlarına asacak, annelerini inkar etmiş olmanın anısını bir lanet gibi üzerlerinde taşıyacaklardır.
Bunun Odipus hikayesini andırdığını düşünenler olabilir. Ancak, samanlıkta kendi deliliği ile baş başa bırakılan annenin durumu, oğlunun hayata dair hırsına kurban giden babanın cesedinden çok daha acıklıdır. Yıldız’ın annesi bunu bilir ve yazar da: Ölmek deli ilan edilip kapatılmaktan çok daha iyidir.
“sen öldür bakalım anneni, daha kolay mı olaydı suna, adın bile yalan bak yazcam on kerre, suna suna suna, annen gerçek ama istemesen de...”
Dahası, babanın iktidarını deviren oğlun cinayeti, bir izleyici önünde (yani toplumsal bir anlama tercüme edilebilecek şekilde) gerçekleşir. Oysa annesiyle yaşadığı yakınlıktan, iki kişilik delilikten kendini ayıran genç kadın, onu başkalarının gözü önünde yok edemeyecek, kötü bir anı gibi saklamayı tercih edecektir. Yıldız’ın annesini, tamamıyla yok edemeyip saklaması (deli ilan edip kapatması), her an hortlamak üzere bekletilen bir felaket olarak canlı tutması anlamına gelir. Babayla cepheden yüzleşen oğul yerine, anneyi “geçersiz” ilan eden kız vardır karşımızda. Kendi varlığını ancak anneyi tımarhaneye kapatarak kurabilen, dünyada kabul görmeyi ancak onun deliliği üzerinden garantileyebilen biridir o.
Sun ve Yıldız’ın anneleriyle olan ilişkilerini belirleyen budur. Sun’un romanın sonunda Yıldız’ı terk edip gitmesini de öyle.
O vakte kadar annesi yerine koyduğu ve hikaye boyunca “birleşmeye” çalıştığı Yıldız’a sonunda ihanet eder, Sun. Kendini ondan ayırması hiç kolay olmaz belki. Hangi kızın kendisini annesinden, rol modelinden, yaşamının en yakın ilişkisinden ayırması kolay olmuştur ki? “İçi yırtılır gibi parçalara ayrılıyor. Yıldızının kokusu bütün benliğini sil baştan kaplıyor.” Üstelik Yıldız da onu bırakmaya niyetli değil. “Gitme,” diyor ona, “yoksa yaralanırım.”
Ama Sun kendini Yıldız’dan ayırıyor. Yalan söylediğini itiraf ediyor sonunda. Annesi var onun. Hasta bir anneannesi var. Yetimhanede büyümedi. Bir havuz perisi değil o. Yıldız’la birlikte kurdukları dünyadan, bu iki kişilik delilikten uzaklaşıyor böylece. Bu deliliğin izlerini taşıyacağını biliyor. İncindiğinin, arızalandığının ve belki de hiç bir zaman iyileşmeyeceğinin farkında. Ancak dünyaya doğru gidebilmek için kendisini inciteni, sembolik annesini, geride bırakıp yürüyor. Büyüyebilmesi için onu geçersiz kılması gerek. Yine de hiçbir zaman unutmayacak. Sonsuza dek saklayacak bu yarayı.
Çünkü her annenin kızında açtığı yara bu. Kıymetli bir yara. Çünkü “bu, yıldız yaralanması.”